Yesevîlik’te Zikr-i Erre

Yesevîlik’te Zikr-i Erre

Orta Asya’da Hoca Ahmed Yesevî’nin tâkipçileri olan Yesevî dervişlerinin yüzyıllarca icrâ ettikleri toplu zikir usûlüne zikr-i erre yani testere zikri adı verilir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler (esmâ) kaybolup sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. Bugün Yesevîlik büyük oranda târihe karıştığı için eski Yesevîler’in zikir usûllerini bilen kişileri bulmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Kaynaklarda zikr-i erre hakkında verilen bilgiler de oldukça sınırlıdır. Yesevîler özellikle 17. yüzyılda kaleme aldıkları eserlerinde zikr-i erreye temâs etmişler, ancak bu zikrin icrâ ediliş tarzından ziyâde onun meşrûiyyetini ispat için cehrî zikrin câiz olduğuna dâir deliller getirmişlerdir.

Zikr-i errenin ne zaman ve nasıl başladığı konusunda kaynaklarda birkaç rivâyet bulunmaktadır. 16. yüzyılda Semerkand civârında yaşayan Nakşbendî şeyhi Ahmed Kâsânî’ye göre, Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul oluyordu. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış ve zikr-i erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır[1].

Bir başka rivâyet, öz olarak buna benzemekle birlikte, daha menkabevîdir. Bu rivâyete göre, Hızır (a.s) bir gün Hoca Ahmed Yesevî ile sohbet etmeye gelmişti. Hoca’nın her gün gönlü ferah iken o gün sıkıntı içinde olduğunu gören Hızır hayretle sebebini sormuş, Ahmed Yesevî de, mürîdlerinin gönlünü kesâfet ve katılığın kapladığını, bu durumu gidermenin imkânsız olduğunu görerek üzüldüğünü söylemişti. Bunun üzerine Hızır “Ah, ah” diye zikre başlamış, bu zikrin tesiriyle hüzün ve sıkıntı giderilmiş, zikr-i erre de bu sûretle târîkatın geleneği olmuştur[2].

Zikr-i errenin, Hz. Zekeriyyâ (a.s) zamânından kalma bir gelenek olduğu da öne sürülmüştür[3]. Rivâyete göre Zekeriyyâ (a.s) muhâlifleri tarafından testere ile kesilip idam edilirken Allah’ı zikretmekle meşgul olmuş, böylece zikr-i erre (testere zikri) gelenek olmuştur. Zikr-i errenin Hızır ya da Zekeriyyâ (a.s) ile ilişkilendirilmesi, cehrî zikri ve dolayısıyla zikr-i erreyi bid‘at sayıp eleştiren Hanefî âlimlerine ve bir kısım Nakşbendîler’e cevap mâhiyetinde ihdâs edilmiş olmalıdır.

Ahmed Yesevî’nin kurduğu zikir meclisleri hakkında iki rivâyet dikkat çekicidir. Birinci rivâyete göre onun zikir meclislerinde kadın erkek birlikte zikrederlerdi. Menkıbeye göre, bu durum bazı âlimlerin tenkidine sebep olmuş, Yesevî de ateş ile pamuğu bir kutuya koyarak o alimlere vermişti. Âlimler ateşin pamuğa zarar vermediğini görerek Yesevî’nin “Bizim meclisimizde kadın ve erkeklerin bir arada olması onların gönüllerine bir zarar vermez” demek istediği yorumuna varmışlardı[4]. Bu menkıbe meşhur ise de, Yesevî kaynaklarına göre sonraki dönemde yaşayan Yesevîler’in bu tür müşterek zikir meclisleri kurmadıkları anlaşılmaktadır. Ahmed Yesevî’nin zikri meclisleri hakkında ikinci rivâyet de, Yesevî’nin 63 yaşından sonra yer altına girdiği ve bazı günler o mağarada mürîdleriyle zikir meclisi düzenlediği, zikre katılanların terlerinin akıp mağaranın alt ucundaki küp içinde biriktiği ve şerbete dönüştüğ, bu küpün sonraları hum-i ışk (aşk küpü) diye anıldığı şeklindeki menkıbedir[5].

14. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden İsmâil Ata bir mürîdine zikir telkîn ettikten sonra şöyle derdi: “Ey derviş! Tarîkat kardeşi olduk. Benden bir nasîhat kabul et: Bu dünyâyı yeşil bir kubbe olarak düşün, farz et ki âlemde sâdece sen varsın, bir de Hak Teâlâ var. O kadar zikret ki, tevhîdin galebesi ile sâdece Hak Teâlâ kalsın, sen aradan çık!”[6]. İsmâil Ata’ya göre, tıpkı demircinin demiri ateşte ısıtıp sonra dövmesi ve eğriliklerini gidermesi gibi, mürîd de zikre devâm ettikçe gönlünü kötülüklerden temizler[7]. İsmâil Ata’nın oğlu Hoca İshâk Ata, Ahmed Yesevî’nin kendi mürîdlerine iki tür zikri öğrettiğini, bunların Allah ve Hû zikirleri olduğunu ifâde etmiştir[8].

16. yüzyıl Yesevî-Nakşî şeyhlerinden Ahmed b. Mahmûd Hazînî (ö. 1002/1593’ten sonra) Huccetü’l-ebrâr isimli eserinde zikr-i errenin kalpteki kötü huyları giderdiğini, gönlün bu zikir sâyesinde Hakk’ı tanıdığını, kalp zikrinin Hû, Âh ve Hay kelimeleri ile icrâ edildiğini kaydetmiştir[9].

Hindistanlı Şattârî şeyhi Muhammed Gavs (ö. 970/1563) Cevâhiru’l-hams isimli eserinde zikr-i erreyi (zikr-i minşârî) bazı şeyhlerin “Hay” ve “Hû” ile, bazılarının ise “Hî” ve “Hâ” harfleriyle icrâ ettiğini ifâde etmiştir. Bu zikrin usûlü şöyledir: Sâlik iki elini iki uyluğunun üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek “hâ” demeli, sonra nefesi göbek altından kalbe çekerek baş, bel ve sırtı düz vaziyette iken şiddetle “Hay” demeli ve bu usulle devâm edilmelidir. Bu zikir, Hû, Hay ve Allah diyerek de icrâ edilir[10].

Sâlim b. Ahmed Şeyhân Bâ-Alevî Yemenî’nin (ö. 1046/1637) es-Sifru’l-mestûr li’l-bidâye fi’z-zikri’l-menşûr li’l-velâye isimli eserinden naklen zikr-i errenin beş türlü îfâ edildiği kaydedilmiştir. Birinci usûle göre, zikreden kimse iki dizinin üzerine oturur, ellerini iki dizinin üzerine koyar, nefesini göbeğinden damağına doğru çekmeye başlar, “Hâ” der, sonra nefesini göbeğine doğru uzatarak başı, beli, sırtı aynı hizâda olacak sûrette şiddetle aşağıya verirken “Hay” der. Bu şekilde zikre devâm ederken oluşan ses bıçkı sesine benzer. İkinci usûle göre, sâlik nefesini çekerken “Hû”, aşağıya verirken “Hay” der. Ya da her ikisinde de “Allah” der. Üçüncü usûle göre nefesini çekerken “Allah”, aşağıya verirken “Hû” der. Dördüncü usûle göre, her iki durumda da “Hay” der. Beşinci usûle göre, her iki durumda da Dâim, Kâim, Hâzır, Nâzır, Şâhid der[11].

17. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Muhammed Şerîf Hüseynî (ö. 1109/1697) Yesevî dervişlerinin bazen “Allah”, bazen “Hay”, bazen de ikisiyle birlikte “Hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikreden kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyorlarmış gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazı zamanlarda ise “Hû” zikri ile meşgûl olduklarını ifâde etmiştir[12].

Süleyman Şeyhî Köstendilî (ö. 1235/1820) zikr-i erre hakkında şu bilgileri verir: “Ve bu tâife-i aliyyede Türkistân meşâyıhı beyninde zikr-i erre ta‘bîr ederler, bir zikirdir ki ne lisân ve ne kalb iledir. Ağız kapalı, damak ile ism-i celâle müdâvim olunduğunda bir acâyib zikirdir ki destere sadâsına müşâbehe olunduğundan zikr-i erre derler. Yani destere hırıltısına müşâbih muharrik ve gâyet müessir bir garîb savt ile bir zikirdir”[13].

Müellifi bilinmeyen ve Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn ismiyle anılan Çağatay Türkçesi’yle yazılmış bir eserde ise Yesevîler’in zikrinin altı türünden bahsedilir: 1. İsm-i zât zikri: “Allah” diye zikretmektir. Bu zikir, “Allah Hû, Allah Hû, Yâ Hû, Allah Hû” şeklinde de icrâ edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, Hay âh” diye zikretmektir. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icrâ edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak yumulur. 3. Dûsere zikri: “Hay, âh, Allah, Hay, Hû” ve “Hay, Hayyen, Hû Allah; Hay, Hayyen, Hû Allah” diye zikretmektir. 4. Zikr-i Hû: “Hû, Hû, Hû Allah; Hû, Hû, Hû Allah” diye zikretmektir. 5. Zikr-i çaykun: Zikir vaktinde ritim, âhenk ve mûsikînin bir arada ve uyum içinde devam etmesi için zâkirin elinde çıngırak gibi bir âleti hareket ettirmesi, çak çak diye ses çıkarmasıdır. “Hû çakka, Hû çakka” diyerek zikredilir. 6. Çehâr darb: “Hay, âh âh âh, Hay, Hû; Hay, âh âh, âh, Hay, Hû” diye zikretmektir. Bu altı zikir usûlüne ek olarak bir de “zikr-i kebûter” (güvercin zikri) vardır ki “Hû, Hû” diye icrâ edilir[14].

Hindistanlı Çiştî şeyhi İmdâdullah Tehânevî (ö. 1317/1899) zikr-i erreyi şöyle târif etmiştir: Lâ ilâhe derken nefes şiddetle sağ omuza indirilir, baş biraz arkaya eğilir, sonra illallâh lafzı kalbe vurulur[15].

1873’te Orta Asya’da seyahat ederek o bölgenin kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler Taşkent’te Îşân Sâhib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevî zikrini özetle şöyle anlatır: “Perşembe akşamı bu mescide gittik. Genç yaşlı otuz kadar erkek diz üstü ve kıbleye doğru oturmuş, yüksek sesle ve vücutlarını hızlıca hareket ettirerek duâ okuyorlardı. Onların etrâfında bir halka vardı. Gece sıcak ve âyîn şiddetli olduğu için zikre katılanların çoğu cübbe ve sarıklarını çıkarmışlardı. Şu cümleleri okuyorlardı: “Hasbî Rabbî cellallâh, mâ fî kalbî gayrullâh, nûr Muhammed sallâllâh, lâ ilâhe illallâh”. Bu esnâda baş sol omuza ve kalbe doğru hızla hareket ettiriliyor, ardından sağ omuza ve oradan da tekrar kalbe doğru hareket ettiriliyordu. Bu hareketler yüzlerce defa tekrarlanıyor ve zikir, başkan olan Îşân’ın (şeyhin) isteğine göre genellikle bir ya da iki saat sürüyordu. Başlangıçta hareketler yavaş idi, zamanla hızlandı. İçlerinden birisi yavaşlarsa, zikrin temposunu ayarlamakla görevli olan Îşân onun başına vuruyor ya da onu halkanın dışına itip başka birisini dâireye çağırıyordu. Zikre katılanlar o kadar ısındı ve terledi ki, zaman zaman birkaç dakika dinlenmek zorunda kaldılar. Onlar dinlenirken yerleri hemen başkaları tarafından dolduruldu. Sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okudular, sonra “Hay, Hay, Allah Hay” zikrine başladılar. Önceleri vücutlarını yere doğru yavaşça eğiyorlardı, sonra ritim hızlandı, hepsi ayağa kalktılar. Tempo artıyordu. Her biri elini yanındaki arkadaşının omzuna koymuştu. Merkezi bir olan birkaç halka oluşmuştu. Mescidin bir köşesinden diğerine topluca hareket ediyorlar ve dâimâ “Hay, Allah Hay” diye zikrediyorlardı. Bazen zikir “Hû Allah” şekline dönüşüyor, zâkirler bedenlerini öne ve arkaya eğiyorlardı. Sonunda zâkirlerin çoğu halkanın ortasına geldi ve çılgınca bir raks başladı. Bazen etraflarındaki halkadan birilerini de içeri çekiyorlardı. Fizik güçleri tükenince halkanın içine oturdular, Îşân duâ okurken onlar murâkabe ve tefekküre daldılar. Hâfız’ın Dîvân’ından bazı beyitler okunduktan sonra zikir tekrar sesli ve hareketli olarak devam etti. Zikir bu şekilde sabaha kadar sürer. Namazlarda olduğu gibi zikirde düzenli hareket kuralları yoktur. Her şey Îşân tarafından düzenlenir. Bir süre sonra mescidden ayrıldık ve baş Îşân’ın yanına götürüldük. O, zikir meclisine başkanlık yapamayacak kadar hasta idi ama bize biraz çay ve meyve ikram etti”[16].

Musâhipzâde Celâl Osmanlı döneminde İstanbul’daki Özbek tekkelerinde Çağatayca ve Uygurca ilâhîler okunduğunu, özellikle Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinin besteyle okunarak âyinler yapıldığını söyler[17]. Ömer Tuğrul İnançer’in naklettiğine göre, bu tekkelerde ayakta karşılıklı saflar veya zikir halkası şeklinde yer alan dervişler, vücutlarını sağa sola eğerek ve zikir hızlandığında sağ dizlerini yere vurup tekrar dikilerek zikrederlerdi[18].

Bu rivâyetlerden, zikr-i errenin bir çok türü olduğu anlaşılmaktadır. Orta Asya’da bir alan araştırmasının yapılması ve bu usûlleri geleneksel olarak bilen kişiler varsa icrâsının videoya kaydedilmesi, târihe karışan bu kültürün sonraki nesillere tanıtılması için önemli bir hizmet olacaktır.

- Doç. Dr. Necdet Tosun