BELÂGAT

البلاغة

Edebiyat kaideleri ve edebî sanatlarla ilgili meânî, beyân ve bedîi içine alan ilim dalı.

Belâgat sözlükte “sözün fasih ve açık seçik olması” anlamında masdardır. Bazı kaynaklar bunu “ulaşmak; olgunlaşmak, erginlik çağına varmak” mânasındaki bulûğ kelimesiyle ilgili görüyorlarsa da bab ve masdar değişikliğinden dolayı bu anlam isabetli görülmemektedir. Terim olarak ise biri “meleke”, diğeri “ilim” olmak üzere iki mânada kullanılmıştır. Batı dillerinde meleke anlamında belâgata karşılık Zloquence, ilim anlamında da rhétorique kelimeleri kullanılmaktadır. Meleke olarak belâgat, sözün, fasih olmakla beraber yer ve zamana da uygun olmasıdır. Diğer bir söyleyişle bir fikrin sözlü veya yazılı olarak yerinde, yeterince ve zamanında ifade edilmesidir. Belâgat insanda doğuştan var olan bir melekedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “O insanı yarattı ve ona beyânı (düşündüğünü açıklamayı) öğretti” (er-Rahmân 55/3-4) buyurulmaktadır. Dolayısıyla belâgat henüz ilim haline gelmeden önce meleke olarak şair, yazar ve hatiplerde hatta halkın dilinde vardı. Bu sebeple sonraları birer belâgat terimi kabul edilecek olan teşbih, mecaz, istiare, takdim, tehir, cinas, mutabakat vb. edebî sanatlar her dil ve kültürde daima kullanılmıştır. Nitekim belâgatın meleke olarak bir hayli geliştiği Câhiliye devri sözlü edebiyatında, Kur’ân-ı Kerîm ve hadiste bu ilme dair birçok örnek bulmak mümkündür.

İbnü’l-Mukaffa‘dan (ö. 142/759) başlayarak Câhiz (ö. 255/869), Kudâme b. Ca‘fer (ö. 337/948) ve Rummânî’ye (ö. 384/994) gelinceye kadar belâgat, insanın doğuştan sahip olduğu bir kabiliyet ve sanata olan yatkınlığı şeklinde anlaşılmıştır. Nitekim İbnü’l-Mukaffa‘a göre belâgat, sözü herkesin kolay kolay söyleyemeyeceği tarzda söylemektir. Câhiz’e göre lafızla mânanın güzellikte birbiriyle yarışması, yani mânadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mânanın zihne süratle ulaşmasıdır (el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 115). Rummânî’ye göre ise mânayı güzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaştırmaktır (en-Nüket, s. 69).

İlim olarak ise düzgün ve yerinde söz söyleme usul ve kaidelerini inceleyen belâgat, meânî, beyân ve bedî‘ olmak üzere üç fenne ayrılır. Belâgat Arap dili ve edebiyatıyla ilgili ilimler içinde bağımsızlığına en geç kavuşanıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in i‘câzını anlayabilmek için müslüman milletlerin ve çeşitli nesillerin uzunca bir süre bu konu üzerinde çalışıp belâgatın ilkelerini, metot ve terminolojisini ortaya koymalarını beklemek gerekiyordu. Ancak bu tarihî süreçten sonra belâgat bağımsız bir ilim olabilmiştir. Bu ilim bağımsız hale gelinceye kadar tarihî gelişimine ve ihtiva ettiği konuların ağırlığına göre değişik isimlerle anılmıştır. Meselâ “Mecâzü’l-Kur’ân” adlı eserlerde mecaz ve fesahat, Câhiz’de beyân, İbnü’l-Mu‘tez’de (ö. 296/908) bedî‘, Kudâme b. Ca‘fer’de nakdü’ş-şi‘r, Ebû Hilâl el-Askerî’de (ö. 400/1009’dan sonra) es-sınâateyn, İbn Sinân el-Hafâcî’de (ö. 466/1073) fesahat, Abdülkahir el-Cürcânî’de (ö. 471/1078) belâgat ve delâilü’l-i‘câz, Zemahşerî’de (ö. 538/1144) meânî ve beyân, Bedreddin b. Mâlik’te meânî, beyân ve bedî‘, nihayet Hatîb el-Kazvînî’de (ö. 739/1338) ulûmü’l-belâga adlarıyla anılmıştır. Çağdaş müelliflerden Tâhâ Hüseyin belâgat için beyân kelimesini, Emîn el-Hûlî ise fennü’l-kavl terkibini kullanmıştır.

Arap edebiyatında belâgat çalışmaları önce edebî tenkit şeklinde başlamış, İslâmî dönemde ise hem Kur’ân-ı Kerîm’in i‘câzı, hem de edebî tenkit sebebiyle bu faaliyet daha hızlı bir şekilde devam etmiştir. Edebî tenkit ve Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet maksadıyla yapılan çeşitli çalışmalardan belâgatla ilgili olanları dört dönem halinde incelemek mümkündür.

Birinci Dönem. Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünden yaklaşık IV. (X.) yüzyıl sonlarına kadar devam eden bu dönemdeki belâgat çalışmaları dil ve edebiyat, tefsir, edebî tenkit ve kelâm ilimleriyle karışık bir şekilde ele alınmış, fakat esas hedef Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla anlamak olmuştur. Başlangıçta Kur’an’ı her Arap’ın rahatlıkla anladığı söylenemezse de önemli bir kesim onun fesahat ve belâgatını anlayabiliyordu; fakat yeni yetişen nesillerin, özellikle de Arap olmayan müslüman toplumların onu anlayabilmeleri için çeşitli çalışmalar başlatılmıştı. Bu çalışmaların sonuçları ancak V. (XI.) yüzyıldan sonra ortaya konan eserlerde elde edilmeye başlanmış ve böylece belâgat bağımsız bir ilim haline gelmiştir. Bu dönemde yetişen dilci ve edebiyatçıların çoğu aynı zamanda tefsir âlimi idi. Dolayısıyla bu devirde yazılan tefsirler belâgata dair ilk bilgiler için vazgeçilmez birer kaynak durumundadır.

İslâm dünyasının sınırları genişleyip Arap olmayan müslüman toplulukların Kur’ân-ı Kerîm’i yanlış anlama endişesi ortaya çıkınca Arap dili gramerinin kurallar halinde tesbitine ihtiyaç duyuldu. İlk asırlarda bu kurallar tesbit edilirken dil ve edebiyat bir bütün olarak ele alındığından belâgat kaideleri de bu ilimler içinde incelenmekteydi. Nitekim Sîbeveyhi (ö. 180/796) bu maksatla yazdığı el-Kitâb adlı eserinde dil konuları yanında daha sonraki yüzyıllarda belâgat ilminin bir kolu kabul edilen meânînin alanına giren müsned, müsnedün ileyh, takdim-tehir, kıyasa muhalefet, ta‘rif-tenkir, hazif, emir ve nehiy gibi konuları da işlemiştir. Müberred (ö. 285/898) el-Kâmil’inde dil ve edebiyat meseleleri yanında mecaz, temsil, emir, dua, istiare, teşbih vb. konulardan söz etmiş, hatta teşbihi çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Câhiz ise el-Beyân ve’t-tebyîn adlı meşhur eserinde meleke olarak belâgat üzerinde dururken teşbih, mecaz, istiare, kinaye, hüsn-i taksîm, i‘câz, muktezâ-yı hâl gibi konulara da geniş yer vermiştir.

Öte yandan bazı âlimler Kur’ân-ı Kerîm’deki kelimelerle bu kelimelerin delâlet ettiği eşya, vasıf ve hareketler üzerinde düşünerek bunların bir kısmının son derece açık (muhkem), bir kısmının ise müphem (müteşâbih) olduğunu gördüler ve daha ilk asırlardan itibaren “Beyânü’l-Kur’ân”, “Meâni’l-Kur’ân”, “İ‘câzü’l-Kur’ân”, “Mecâzü’l-Kur’ân”, “Müşkilü’l-Kur’ân”, “İ‘râbü’l-Kur’ân” vb. adlarla anılan eserler yazdılar. Edebî sanatların tetkikine yönelik çalışmaların gerçek başlangıcı olan bu eserlerde daha ziyade kelime ile mâna arasındaki münasebetler incelenmiştir. Yukarıda zikredilenlerden başka bu dönemde dil, edebiyat ve tefsirle ilgili olarak ortaya konan ve belâgat konularına da yer veren başlıca eserler arasında Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’nın (ö. 207/822) MeǾâni’l-Ķurǿân’ı, Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ’nın (ö. 209/824) Mecâzü’l- Ķurǿân, İǾrâbü’l- Ķurǿân ve MeǾâni’l- Ķurǿân’ı, İbn Kuteybe’nin (ö. 276/889) Teǿvîlü müşkili’l- Ķurǿân’ı, Ebû İshâk ez-Zeccâc’ın (ö. 311/923) İǾrâbü’l- Ķurǿân’ı ile MeǾâni’l- Ķurǿân’ı, İbn Fâris’in (ö. 395/1004) eś-Śâhibî’si ve Şerîf er-Radî’nin (ö. 406/1015) Telħîśü’l-beyân fî mecâzâti’l- Ķurǿân’ı ile Mecâzâtü’l-âŝâri’nnebeviyye’si zikredilebilir.

Yine bu dönemde müslümanların yabancı kültürlerle teması sonucunda ortaya çıkan bazı problemlere kelâmcıların çözüm getirmeleri, özellikle İslâm’a ve Kur’ân-ı Kerîm’e yöneltilen eleştirilere cevap aramaları belâgat ilminin gelişmesi açısından faydalı olmuştur. Kelâmcılar Kur’an’ın i‘câzı üzerinde dururken i‘câzı kavrama yollarından biri olan belâgat ve fesahatla ister istemez meşgul oldular. Bişr b. Mu‘temir’in (ö. 210/825), Câhiz’in el-Beyân ve’t-tebyîn’i içinde (I, 135-139) günümüze kadar gelen meşhur “sahîfe”si, Kur’an’ın i‘câzına dair Câhiz’in Nažmü’l- Ķurǿân’ı ile Muhammed b. Zeyd el-Vâsıtî’nin (ö. 306/919) İǾcâzü’l- Ķurǿân’ı (bu iki eser günümüze kadar gelmemiştir), Rummânî’nin en-Nüket fî iǾcâzi’l- Ķurǿân’ı, Hattâbî’nin (ö. 388/998) Beyânü iǾcâzi’l- Ķurǿân’ı, Ebû Bekir el-Bâkıllânî’nin (ö. 403/1013) İǾcâzü’l- Ķurǿân’ı ve Kādî Abdülcebbâr’ın (ö. 415/1025) el-Muġnî fî ebvâbi’t-tevĥîd ve’l-Ǿadl adlı eseri bu konuda önemli kaynaklardır.

İslâmiyet’in ortaya çıkışından kısa bir süre önce şifahî olarak gürülen edebî tenkit, Abbâsîler’in ilk asrından itibaren medenî ve fikrî ilerlemeyle birlikte yazılı olarak gelişmeye başladı. Belâgat çalışmalarının bu ilk dönemindeki edebî tenkitle ilgili eserler genelde edebî tenkidin esaslarını tesbite çalıştılar. Bunlardan İbn Sellâm el-Cümahî’nin (ö. 232/846) Ŧabaķātü füĥûli’ş-şuǾarâǿ adlı eseri, Ebû Zeyd el-Kureşî’nin, Cemheretü eşǾâri’l-ǾArab’ı, İbn Kuteybe’nin eş-ŞǾir ve’ş-şuǾarâǿ, İbnü’l-Mu‘tezz’in Ŧabaķātü’ş-şuǾarâǿ adlı eserleri, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin (ö. 356/967) el-Eġānî’si sayılabilir. Ayrıca bazı şairleri özel olarak incelemek suretiyle edebî tenkidin esaslarını tesbite çalışan Hasan b. Bişr el-Âmidî’nin (ö. 371/981) el-Muvâzene beyne Ebî Temmâm ve’l-Buħtürî’si ile Ebü’l-Hasan el-Cürcânî’nin (ö. 392/1002) el-Vesâŧa beyne’l-Mütenebbî ve ħusûmihî adlı eseri önemlidir. Ebü’l-Abbas Sa‘leb’in (ö. 291/904) ĶavâǾidü’ş-şiǾr, Nâşi el-Ekber’in (ö. 293/905) Naķdü’ş-şiǾr, İbnü’l-Mu‘tezz’in el-BedîǾ, İbn Tabâtabâ el-Alevî’nin (ö. 322/933) Ǿİyârü’ş-şiǾr, Kudâme b. Ca‘fer’in Naķdü’ş-şiǾr ve Naķdü’n-neŝr, Ebû Saîd es-Sîrâfî’nin (ö. 368/979) ŚanǾatü’ş-şiǾr ve’l-belâġa, Merzübânî’nin (ö. 384/994) el-Muvaşşaĥ fî meǿâħiźi’l-Ǿulemâǿ Ǿale’ş-şuǾarâǿ ve İbn Münkız’ın (ö. 584/1188) el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr adlı eserlerinde şiir tenkidi yanında belâgatla ilgili konular da işlendi. Edebî tenkit bakımından son derece verimli olan bu dönemde edebî tenkitle belâgatın iç içe olduğu görülür. Bu ilk dönemde belâgatın ilim olarak teşekkülünde yabancı tesirler zannedildiği kadar fazla olmamıştır. Bu sebeple Tâhâ Hüseyin’in, “Aristo sadece felsefede değil felsefe yanında belâgatta da müslümanların ilk muallimidir” (Naķdü’n-neŝr, mukaddime, s. 31) tarzındaki görüşüne katılmak mümkün değildir.

İkinci Dönem. IV. (X.) yüzyıl sonlarından VIII. (XIV.) yüzyıl sonlarına kadar devam eden, belâgatın müstakil bir ilim halinde teşekkül etmeye ve terimlerinin belirmeye başladığı bu dönemde yazılan eserlerde belâgat konuları ön planda gelmektedir. Ebû Hilâl el-Askerî’nin Kitâbü’ś-ŚınâǾateyn’i, İbn Reşîk’in (ö. 463/1070-71) el-ǾUmde’si, İbn Sinân el-Hafâcî’nin Sırrü’l-feśâĥa’sı ve Ebû Tâhir Muhammed b. Haydar el-Bağdâdî’nin (ö. 517/1123) Ķānûnü’l-belâġa’sı bu eserlerin önemlilerinden birkaçıdır. Belâgat tarihinin en büyük nazariyatçılarından biri olan Abdülkāhir el-Cürcânî’nin Delâǿilü’l-iǾcâz ve Esrârü’l-belâġa adlı kitapları bu dönemin en meşhur eserleridir. Zemahşerî, Cürcânî’nin adı geçen iki eserini esas alarak Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatına geniş yer veren el-Keşşâf Ǿan ĥaķāǿiķi’t-tenzîl adlı tefsirini yazmıştır. Bu dönemin sonlarına doğru yazılan eserler tamamen belâgat ağırlıklı olup giderek bu ilim beyân, meânî ve bedî‘den ibaret olan klasik şeklini almıştır. Dönemin diğer önemli eserleri şunlardır: Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209), Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz min Esrâri’l-belâġa ve Delâǿili’l-iǾcâz. Eser Abdülkāhir el-Cürcânî’nin adı geçen iki kitabı esas alınmak ve Reşîdüddin Vatvât’ın (ö. 573/1177) Farsça Ĥadâǿiķu’s-siĥr’indeki bedîe dair sanatlar ilâve edilmek suretiyle meydana getirilmiştir. Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî (ö. 626/1229), Miftâĥu’l-Ǿulûm; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr (ö. 637/1239), el-Meŝelü’s-sâǿir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâǾir, el-CâmiǾu’l-kebîr fî śınâǾati’l-manžûm mine’l-kelâm ve’l-menŝûr; İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî (ö. 654/1256), BedîǾu’l-Ķurǿân, et-Taĥrîrü’t-taĥbîr fî Ǿilmi’l-bedîǾ; Yahyâ b. Hamza el-Alevî (ö. 749/1348), eŧ-Ŧırâzü’l-mütażammin li-esrâri’l-belâġa ve Ǿulûmi haķāǿiķi’l-iǾcâz.

Üçüncü Dönem. VIII. (XIV.) yüzyıl ortalarından XIII. (XIX.) yüzyıl sonlarına kadar devam eden bu uzun dönemde diğer birçok ilim dalında olduğu gibi belâgat ilimlerinde de bir duraklama başlamış, belâgat adına yapılan çalışmalar, Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’unun üçüncü bölümünden faydalanarak Hatîb el-Kazvînî tarafından Telħîśü’l-Miftâĥ, adıyla düzenlenen kitap üzerine yazılan şerh, hâşiye ve ta‘likat şeklinde olmuştur. Artık İslâm dünyasında müstakil eserler yerine çeşitli ilimlerde mantıkî birtakım tarif, tasnif ve değerlendirmelerle yetinilmiş, belâgata dair çalışmalarda da bu durum açık bir şekilde kendini göstermiştir. Bu dönemde kaleme alınan şerh ve hâşiyelerde dikkati çeken bir başka özellik de eserin konusu ne olursa olsun müellifin kendi ihtisasıyla ilgili terim veya deyimlere büyük ölçüde yer vermesidir.

Bu dönemde belâgatla ilgili eserlerde beyân, meânî ve bedî‘ şeklindeki üçlü tasnif aynen devam etmiştir. Ancak bedîiyyât adıyla Hz. Peygamber’in methini konu edinen ve her beytinde en az bir bedîî sanat kullanılan yeni bir nazım şekli ortaya çıkmıştır (bk. BEDÎİYYÂT). Dönemin belâgatla ilgili belli başlı eserleri şunlardır: Adudüddin el-Îcî (ö. 756/1355), el-Fevâǿidü’l-ġıyâŝiyye. Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’unun belâgatla ilgili üçüncü bölümünün bir muhtasarıdır. Teftâzânî (ö. 792/1390), el-Muŧavvel Ǿale’t-Telħîś, Muħtaśarü’l-Muŧavvel; Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413), Ĥavâşi’s-Seyyid Ǿale’l-Muŧavvel; Hasan Çelebi (ö. 886/1481), Ĥâşiye Ǿalâ Şerĥi’l-Muŧavvel; Ebü’l-Kāsım el-Leysî es-Semerkandî (ö. 888/1483’ten sonra), Ĥâşiyetü Ebi’l-Kāsım el-Leyŝî es-Semerķandî Ǿale’l-Muŧavvel; Abdülhakîm es-Siyâlkûtî (1067/1656), Ĥâşiye Ǿale’l-Muŧavvel.

Bu dönemde şerh ve hâşiye şeklinde gerçekleştirilen bu çalışmalar İslâm dünyasında edebî ve ilmî anlayışın ince tahlil ve tenkitleriyle doludur. Dolayısıyla bu müelliflerin tamamen orijinaliteden yoksun oldukları söylenemez.

Başlangıcından bu döneme kadar gelen belâgat çalışmaları taşıdıkları özellikler bakımından genel olarak kelâm-felsefe mektebi ve edebiyat mektebi diye iki ana mektebe ayrılmaktadır. Süyûtî bu iki merhaleyi Acem ve felsefecilerin mektebi ile Arap ve bülega mektebi şeklinde ifade etmektedir.

a) Kelâm ve Felsefe Mektebi. Bu mektepte “efrâdını câmi, ağyârını mâni” mantıkî tarifler, tasnifler, felsefî ve mantıkî terimler hâkimdir. Bu mektep mensupları, belâgat ve fesahatı ile tanınan kişilerden bol örnekler vermek suretiyle yeni bir üslûp ve anlayış geliştirme yerine mantık kaidelerine uygun bir tarif ve bu tarife uygun bir misalden oluşan anlaşılması zor, yoğun bir metin ortaya koyma yoluna gitmişler; bu metinlerin anlaşılabilmesi için de ayrıca şerh, hâşiye ve ta‘likat yazma ihtiyacını duymuşlardır. Bilhassa Sekkâkî’den sonraki belâgatçılar bütün güçlerini bu zor metinlerin anlaşılmasına sarfederek bu tür eserleri inceden inceye tahlil ve tenkit etmişlerdir. Dolayısıyla müstakil eserlerle ortaya koymadıkları belâgatla ilgili şahsî görüşleri bu şerh ve hâşiye bolluğu içinde kaybolup gitmiştir. Daha çok İslâm dünyasının doğu kesiminde hâkim olan bu mektep esaslarına göre yazılmış başlıca eserler Abdülkahir el-Cürcânî’nin Delâǿilü’l-iǾcâz’ı, Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı, Fahreddin er-Râzî’nin Nihâyetü’l-îcâz fî dirâyeti’l-iǾcâz’ı, Sekkâkî’nin Miftâĥu’l-Ǿulûm’u, Bedreddin b. Mâlik’in el-Miśbâĥ fî Ǿulûmi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾi, Hatîb el-Kazvînî’nin Telħîśü’l-Miftâĥ’ı ile el-Îżâĥ’ı, Sa‘deddin et-Teftâzânî’nin el-Muŧavvel ile el-Muħtaśar’ı ve daha sonra bunlara yazılan şerh, hâşiye ve ta‘likatlardır.

b) Edebiyat Mektebi. Bu mektep mensupları felsefî ve mantıkî terim ve tariflerden çok edebî zevk ve sanat ölçülerini esas almışlar, bol misal ve şâhidlerden hareketle edebî zevkin ve bir belâgat üslûbunun ortaya çıkmasına gayret sarfetmişlerdir. Bu mektebe mensup eserlerin okunup anlaşılmasının kelâm mektebine göre daha kolay olması sebebiyle bunlarla ilgili şerh, hâşiye ve ta‘likata ihtiyaç duyulmamıştır. Daha çok Arapça’nın ana dili olarak kullanıldığı Arabistan yarımadası, Irak, Suriye, Mısır ve Mağrib’de hâkim olan bu mektep esaslarına göre yazılmış başlıca eserler İbn Reşîk’in el-ǾUmde’si, İbn Sinân el-Hafâcî’nin Sırrü’l-feśâĥa’sı, Üsâme b. Münkız’ın el-BedîǾ fî naķdi’ş-şiǾr’i, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’in el-Meŝelü’s-sâǿir’i ile el-CâmiǾu’l-kebîr’i ve İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî’nin BedîǾu’l-Ķurǿân’ıdır. Yahyâ b. Hamza el-Alevî bu iki mektebin görüşlerini birleştirmek suretiyle eŧ-Ŧırâzü’l-müŧażammin adlı bir eser yazmışsa da kendisinden sonra pek takipçi bulamamıştır. Aynı şartlar içinde doğup gelişen bu mektepleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şu var ki İslâm dünyasında belâgat denince akla ilk gelen, kelâm ve felsefe mektebi ve bu mektebe mensup müelliflerin eserleri olmuştur.

Dördüncü Dönem. XIII. (XIX.) yüzyıl sonlarından günümüze kadar devam edegelen, İslâm dünyasının Avrupa ile temasa geçmesinden sonra birtakım yenilik arayışlarının başladığı bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde yetişen belâgatçıları, diğer birçok ilim dalında olduğu gibi, klasik tarz belâgat çalışmalarını devam ettirenlerle ona modern bir veçhe vermek isteyenler olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. XX. yüzyıl belâgatçılarının özelliği, daha önceki dönemlerde yazılıp bu dönemin başlarında neşredilen metin, şerh ve hâşiyelerden faydalanarak konuyu kendi düşüncelerine göre ifade etme yoluna başvurmalarıdır. Bu dönemde ufak tefek ilâvelerle klasik tarzı devam ettiren belâgatçılar ve eserleri şunlardır: Hüseyin b. Ahmed el-Mersafî (ö. 1307/1889), el-Vesîletü’l-edebiyye ile’l-Ǿulûmi’l-ǾArabiyye; Ahmed el-Hâşimî (ö. 1362/1943), Cevâhirü’l-belâġa fi’l-meǾânî ve’l-beyân ve’l-bedîǾ; Ahmed Mustafa el-Merâgı (ö. 1952), ǾUlûmü’l-belâġa.

Belâgata modern bir veçhe vermek isteyenler genellikle Batı edebiyatını okumuş, incelemiş ve bu edebiyattaki gelişmelerin etkisinde kalmış kimselerdir. Bunlar belâgatın edebî tenkitle iç içe olması ve Batı’daki gibi estetik çalışmalardan faydalanılması gerektiğini savunmuşlardır. En önemli temsilcileri Tâhâ Hüseyin, Abbas Mahmûd el-Akkād ile İbrâhim el-Mâzinî’dir. Bunların çoğu belâgatla doğrudan ilgili eserler kaleme almamakla beraber yazı ve kitaplarında belâgat konularına sık sık yer vermiş kimselerdir. Modern anlamda belâgat çalışmaları ortaya koyan belâgatçılar ve eserleri ise şunlardır: Emîn el-Hûlî, Fennü’l-ķavl, el-Belâġa ve Ǿilmü’n-nefs; Ahmed Hasan ez-Zeyyât, DifâǾ Ǿani’l-belâġa; Ali el-Cârim-Mustafa Emîn, el-Belâġatü’l-vâżıĥa.

Kaynak: Yazıcı, Tahsin, "Belâgat", DİA, C. 5, İstanbul 1992, s. 380-383.