Uludağ Üniversitesi'nden Bir Söyleşi (2001)


Sizin "Uluslar ötesi derin dünya devleti" olarak adlandırdığınız sistem, 11 Eylül sonrası dünyada daha belirgin ve geniş bir hareket alanı mı buldu?
Hem belirginleşti, hem de kendini deklare etti. Bu sistem 1870'lerde yuvarlık masa ile başlar ve etrafında bir dizi kurum örgütlenir. Bilderberg Grubu, Kraliyet Uluslararası İlişkiler Kuruluşu, Dış İlişkiler Konseyi, Üçlü Komisyon ve Roma Kulübü isimli örgüt. Ve bunların güdümündeki Birleşmiş Milletler. Sonra World Economic Forum. Bunun amacı kartellerle dünya liderlerinin arasındaki küresel işbirliğini artırmaktır. Sistemin sacayakları. Şunu da biliyoruz ki, dünya liderlerinin lider olabilmesi için -başta Bilderberg-bunların onayı gerekiyor. Mesela, daha bir milliyetçi Thatcher'in yerine "Bilderberg'in borazanı" olarak bilinen Major'ın getirilmesi bunun bir sonucudur. Son ABD başkanları da oradan geçtiler.



Bu deklarasyonda ABD'nin öfkesinin de payı var mı?
1991'de Baba Bush, Körfez Savaşı’nın Yeni Dünya Düzeninin yerleştirilmesi için iyi bir fırsat olduğunu üstüne basa basa söylemişti. Evveliyatı da var. Yeni Dünya Düzeni epey zamandır dillendiriliyor. Örneğin, Robert Kennedy'nin de demeçleri vardır. Oğul Bush biraz daha sabırsız davrandı ve YDD'yi İkiz Kuleleri bahane ederek oturtmaya kalktı. Bir Allah'ın kulu "hayır" demedi, En başta da "solcu" Blair'in İngiltere'si şak şak yaptı.


11 Eylül’ün Amerika'ya itibar kaybettirdiğini düşünüyor musunuz?
Tabii, Ancak Derin Dünya Devleti'nin baş hasımı zaten ABD halkının ta kendisi. Dolayısıyla bu işten mağdur olacak ABD halkının bizatihi kendisi. ABD, dünyanın anayasa ile kurulmuş ilk devletidir ve hiç kuşkusuz dünya tarihinin en önemli devletidir. Bu iksir şimdi tehdit altında. Anayasa sürekli olarak deliniyor, kanunlar değişiyor. Tabii, burada ABD halkının da kusuru var, çok apolitikleştiler. Seçimlere katılına oranları % 30'lara kadar düştü, Clinton, geçerli oyların sadece % 12'si ile seçildi; Bush'un başkan olup olmadığı belli değil. Demokrasinin en iyi uygulandığı bir ülke olduğu iddia ediliyor ama üçüncü bir parti kurmak fiilen yasak. % 25'i zenci ve Latin kökenli ama temsil oranları % l'de kalmış. Böyle açmazları var. Şu anda bir endüstriyel askeri güç Amerika'yı devralıyor. Görülmemiş şeyler oluyor. Federal Emergency Management Ageney (FEMA) diye anayasaya galiz bir şekilde aykırı bir örgüt kuruluverdi, Askeri mahkemelerin kurulmasından bahsediliyor. Asıl itibar kaybı buralarda.

Yoksa demokrasi, sadece steril ortamlarda mı iyi sonuç veriyor?
Hayır, bu doğru değil. Çünkü bütün bu anlattıklarımı bizatihi Amerikan muhalefeti ortaya çıkarıyor. Bu ta 1960'lardan itibaren etkili olan sıkı bir muhalefettir ve Vietnam Savaşı'nı durdurmuştur, Mesela, mevcut kanunlarla ABD'de 2020 yılında sıkıyönetim ilan edilebileceğini iddia ediyorlar. Bunu da askerlerin sivil asayiş işlerinde kullanılamayacağına dair kanunun ('Posse Comitatus') ortadan kaldırılmasına dayandırıyorlar. Amerikan hükümeti, Afganistan'daki yıkımın sadece Bin Ladin yüzünden olduğunu ne bana, ne de kendi muhaliflerine anlatabilir.

Son dönemin temel referansı da 11 Eylül oldu. Bu, gerçekten bir tür "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" tarihi mi?
11 Eylül'ün milat vs. olarak gösterilmesini kabul etmiyorum. Tamam, dramatik bir olaydı çünkü binalar büyüktü, çarpan uçaklar insan doluydu, -toprakları bol olsun- birçok insan öldü. Ama bu kadar insanın ölmesi ne ilktir dünyada ne de sondur. Ama New York şık bir şehir. Biz Sabra, Şatilla katliamlarını da gördük, topyekün Filistin'in katledilişini gördük. Niye Kızıl Kımerler katliamı milat değildi, Somali değil de, New York?


11 Eylül'den bizdeki 28 Şubat'a bir haklılık çıkarma çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İkiz Kuleler'e saldırı 28 Şubat'ı haklı çıkarır mı?
Tabii ki hayır! Her ülke kendine göre bazı önlemler alır; iyidir kötüdür tartışılır. Ama dünya tarihinin de şahitliğiyle tartışılmayacak olan şudur: Kaba, mesnetsiz benzetmelerden yola çıkıp olaylar hakkında toptancı hüküm veremezsiniz.

Schrödinger'in Kedisi, Rüya ve Kâbus romanlarıyla birdenbire hepimizin zihninde müthiş bir ameliyat yaptınız. "Bir şey ne imkansızdır ne de kesin" yargısı ile "bir şey ne illa siyah, ne de beyazdır''ı gündeme getirdiniz. Birçokları "hem / hem de" demeye başladı. Bir romanı bu felsefeye oturtmak fikri nasıl doğdu?
Eskiye, master öğrenciliğime kadar gider. Öteden beri matematiğin siyah-beyazıyla anlatılan ekonomiye itirazım vardı. Alfasıyla betasıyla, standart sapmasıyla bir ekonometrik model kuruyorsunuz ama bu, Konya'daki Hatice teyzenin derdini çözmüyor. Bunu farkettim ve bir de baktım meğer Einstein aynı şeyi söylemiş zaten. Matematik bir ussal yogadır, gerçek dünyayı yansıtmaz. Döndüm, fizik okumaya başladım. Saçaklı mantığı keşfettim ve sıkıntımın çözüldüğünü gördüm. Aristo mantığı ile, ussal programlama ile gerçeğin arasındaki uçurum ortaya çıktı. Mesela, devletin yaptığı toplumsal mühendisliğin sökmemesi bunun bir tezahürüdür. Niye biz kural tanımaz insanlarız. Kırmızıda durmayız çünkü her durmadığımızda ölmeyeceğimizi biliriz. Trafik kontrolü varsa bunu hiç tanımadığımız insanlara sinyalle vs. haber veririz. Kuantum fiziğinin "bir şey ne imkansızdır ne de kesin" dediği, her hız yapanın ille de ölmeyeceği bilgisinin bilgisi, işte bu. Batı entelejansiyası kesinliğin imkansızlığını epeydir konuşuyor. Meğer ikinci aydınlanma çağına girmiş iz bile. Bu konular bir an önce Türkiye'de de tartışılmaya başlansın istedim.


Toplum hayatımız bütün refleksleriyle ne siyah, ne de beyaz ... Bu durumun farkına varamayan aydınlar var mı?
Elbette var. Ama biz nasıl eğitildik ona bakalım. Cumhuriyet kurulurken Batı'yı örnek almak durumundaydık. Batı siyah-beyaz, pozitivist döneminin doruğunu yaşıyordu, pozitivist düşünce onlara çok iyi hizmet vermiş gibi duruyordu. Duruyordu diyorum çünkü bu arada ozon da delindi, siyah-beyaz IMF reçeteleri sayesinde açlığın arttığı da bir vakıa. Ama daha iyisini bilmiyorduk, biz de o yoldan gitmeye karar verdik. Böylece diğer davranış biçimlerimizin yanında, siyah-beyaz İslâm da üniversitelerden çıktı.

Batı'nın şimdi keşfettiği kuantum felsefesi Doğu tarafından çok önceden kullanılan bir şey değil mi?
Saçaklı mantıktan tutun da kuantum parçacıklarını açıkladığımız "hem / hem de .. "ye kadar hepsi var Doğu'da. Tasavvuf bütünün üzerine kuruludur. Buda'dır "kelimeleri yırtın, arkasına bakın" diyen. "Deniz mavidir" ama mavilik denizin binbir durumundan bir tanesidir. Gece başka gündüz başka; dalgada başka güneşte başkadır. "Deniz hem mavidir, hem de değildir" demez de, illa da "deniz mavidir" diye iddia ederseniz bu politik bir tutum olur. Siyah-beyaz İslâm da gelir, siyah-beyaz laisizm de gelir, toplum mühendisliği de gelir, ucu faşizme kadar gider. Bir metodolojiye asılıp "illa da bu doğrudur" derseniz diğerlerini devre dışı bırakıyorsunuz demektir. Çin tıbbı sadece metodoloji bahanesiyle yıllarca reddedildi. Daha da kötüsü, metodoloji aklın yerini aldı. Akıl ile hayal birbirinin zıddı gibi görüldü ama doğru değil. Hayal olmadan akıl, akıl olmadan hayal olmuyor. Eskiden IQ vardı, sonra EQ geldi; duygusal zeka. Şimdi SQ geldi, batınî zeka. Yüksek sezgi. İnanılmaz bir dönüşüm bu.


Mantık böyle olduktan sonra demokratik çeşitlilik de fayda etmiyor değil mi? İnsanları siyah ya da beyaza şartlayıp sonra ellerine istediğiniz kadar gazete, televizyon verin sonuç değişmiyor.
Farketmez çünkü paradigmayı değiştirip muhalif olmanıza kimse izin vermez. Aynı paradigma üzerinden muhalefet belki kabul edilebilir. Bu anlayışın ülke şöyle dursun, dünyayı getirdiği yer ortada. Benim umudum Türkiye'nin dünyadaki yeni değişimi bu kez atlamaması.

Birbirimizi anlamamaya devam etmemiz halinde neler olabileceğini kitabınızda, ülkenin bölünmesi senaryosu ile ortaya koyuyorsunuz. Bunu nereden çıkartıyorsunuz?
Gözlüyorum. Toplumda birbirleriyle konuşamayan insanların sayısının arttığını görüyorum. Yarı İngilizce, yarı Türkçe konuşan bir finansman dehasıyla varoşlardaki 2 tane 2'yi toplayamayan insanları görüyorum. Birbirine 2 kilometre mesafede yaşayan 2 insan birbirini kesinlikle anlamıyor. Gelir dağılımının bozuk olması ciddi bir meseledir ama asıl mesele eğitim dağılımındaki uçurumdur. Gelir sorununu birkaç senede balledebilirsiniz ama eğitimi asla. Ülkenin bir felsefesi, bir sosyal çekirdek karakteri yok.

Hangi ülkenin var ki?
Meselâ ABD'deki ders kitaplarını açıp okursanız 1929 buhranının ilkokul 4'ten beri okutulduğunu görürsünüz. Çünkü üretmek, para kazanmak bu ülke insanlarının bir numaralı meselesi olarak sunulur ve 1929 krizinin bir daha yaşanmaması için ufacık yaştan öğretilmeye başlanır. ABD'de insanlar devletten yardım almaktan utanç duyarlar veya duyurulurlar. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, bu o ülkeye özgü bir sosyal karakter olarak ortaya çıkar. Türkiye'de, eğitim değil, eğitim felsefesi ihmal edilmiştir. Kimi, niye, niçin böyle yetiştiriyoruz? İslamî dünya görüşünü reddediyorsanız, niçin reddediyorsunuz ve yerine ne koyacaksınız? Bunları hakkıyla cevaplamanız lazım. Sonra "İslamiyet'te reform olsun mu?" deniyor. İbn Rüşd, İbn Sina, İbn Arabi bilinmezken, hatta klasik İslam düşüncesinden bîhaber iken bu sorunun anlamı yok ki.

Bir karakter oluşmamasında İslamiyet telakkisinin zayıflığı da önemli rol oynuyor olmalı ..
Bakın, güya % 99'u Müslüman olan bir ülkeyiz ama biz İslamiyet'in ahlakî çatısını gözardı eden ülkeyiz. Müslüman bir öğrenci kopya çeker mi? Türkiye'de çeker. Cuma namazını aksatmayan bir zabıta rüşvet alır mı? Türkiye'de alır. İşçisinin sigorta primini ödemeyip onu ortada bırakan Müslüman patron var mıdır? Evet vardır. Yalan söylenir mi? Evet söylenir. Türkiye'de İslamiyet'in ahlakı zemini çekilmiş durumda. Hangi bağlamda çekilmemiş? Cinsellik bağlamında. Cinsellik bunların en kolayıdır. Dinimizin ahlakı boyutu ekonomik alanda da ortaya konulabilmiş değildir. ülkemizde idealler, değerler, anlayışlar bütününün kaybolduğunu görüyorum ki beni en çok korkutan da bu.

Bir toplumsal değer oluşması için acil eylem planınız nedir?
Bu hale gelmemizde herkesin kendi katkısını ortaya dökecek bir özeleştiri yapmasının çok gerekli olduğuna inanıyorum. Herkes bu düzenin bu hale gelmiş olmasındaki kendi payını kendisine dürüstçe itiraf etmeli. İkincisi, ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu kurumlardan başta geleni, aydın dayanışmasıdır. Sıkı bir entelijansiyanın önünde silahlı kuvvetler bile duramaz çünkü hasım olmadığını görür. Çifte standardı olmayan, riyakar olmayan entelijansiya birçok sorunun çözümünün yolunu açar. "Şurada yanlış yapıyorsunuz" diyebilen, yapıcı eleştiri getiren bir entelijansiya olsa, ne ders kitaplarında bu kadar yanlış olabilir; ne siyaset, ne sanat, ne de medya bu kadar yozlaşabilir. Siyasetçi bugün vur abalıya, günah keçisi oldu. Oysa Meclis'te bulunan insanların büyük bir kısmının iyi niyetli olduklarına yemin ederim. Hepimiz gibi onların da yol gösterilmeye, yardıma ihtiyaçları var.

Böyle bir entelijansiya oluşmamasının sebebi, otoritenin baskısı mı yoksa aydınların evdeki bulgurdan olma korkusu mu?
Aydınlarımız hızla, Gramsci'nin "organik aydınlar" dediği konuma giriyorlar. Yani sistemden bir biçimde pay alıyorlar. Bu pay para demek olmayabilir; itibar olur, kitap yazabilme hakkı olur vs. Bizim Rusya'daki kadar cesur bir entelijansiyamız bile olamadı.

Aydınların bu beceriyi gösterememesinin bir nedeni de toplumun elini taşın altına koyamaması olabilir mi?
Bana öyle geliyor ki böyle olmasının bir nedeni de "Suçsuz olan ilk taşı atsın" sınavını geçemiyor olmamızdır. Üniversite hocalarının bile siyası olduğu bir ortamda kim, nasıl sıkı duracak ki? Herkes piramidin bir parçası. Herhangi bir konuda "bağımsız" adam bulmak kolay mümkün olmuyor.


Romanda sorunların çözümü misyonunu "onarımcılar"'a yüklüyorsunuz. Türkiye'nin onarımı için mevcut aktörlerden yararlanma fikri size cazip gelmiyor mu?
Valla ben Türkiye'nin gündeminin bir parmak şıklatmak kadar kolay değişebileceğine inanıyorum. Onarımcı adaylarını tanıyorum. Ama bu insanların ülkeye ilişkin tasarıları, öngörüleri gündeme gelmiyor. Kaotik olmaktan korktuğumuz için belki de cesaret gösteremiyoruz.

Ama bu tespiti kolayca tersyüz etmek de mümkün. Herkesin durumun devamından memnun olduğu için sorunun çözümlenemediği de pekala ileri sürülebilir.
Eğer öyleyse felaket tellallığı yapmamıza hiç gerek yok. Bu ikiyüzlülüğü hiç anlayamıyorum. Eğer bir yandan "yahu, iyiyiz böyle işte" diyorsak "perişan olduk, öldük bittik" diye ağlaşmanın anlamı yok. "Demokrasi, demokrasi .. " dendiğinde bir turnusol kağıdı öneriyorum. Hangimiz herhangi bir konuda tamamen tesadüfi yöntemle seçilmiş 12 kişilik bir jüri tarafından yargılanmaya razı oluruz! Kendi adıma, olmam; Cumhuriyet hakimine giderim. Çünkü kim gelir, nasıl adamlardır bilemem. Oysa demokrasi de orta sınıfların rejimidir. Ama bu sınıf Türkiye'de kayıp durumda. Kendi adıma ben orta sınıfın hakim olduğu Türkiye'yi tercih ederim, varsın Akmerkez de olmayıversin. Ama hiç olmazsa teneke barakadan evler de olmaz. Varsın KOBl'ler sağlam dursun da, Koç dünyanın ilk 500'ü içine girmeyiversin.

Hemen her saptamanızda kendinize özgü bir milliyetçilik görüşüne sahip olduğunuzu fark etmemek mümkün değil... MHP milliyetçiliği gibi değil mesela.
Bu çok normal değil mi? Türk'üm. Öte yandan, MHP'nin nasıl bir milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu da bilmiyorum.

Milliyetçilik bayrağı onlarda. Nasıl bilmezsiniz?
O zaman başka şeyler de söylenebilir. Örneğin hem milliyetçilik bayrağını, hem de IMF bayrağını nasıl taşıdıkları gibi ... "Halk olmak" diye bir şey var. Bu dünyada kelaynaklar yaşayacak diye bir çaba gösteriliyorsa müsaade edin de ben de kendi kültürel türümü yaşatmak için çaba göstereyim. Bunu istediğimde niye kötü şöhretli "milliyetçi" oluyorum? Kelaynaklara gösterilen saygı niye benim kendi insanım bildiğime gösterilmesin? Sazlıklarımın kurutulmasını istemiyorum çünkü ben bu sazlığın insanıyım. Efendilik, onur, haysiyet, vicdan gibi kavramlar Türkiye'de dilden düştü ama silinmedi. Türkiye öyle bir hale geldi ki "onursuz adam" lafı bile kimseyi incitmez oldu. Sosyal çanlar çalıyor. Krizin bunalttığı kitlelerin marketleri yağmalaması olasılığından daha da vahim olanı ruhumuzun, zihinlerimizin yağmalanıyor olması. Bu daha tehlikeli.

Biz Türkler neden üretemiyoruz, icad edemiyoruz?
İnsanların bir şey üretebilmeleri için meselesi olması lâzım.
Meselesi olmayan ne bilim olur, ne de üretim. Atom bombasının İkinci Dünya Savaşında icad edilmesi bundandır. Derler ki İskandinavlar tatil rezervasyonu için söz vermişlerse mutlaka tutarlar, Akdenizliler sözlerini tutmazlar. Niye? Çünkü bir İskandinav o gün tatil yapamazsa bir daha yapamaz da ondan. Bizim üretmek için çırpınmamamızın nedeninin üretimi yeterince mesele etmememiz olduğu kanısındayım. Az bir şeyle mutlu olabiliyoruz ya da içimizden biri biraz para kazanınca hemen onu çarçur etmeye koşuyor. "Bas bas paraları Leyla'ya, bir daha mı geleceğiz dünyaya" muhabbeti. Öte yandan, anı yaşamak da ayıplanamaz. Bu dünyada böyle de pekala yaşayakalabileceğimize inanıyorsak, bırakalım gitsin. Komplekslere kapılmanın gereği yok. Ne isek o olsun. Ya bırakalım gitsin ya da bu ruh halinden çıkacak şekilde eğitelim. Bu da eğitim felsefesinin oluşmasını gerektirir. Eğitim, sadece okullarda olmaz. Mesela, bir Medeni Kanun çıkardık. O kanuna "medeni" lafından uzak başka kelime bulamıyorum. Çünkü bizim kültürümüzle hiç alakası olmayan bir mal paylaşımı getirdik. Evlilik sevgidir, güvendir ama daha baştan malları paylaştırıyorsunuz. Ben kendi adıma baştan böyle bir sözleşmeye muhatap olup yabancılaşmaktansa, sonradan kazık yemeyi göze alırım. Gördüğünüz gibi yasalar da eğitimin bir parçasıdır. Bu bakımdan "holistik", bütüncü düşünceden yanayım. Kuantum fiziğinin potinbağı teoreminin sosyal telmihi yani.

Siz kendinizi "Müslüman Türk" olarak tanımlıyorsunuz...
Başka nasıl tanımlayabilirim ki?! Bu toprakların insanıyım, Türkçe konuşuyorum, herhalde Hıristiyan değilim. İnanın bana, bunun sorulmasına bile inanamıyorum. Atatürkçü, laik vs. tanımları altgruplardır, meğer ki siyasi bir mesaj veriyor olasınız, tanımlama alt-gruplardan başlamaz.

Romanlarınızda birbirinden uzak görünen bir çok bilimin yansımaları var. Bu kadar çok bilgiyi disipline etmek zor değil mi?
Değil çünkü kök hep aynı. Bilimler bir bütünün parçaları. Fizikle kimya arasında çok fark yok. Matematik zaten hepsinin olmazsa olmazı. Kuralları koyan fizik. Metodolojiyi, yolu yordamı keşfettiğinizde, sorun kalmıyor.

Pozitif bilimciler kitaplarınızdaki eleştirilerden rahatız oldular mı?
Olamazlar ki! Benim bildiğimi onlar da biliyorlar. Ben olanı söylüyorum. Matematiğin toplum gerçekliğine tercüme edilemeyeceği ortada. Bunu Einstein söylüyor, ben uydurmuyorum. Aksini iddia eden, matematik bilmiyor demektir.