KAFKA'DAN İYİYİM

Konuşan: Serhat Öztürk
Nokta, 29 Mart 1992


Alev Alatlı'nın "nehir roman" olarak nitelediği, toplam 2200 sayfa olacak 4 ciltlik romanının ilk cildi olan Viva La Muerte (Yaşasın Ölüm), piyasaya çıkmasıyla birlikte yankı uyandırdı. Kuşkusuz bunda tartışmaya açık zengin içeriğinden çok, Alatlı'nın kitapta birçok ünlü kişiye adlı adınca eleştiriler yöneltmesi rol oynadı. Hilmi Yavuz, Reha İsvan, Enis Banur, Duygu Asena, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu .. Sonra adı geçen isimlerin (Velidedeoğlu hariç tabii ki) suçlamaların yanıtları geldi. Ve birden Viva La Muerte konuşulmaya başlandı.

Oysa bu tartışmanın kitabın bütünüyle çok da fazla ilgisi yok. Alatlı, Günay Rodoplu adında entelektüel bir kadının 1990'ların Türkiye'sinde yaşanan sürece bakışını anlatıyor kitabında. Halkından uzak düşmemeye gayret eden Rodoplu, bir imza gününde tanıştığı "yeşil elma, tarçın ve kekik kokan yiğit" Şafak Özden'e tutulur. Çünkü türkü söylemeyi bilmektedir; Özden ve Rodoplu, bu ülkenin hüznünün türkülerde dile geldiğini düşünmektedir. Tıpkı Fritz Lang'ın ünlü bilimkurgusu "Metropolis"de olduğu gibi bilgiyle (Rodoplu), yüreğin (Özden) birlikteliğiyle ülkelerine hizmet edecekler, insanları aydınlığa taşıyacaklardır Rodoplu, Özden'in Çayırtepe'ye belediye başkanı olması için bütün gücünü kullanır; ne var ki, seçim sonrası adamın gerçek yüzünü görecek ve düş kırıklığı içinde yaşama isteğini yitirerek hayata gözlerini yumacaktır. Bu hikaye usul usul akarken, biz de Rodoplu aracılığıyla yazarın, bir çok konu üzerine neler düşündüğünü öğrenme fırsatını buluruz. Burada 4 romanın asıl kahramanı olacak Mehmet, çekirge işlevi görerek ustasına sorular sorar ve Rodoplu da anlatır: SHP'den entelijansiyanın hal-i pür-melaline, kutsal kitaplardan nekrofili'ye (ölü sevicilik), eski Mısır'dan Türk Dil Kurumu'na, Atatürk Devrimleri'nden oryantalizme, Batı'nın iki yüzlülüğüne, Sovyetlerin dağılmasına, küçük burjuva çürümüşlüğüne, Filistin meselesine, iktisadi sorunlara, kooperatif üç kağıtlarına ... Daha fazla uzatmanın anlamı yok, biz sorduk Alev Alatlı yanıtladı.




Kitabınızda makineleşmeyi savunuyor ama makineleşme sonucu çürüyen Batı'yı eleştiriyorsunuz? Makineleşmenin kötü etkilerinden kaçmak mümkün mü?

Büyük Makine'nin söz konusu olduğu bir düzenin sonucu, çaresiz 'yabancılaşma'dır. Batılılar sürekli bir savaş hazırlığı içindeler; ölüme şartlanmışlar. İnsanlar uzaydan bile iyilik değil, düşmanlık bekliyorlar. Bu, bir düşünce biçiminin yansıması. Ve biz de Batı'nın şu anki haline aday bir ülkeyiz. Bu kitapla Batı'ya bir mesaj vermeye çalışıyorum. Eğer Batılılar, bilgi birikimini insanlığın emrine tahsis etme yoluna giderlerse, insanlık için bir kurtuluş olabilir. Bundan sonraki bin yılda, dini inançların dünyadaki adalete yeniden cevaz verecek şekilde düzenleneceğine inanıyorum. İnsanoğlu daima kendisini en kötü karanlıktan kurtarmayı bilmiştir. Batılılar bunu tek başına yapamaz çünkü kendi dinlerinin içini boşalttılar, bu aşamada İslam dini, dönüşerek devreye girecektir.

Kitabınızda aydınların 'tepeden inmeci' tavrına karşı çıkıyorsunuz ama önerdiğiniz pek farklı değil. 500 aydın bir araya gelsin, geleceğe ilişkin bir rapor çıkarsın vb.

Burada iki önemli kavram devreye giriyor: Rasyonel otorite ve irrasyonel otorite. Rasyonel otorite bilenin bilmeyen üzerindeki otoritesidir. Zaman içinde kendini ortadan kaldırır çünkü bilenler bilmeyenlere öğretirler. Kitlelerin zaman, mekan ve terkibini ancak aydın yorumlayabilir.

Romanınızda bir olay örgüsü var. Ama ağırlık, Rodoplu'nun çeşitli konulardaki düşüncelerine ayrılmış. Niye roman?

Thomas Mann'ın yazdıkları, Balzac'ın yazdıkları niye romansa, ondan roman. Çok güncel olduğu için şimdi size tuhaf gelebilir ama 50 yıl sonra bakılınca niye roman olduğu anlaşılacaktır. 1972-2000 yılları arasında bir insanın bir odadan ülkesine ve dünyaya bakarken duyduğu hüzün anlatılıyor burada. Kitabım şu anki güncel Türk edebiyatından farklı ama Doris Lessing'in yaptığından çok da farklı değil.

Ama edebiyat ne anlattığın kadar, nasıl anlattığınla da ilgilidir. Oysa sizin romanınızda, anlatım sorunları üzerinde pek durulmamış gibi. Zaman-mekan ilişkisinde kopukluklar var.

Çağımız sinema çağı artık, o tekniği kullanırsın. Ben bugünü yazacağım. Kendilerini odalarına kilitleyenlere inanmıyorum. Belki de artık sahici romanın sırası geldi. 1970-80 arası şiir yazanlara bakıyorum. Kuştepe'yi bile beyaz bulutlarla anlatıyorlar. Burada bunca şey olurken bunları yazmamak ancak yabancılaşmayla açıklanabilir. Bu yabancılaşmayı bir tek Nazım Hikmet'in aştığını düşünüyorum.

Sessizliğe hiç de yer verilmemiş kitabınızda.

Yapmayın, kitabın asıl kahramanı Mehmet, sessiz. Diğer romanlar da ortaya çıktığında daha iyi tanıyacaksınız Mehmet'i. 4 ayrı ucu aynı anda yaşıyor Mehmet. İlk kitap entelijansiya, ikincisi Batı, üçüncüsü Kürt meselesi ve dördüncüsü de iş dünyası. Herkes gibi bir adam Mehmet. Son 50 yılın mihnetini çekmiş bir adam. Anlamaya çalışıyor. Ben onu 'solcu' yaptım ama rahatlıkla 'ülkücü' de yapabilirdim. Dizi bittiğinde 2000 yılının Türk insanı ortaya çıkacak. Niye böyle bir kitap yazdım? Onu da söyleyeyim. Doğrusu ben 1862'de Duyûn-u Umûmiye kurulduğu zaman bir insanın ne hissettiğini, ne yaşadığını bilmek isterdim. Onun için "Türkiye bugün okumuşsa yarın okuyacaktır" diyoruz. Bu bir slogan değil, bir iddia. Desinler ki, o zaman birileri bunları sorguluyormuş. Bunu ancak roman verebilir. Bu hüznü ve acıyı.

Kitabınızdaki 'disko' bölümü de ilginç. İnsan, diskoya giren Rodoplu'nun, 1990'larda yaşayan bir entelektüel değil de, zaman arabasıyla Ortaçağ'dan gelmiş bir keşiş olduğunu düşünebilir.

Disko, nekrofili üzerine kurulu da ondan. Diskoya ve civciv ezenlere duyduğum öfke, nekrofilyanın yansımasında ortaya çıkan bir öfkedir. Terbiye, iyilik gözeterek olur. Yaratıcılık, kötülük yaratan; bunu çeşitleyen bir eylem gösteriyorsa ona katılmam. İnsanların içlerinden geleni yapmaları, ille de kendi iyilikleri ve mutlulukları için yapacakları şeyi yaptıkları anlamına gelmez. Rasyonel otorite bunu getirebilir. Canı istediği için 16 yaşında bir çocuğun LSD içmesine izin verilemez. Çünkü LSD kromozomları bozar.

Peki, ya her şeye rağmen içmek istiyorsa?

Tabii, iki şık var: İzin verirsin ya da karşı çıkarsın. Ama şu var: Hiçbir şey yaşamdan daha önemli değildir.

İnsan intiharı seçebilir, öyle değil mi?

Cenazesi namazsız gider; gitmemeli. Dünya karanlık ile aydınlığın çarpışmasıdır. Kaldı ki insanın kendi bedeni de en az karşısındaki kadar önemlidir. "Başkasına zarar vermesin de, ne halt ederse etsin" olmaz. Kullandığı yöntem ne zaman nekrofilik olur, ona bakmak lazım.

Bu söylediğinizle faşizm arasında nasıl bir ayrım var?

Prince denilen herif bir küçücük civciyi öldürecek ve ben civcivin yaşama hakkım o pis herife bırakacağım. Hayır, bırakamam. Eğer bunun adı faşizmse, hodri meydan. Tabii bu her şeyi kurtarabilirsin demek değiL. Ama aydınlıktan yanaysan alacağın tedbirler var.

Dünya'da aydınlık ve karanlık gibi net ayrımlar olduğuna inanıyor musunuz?

Bence her şeye rağmen çok net. O kadar net ki kadınlar çocuk doğurduğu sürece bu ayrım olacaktır. Ve aydınlığa döndüğün andan itibaren bunu engelleyecek şeylere tavır alıyorsun.

Kitabın bir yerinde, Prince'i 'ibnelerin ibnesi' diye niteliyorsunuz. Bu söylem eşcinsellerden pek hoşlanmadığınızı gösteriyor. Yanılıyor muyum?

Hayatın idamesine terstir. Ama zarar vermiyorsa olabilir. Ben bunun özendirilmesini istemem. Prince gibi birinin, bunu özendirecek şekilde ortaya çıkmasını istemem. "Bu, geneli tehdit etmiyor; kenarda bir şey" diye, müdahale etmemek de olmaz. Yasaklayan bir şeyolarak değil ama arkanı dönmek her zaman kolaydır. Kötülük, vahşet, işkence ballandırılmamalı.

Bu romanla Batı'ya sesleniyorsunuz ama Batı'da bu tür roman yazılmıyor, okunmuyor artık. Kafka ve Beckett'ten sonra yazın alanında yeni bir serüven başladı.

Bir kere Kafka'yı toplumcu sanata koyacaksın. Kafka bir uyanrıdır. Sorunuza gelince ben Kafka'dan daha iyi olmak istedim. Daha da iyiyim. Bende, onda olmayan bir şey var: İslam, Doğu, Asya tortum var benim. Ben kıtayım. Sonuçta dönüp Kafka'nın başını okşarım. Batı medeniyeti kullanmak ve tüketmek üzerine kurulu. Benim medeniyetim başka. Benden böcek çıkmaz, böceği kenara atarım. Ben Kazancakis'i severim mesela. Yaşama dönüktür.

Bir roman kurgusu içinde niçin gerçek isimler kullanma ihtiyacı hissettiniz?

Delil oldukları için. Onlar benim delillerim. İkincisi de kıvırtmak istemedim. Şu dönemdeki Türk insanının bunlara yeniden bakmasını istedim. Bu yazarlar, benim kitabından sonra yeniden okunacaktır. Bir de "mış" gibi yapmak istemedim. Türk aldatmacısı olmak istemedim.