Onu yakından tanıma fırsatı bulduğunuzda, iki Alev Alatlı olduğunu siz de keşfedeceksiniz. Biri sert, tavizsiz, oldukça karizmatik bir düşünce insanı; ötekiyse torunu Mert Ali’yi, köpeği Susam’ı tutku derecesinde seven, turnalardan, türkülerden, dağlardan, çocukluğundan, aşktan ve ölümden söz ederken gözleri nemlenen duygusal ve sevecen bir kadın...

Herkes, birinci Alev Alatlı’yı zaten biliyor, tanıyordu ama ikinci Alev Alatlı’yı bizzat kendisine anlattırmanın hayli çetin bir iş olduğunu söylüyordu. Onu buna ikna etmek benim için de tereyağından kıl çekmek kadar kolay olmadı elbette; ama ne yalan söyleyeyim, abartıldığı kadar zor da olmadı. Bunda, frekanslarımızın çok çabuk tutmasının, yürek yıldızlarımızın birbirini sevmesinin, uyuşmasının ve galiba benim her zamanki gibi tüm doğallığım ve içtenliğimle yaklaşmamın, Alatlı’nın da bu samimi akışı hissetmesinin payı büyük oldu. Şu kadarını söyleyeyim; Alev Alatlı, tanıdığım en güçlü, en özel ve en farklı kadınlardan biri.

İstanbul Beykoz’da, bir ikindi vakti, köpeği Susam, kızı Funda, damadı, torunu Mert Ali ve yardımcısı Maria ile yaşamakta olduğu, arka bahçesinin denizle seviştiği muhteşem evinde buluştuk onunla. Harika bir bahçe, sonsuz mavilikte bir deniz, yaşam sevinci fışkıran kuş cıvıltıları ve yaşlı köpeği Susam’ın havlamaları eşlik etti bize. Susam’ın bir gözü görmüyor, diğer gözü ise güçlükle seçiyor ama “Alınmasın, üzülmesin diye yeni bir köpek almıyoruz. Çünkü beni çok kıskanıyor,” diyor Alev Hanım. Çok kahve, çok sigara tüketen, zamanının tümünü (maksimum dört saati bulan uyku hariç!) bilgisayarının başında sadece yazmaya, araştırmaya ayıran, sokağa hemen hiç çıkmayan Alev Alatlı’yla bu kez aşkı, çocukluğunu, türküleri, atları, yani öteki Alev Alatlı’yı konuştuk.


Muhteşem bir ev burası. Ne kadar zamandır oturuyorsunuz bu evde?

İki sene oldu.

Kira mı yoksa sizin mi?

Şu an kira. Uzun yıllar Ortaköy’de oturduk, sonra oradan göçmeye karar verdik. Önce kiraya çıkalım dedik, bakalım Beykoz’a alışabilecek miyiz diye. Ama hemen aşağıda bir yer yaptırıyoruz şimdi.

Denize sıfır olacak galiba. Aşağısı olduğu gibi deniz. Çalışma odanız da denize bakıyor ama siz karayı sevdiğinizi söylediniz.

Evet ama denizi sevmiyorum anlamında söylemedim, denizi de seviyorum da deniz mi kara mı diye sorulsa ben karayı tercih ederim.

Bir de dağları sevdiğinizi biliyorum; özellikle Asya dağlarını. Neden özellikle Asya dağları?

Çünkü olağanüstü yalçın dağlar onlar. Benzeri bir dağ başka nerede var? Avrupa’dakiler çocuk oyuncağı kalır Asya dağlarının yanında. Öylesine etkileyiciler ki.


Müzikle aranız nasıl, neler dinliyor, ne seviyorsunuz?

Müzikle aram iyi, gayet iyi hatta. Özel tercihim ise türkü. Aslında, müzik tercihlerimde tuhaf bir şey oldu; önce klasik müzikle başlayan müzik tutkum, zaman içinde sadeleşti, sadeleşti, sadeleşti ve çok saf bir ayrışmaya kadar ulaştı. Şu anda “Kütahya’nın Pınarları” türküsüne kadar indi bu sadelik.


Klasik müzikten türküye ulanan bu ayrışma, klasik müziği türküye göre daha karmaşık bulmanızdan mı kaynaklandı acaba?

Hayır, zannetmiyorum. Bu insanın kendisiyle, hayatıyla ilgili bir gelişim ve dönüşüm daha çok. Bir yemek düşünün; bol soslu, bol süslü olması yemeğe farklı bir lezzet katar, buna kimsenin itirazı yok ama öyle bir an gelir ki, böyle bol soslu ve bol süslü yemeklerden artık safra atmaya başlarsınız ve bahar mevsiminde, boğazın kıyısında, ızgarada pişmiş bir lüferin, bir etin sadeliğini ister, ararsınız.

Yoğun bir yaşanmışlığın ardından gelen ve hissedilen durulma hissi belki de...
Öyle ama bu, herkeste aynı biçimde tezahür etmeyebilir. Kişiden kişiye değişir muhakkak. Bende, gerçekten de sakinleşme, durulma, safra atma, özüne, aslına dönme şeklinde gerçekleşti bu. Küçük güzeldir, sade güzeldir, yalın olan güzeldir diye düşünmeye ve böyle hissetmeye başladım ama bazısında ise bu tam tersi oluyor; istedikçe daha da istiyor, daha, daha, daha olsun diyor.


İfrada kaçıyor yani?

Evet, tamamen ifrat! Enteresan bir tecrübem var. Amerika’da okurken, yabancı öğrencileri, haftada bir, bölgenin bir zengini, alıp malikânesine götürüyor, yemek veriyor. Amelie Post diye bir hanım, ismini hiç unutmadım, aldı bizi, malikanesine götürdü. Muazzam bir malikane. Hiç elektrik yok, mumlarla aydınlatılıyor. Hanımefendi öyle istiyormuş, elektriği sevmiyormuş. Neyse, kocaman, görkemli bir masaya yerleştik. Tabaklar konmaya başladı masaya ama o da ne; inanılmaz bir şey; tüm tabaklar altın. Yarabbi dedim, bu nasıl bir şey böyle; altın tabakta yemek! Singapurlu bir arkadaşımız da vardı aramızda; ufak tefek bir çocuk. Bu altın tabaktaki bezelyeleri çatalıyla almaya çalışıyor ama beyhude. Çocuk, çatalı bezelyeye batırmaya çalıştıkça bezelye, başka tarafa kaçıyor. İşte dedim kendi kendime, onca zenginlik, onca görkem, onca altın tabak, bir bezelye tanesiyle bile başa çıkamıyor. Onca zenginlik, bir bezelye tanesi gibi her an elinizden çıkıp başka bir tarafa savrulabilir. Ve dayanamadım, kahkahayı koyuverdim. Ama bu ayrıntı beni müthiş etkiledi ve bu olaydan sonra lüksün, zenginliğin beyhûdeliğini hakikaten ciddi ciddi düşünmeye başladım. Benim hiç basmadığım ve sanırım asla da basmayacağım bir kitabım vardır. İsmi, Bana Ne Lazım. Tamamen eve kapanıp kendimi sadece yazmaya adamaya karar verdiğim zaman, düşünmeye başladım. Dedim ki kendi kendime, “Sakın ha, daha sonra, ayakkabınla çantan birbirini tutmuyor diye sokağa çıkmaktan vazgeçeceksen, buna hiç başlama!” Çünkü biliyordum ki bu yazı işinden hiçbir zaman para kazanılmayacaktır, en iyi ihtimalle sadece geçinirsin. Aslında bu da belli değil. Bunlardan yola çıkarak yazdığım bir kitap Bana Ne Lazım. İşte bu süreçte, aslında, insanın yaşamını sürdürebilmesi için çok da fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını kesin olarak kavradım.

Ne zaman verdiniz bu kararı peki? Yani ne zaman kendinizi tamamen eve kapatıp sadece yazmaya karar verdiniz?

Otuz iki yaşımda filandım. Mesai ile çalıştığım bir işim vardı o zamanlar ve öylesine mutsuzdum ki, hiç istemediğim halde neden böyle bir hayat sürmek zorunda kalıyorum diye kendi kendimi yiyip bitirerek sokaklarda ağladığım çok olmuştu. Ne yapıp edip eve kapanmalı, yazıp üretmeliyim diyordum, öyle yapmam gerektiğinden de emindim; ama nasıl? Çalışmam gerekiyor, çocuğuma bakmam gerekiyor, evi geçindirmem gerekiyor. Böyle bir dönemdi. Ama her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüm, hesap ettim ve sonunda karar verdim. İki elbisem varsa, birini gece yıkayıp diğerini ertesi gün giyiyorsam bu bana yeterli mi yoksa üçüncü bir elbise arayışına girer miyim diye düşündüm.

Ve üçüncü elbisenin gereksiz olduğunda karar kıldınız sonunda.

Bir olgunluk mu bilemiyorum ama hakikaten bir seçim bu. Bunu yapmazsanız, yazı işini de yapamazsınız. Yazmak öyle bir şey ki, çok kıskanç meret; devamlı başında bulunmanız gerekiyor, devamlı onunla iştigal etmeniz gerekiyor, yoksa olmuyor. Bir yandan yazayım, bir yandan üçüncü elbiseyi alabilmek için para kazanayım, bir yandan bu parayı kazanabilmek için çalışayım, mecburen başka işler yapayım derseniz ipin ucu kaçıyor hakikaten, olmuyor.

Bu, sadece yazıdan taviz vermekle de ilgili bir şey değil anladığım kadarıyla. Hayatta kendinize belirlediğiniz duruştan, ilkelerinizden de taviz vermek aynı zamanda.

Bir bütün tabii. Ama benim en büyük şansım ve şanssızlığım, çok küçük yaşlarımda yurtdışına gitmiş olmam. Orada otuz sene önce gördüğüm şeyler, Türkiye’ye henüz yeni yeni giriyor desem yeridir; eşyadır, teknolojik yeniliktir, şudur budur... Böyle olunca, pek çok şeye zaten erken doyuyorsunuz ve bir de sonunun olmadığını görüyorsunuz artık. Bir şeye ille de sahip olmanız gerekmiyor ki. Müzede dursun çok gerekiyorsa.

Eşya ile kurduğunuz ilişki anladığım kadarıyla minimum düzeyde... Oysa öykücü Sait Faik der ki “Eşyaların da bizde hatırı vardır.”

(Duruyor, düşünüyor, kararsız kalıyor bir an.) Sağolsun ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben yine de almayayım.


Tekrar müziğe dönelim. Türküleri çok sevdiğinizi söylediniz. “Kütahya’nın Pınarları” türküsünü özellikle andınız ama çok sevdiğinizi bildiğim bir türkü daha var: “Allı Turnam”.

Ah, evet! Hem de çok seviyorum. Turnalı türkülerin hepsini severim. Turna, müthiş bir kuştur, hiçbir kuşa benzemez. Dayanıklı, maceraperest, kimseden otlanmayan, kendi sazlığını koruyan, başına buyruk, kendi karnını kendi doyuran, türkülerini kendi söyleyen, bambaşka bir kuştur turna. Tek eşlidir bir de; eşi ölünce veya ayrılınca intihar eder.


Bu türkü, turnanın kendine has özellikleri nedeniyle mi sizi etkiliyor sadece? Türkünün içinde sıla, hasret, sevda gibi temalar da var çünkü.

Türkünün bütünü tabii. Batılıların organik milliyetçilik dediği bir şey vardır. Hani bizde de “Vatanım, doğduğum yer değil, doyduğum yerdir,” denir ya. Bu bir liberal kavramdır. Aydınlanmadan sonra yerleşmiştir. İnsanların ayaklarını, doğup büyüdükleri topraklardan keser bu kavram; kendi topraklarıyla olan romantik bağlarını yok eder. Nerede doyuyorsan senin vatanın orasıdır inancını aşılamaya çalışır. İşte, turna aslında insanın, kendi aslıyla, toprağıyla olan sarsılmaz bağlarını ifade eden bir simgedir. Bu beni çok ilgilendiriyor; insanın toprağa, toprağına bağlılığı. Ben aslında halkların sesini seviyorum. Bir yaşlı adamın, turna gördüğünde gözlerinin dalıp gitmesi ilgilendiriyor beni.


Bu yurtsama hissi, öteden beri var mıydı içinizde, mesela yurtdışında yaşarken duyar mıydınız bu hissi yoksa çok sonra mı tanıştınız bu duyguyla?

Hayır, hep vardı. Yurtdışında hele. Amerika’da öğrenciyken, gözlerimin önünde böyle bir çatalkaya canlanıyordu durup dururken veya bir şeyi çatalkayaya benzetiyordum. Bir hayal olarak. Ankara’ya geldiğimde, o hayale benzer bir şeyi gerçek hayatta görünce şaşırıp, çok ilginç, işte ben bunu görüyordum Amerika’da diyordum. Ankara bozkırdır, biliyorsunuz. Gerçi şimdi o bozkır dokusu kalmadı ama bozkır bambaşka bir şeydir. Çok başka bir kokusu, çok başka bir rengi vardır. Bozkırdaki maviyi başka hiçbir yerde bulamazsınız mesela; jilet gibi bir mavidir o.


Bozkır dediniz de aklıma atlar geldi. Bozkırda koşan bir at imgesi vardır hep, bilirsiniz. Atsız bir bozkır düşünülemez betimleme yaparken veya imgelerken. Sizin de atları sevdiğinizi, soyadınızın, dedenizin babasının al atından geldiğini duymuştum.

Doğrudur. Soyadımız, dedemin babasının al atından geliyor. Atlar, çocukluğumdan beri vardı hayatımın içinde. Zaten asker bir ailenin çocuğuyum. Babam askerdi. Süvari alaylarını hatırlıyorum hep. Soyumuz saraya dayanmıyor ama hep iyi eğitime, iyi okumaya önem verilmiştir bizde. Kız veya erkek ayırt edilmeden, ailedeki çocukların Fransızcayı bilmesine, Victor Hugo’yu okumasına, iyi at binmesine özen gösterilmiştir. Çocukluğumda, teyzemler hep Fransızca şiirler filan okurdu mesela, ben dinler, şaşırırdım; bunları gerçekten anlıyor musunuz, diye sorardım. Yarım yamalak anlarlardı belki ama mutlaka ezberler ve okurlardı. Teyzem de öyleydi, annem Firuzan Hanım da. Çok iyi ata biner, çok iyi elişi yapar, Fransızca şiirler okurdu.


Bunlar, ilk Batılılaşma çabaları sanırım.

Galiba öyle. Mesela bakın, babaannem örtülü değildi benim. Dolayısıyla annem de örtülü değildi, aksine son derece modern bir kadındı. Teyzelerim de öyle.


İstanbullu musunuz?

Baba tarafım göçmen; Prizen’den, Makedon Türk’ü. Dolayısıyla sülalece asker hepsi. Göçle gelmişler buraya. Bu da ayrı bir trajedidir aslında, kimse üzerinde çok durmuyor ama zorunlu göç esnasında beş milyon ölü verilmiş; hiç kolay değil. Büyük bir mezalim. (Gözleri doluyor, sesi tarazlanıyor hafif.) Herkes başka sürgünlerden, mezalimlerden söz ediyor, ya bu ne peki?... Daha önce de söyledim; açtırmayın şu kutuyu, söyletmeyin kötüyü diye. Yazık ki çabuk unutmaya meyyal bir milletiz, çok kolay ve çok çabuk unutuyoruz.


Kadercilik ya da teslimiyetçilik mi bu?

Salt olumsuz manası yok bunun. Bu toplum, Sartre’ın varoluşçuluğu anlamında varoluşçu bir toplum. Var olmak istiyor çünkü; varolabilmek için de trajediyi unutuyor, acıya takılıp kalmıyor. Ölü sevici değil bu anlamda, aksine, yaşamı seviyor. Kolay unutması, hatırlamaması bu yüzden. Bunun tek sakıncası, bütün trajedileri kolay ve çabuk unuttuğumuz için başka bir trajediye çok hazırlıksız ve tedariksiz yakalanmamız.


Sizin ölüme yaklaşımınız nasıl peki?

Ben de herkes gibi halleşmeye çalışıyorum tabii ölümle. İnsanoğlunun en büyük trajedisi bu. Ölüme yazgılı olarak yaşadığını bilen tek canlı insandır. Büyük bir trajedi bu insanoğlu için. Belki çok dindar ise bir kişi, bu trajediyi önemli ölçüde hafifletebilir ancak.


Siz dindar mısınız?

Evet, dindarım. Din, insanın hayattaki koordinatlarını görmesini sağlıyor diyebilirim. Avrupa aydınlanmacılığından sonra maddecilik büyük bir hışımla yerleşti; benden sonra tufan zihniyeti egemen olmaya başladı. Benden sonra bir hayat yok, bir şey yok, dolayısıyla dilediğimi yapmamda hiçbir mani yok anlayışı. Her şeyin sizinle başlayıp sizinle bittiğine dair bir illüzyon yaratıyorsunuz; bu da beraberinde tamahı getiriyor. İnsanlar, bu yüzden dünyayı yok edecek bir atom bombası yapmakla övünür oldular. Sapıklığa bakın. Dünyayı yok ederseniz siz nasıl yaşayacaksınız ki. Avrupa’nın onca olanağına ve eğitim düzeyine rağmen bu kadar gaddar olmasının yegane sebebi bence fazla seküler olmasıdır.


Ama bir yandan da Katolikler, pek çok konuda fazlasıyla katı. Sonra mesela, Papa’nın cenaze törenine binlerce kişi katıldı. Bu bir çelişki değil mi peki?

Ama içi boş. Bunlar sadece sembol. Ona bakarsanız, birinin Papa’sı var, birinin Patrik’i... Seküler olmak bize kaldı neredeyse. Bizim böyle bir sembolümüz bile yok çünkü.


Hilafetin kaldırılmasının, Müslümanlar için bir dezavantaj olduğunu söylemişsiniz...

Valla, avantaj mı, dezavantaj mı, bilemiyorum ama bildiğim, çok komik durumda olduğumuz. Herkes, turizmini artırırken, ekonomisini canlandırırken herkesin süslü bir sembolü varken bizim hiçbir şeyimiz yok. Bunu ironik buluyorum açıkçası. Papa bir denge unsuru. Vatikan, az güçlü bir yer değil. Nerede ne karıştırıyor, muamma. Çok mühim şeyler oluyor perde gerisinde ve Türkiye, nasıl oluyorsa tüm bunların dışında kalıyor. Buna gülüyorum elimde olmadan.


Siz, kişisel olarak dinle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Sadece manevi dünyanızda yaşadığınız bir şey mi bu yoksa pratiğinizde de var mı?

(Tesadüfe bakın ki tam bu soruyu sorduğum sırada, Beykoz tepelerinden akşam ezanı duyulmaya başladı.)
Pratikte hiç yok diyemem açıkçası, var tabii ama şöyle söyleyelim hadi: Ben günahkâr bir Müslümanım. Din, aslında entelijansiyanın işidir. Sokaktaki insanın dini ile medresedeki insanın dini bir değildir. Bir ülkenin genel entelektüel seviyesi düştükçe dinden anladığı da o ölçüde düşüyor. İslamiyet’te, aslında, en baba Batılı Aydınlanmacıda olmayan müthiş bir ilericilik vardır; Gazzali’sinden tutun, İbni Arabi’sine kadar... Fakat ne yazık ki bu ilericiliği yakalayamadık.


Neden böyle oldu?

Bence bu gerileme, Tophane’deki Rasathane’nin bombalanmasıyla başladı. Bir dönem var. Türklerin gökyüzüne bakmaktan vazgeçtiği bir dönem bu. İşte, gökyüzüne bakmaktan vazgeçmemizle beraber gerileme sürecimiz de başlamış oldu. Uluğ Bey, Semerkant’taki rasathaneden gökyüzüne bakarak çıplak gözle yüzlerce yıldızın adını sayarmış, düşünün. Bu, müthiş bir matematiktir. Ama medreselerden matematik ve müzik çıkınca ister istemez gerileme süreci de başladı. Her şey ritüele indirgenmeye başlandı. Estetikten uzaklaşıldı, her şey kabalaştı. Mimari dahi olmak üzere. Neden artık Selimiye gibi bir binayı yapamıyoruz? Tüm bunların, matematikle çok güçlü bir bağlantısı var; matematik entelektüel bir uğraştır. Sonuçta ben, bu kabalaşmanın ve gerilemenin başlangıç noktasının, astronomiyle uğraşmaktan vazgeçtiğimiz dönem olduğuna inanıyorum.

“İnsanın rengi gridir,” demişsiniz bir yerde. Aşkın rengi nedir sizce?

Ak ve kara ise söz konusu olan, aka dayayabilirsiniz sanırım. Bu durumda aktır aşkın rengi. Ama insan öyle değil.

Aşk ne ifade ediyor sizin için?

Yabancılaşmanın toptan kaybını ifade ediyor. Hiç kuşkusuz kaybını. Karşı tarafın günahına, yetersizliğine, görkemine iştirak...

Âşık olunana teslimiyet midir ayrıca?

Teslimiyet kelimesini sevmiyorum. Yabancılaşmanın kaybı teslimiyet midir, emin değilim. Kelimenin yarısıdır belki, öyle olabilir.

Sizin ilk aşkınız eşiniz miydi?

Hayır, değildi. Üstelik aşkım bile değildi. Ben on yedi yaşımda evlendim. Bu yaşta öyle kolay değil aşkı tanımak ve yaşamak. Kim kaybetti de ben buldum? Değil, öyle değil. Aşk, belirli bir yaşanmışlık ve birikim istiyor mutlaka.

Yazdıklarınızda aşk da var ama. Âşık olmadan aşkı yazabilmek mümkün mü?

Âşık olmayan birinden edebiyatçı çıkmaz zaten. Edebiyat için bu olmazsa olmazdır. Âşık olmak kapasitesine koşuttur edebiyat becerisi. Aşkı bir duyarlılık olarak, hatta bir seviye olarak görmek lazım. Biri olmadan diğeri katiyen olmaz.


Sokağa çıkmaktan pek hazzetmeyen bir insan olduğunuzu biliyorum. Sokağa çıkmadan sokağın nabzını nasıl tutabiliyor ve bunu yazdıklarınıza nasıl yansıtabiliyorsunuz?

Âşık Veysel’e sormuşlar, “Herkesin eli sazın şurasında, burasında gidip geliyor, sen niye böyle tutuyorsun?” diye, o da demiş ki “Onlar arıyor, ben buldum.” Buna benzer bir cevabım var bu soru için. İnsan, her şeyi ve herkesi öyle hızlı tanımaya başlıyor ki. Artık iyice imbik safhasına geliyorsunuz; şaşırmıyorsunuz hiçbir şeye. Belki bunun bir tıkanma noktası olduğunu düşünebilirsiniz haklı olarak ama yeryüzünde türdeşlerimizle paylaşmadığımız şey yok. O kadar da orijinal değil aslında insanlar. Yüz tanesini tanıdıysanız, artık kategorize edebiliyorsunuz kolayca. Hatta şunu bile söyleyebilirim: İsrail’deki Likut Partisi’nin başkanı ile Beykoz’daki feşmekan yerin belediye başkanı benzerlikler gösterebiliyor.

Bir gününüzü anlatır mısınız? Ne zaman kalkıyorsunuz, ne zaman uyuyorsunuz, nasıl geçiyor bir gününüz?

Çok az uyuyorum bir kere.

Kaç saat?

Dört. O da maksimum. Ama ben hep böyleydim zaten. Hatta taş uyur, Alev uyumaz derlerdi. Nasıl bir yapı bu, bilmiyorum ama böyle işte. Işığı çok severim. O yüzden güneşten sonra uyanmamak gibi bir prensibim var hep. Güneşin doğacağını bile hissederek uyanırım ben; bir şey kımıldıyor içimde. Güneşi kaçırırsam bir şeyleri kaçırırım korkusu var. O yüzden gizli bir güç dürtüklüyor beni, kalk diye. Bir gün önceden ayırdığım bir gazete olur hep; buraya gazete geç geliyor çünkü. Sabahları taze gazete sevdiğim için sanki sabah yeni gelmiş gibi okuyorum o gazeteyi. O duygumu böyle telafi ediyorum.


Kaç katlı burası, kaç kişi yaşıyorsunuz?

Dört katlı bir ev. Kızım, damadım, torunum, ben ve yardımcım Maria. Hem komün bir yaşam gibi, hem de değil. Hepimizin yaşam tarzları çok farklı olduğu için aynı evde yaşasak da hepimizin bağımsız hayatları var.


Mutfakla ilişkiniz nasıl?

Gayet iyidir aram, çok severim mutfağı. Her yemeği iyi yaparım. Bu biraz da gelenekten gelir bende. Bir şeyi kötü yapanlardan hiç hazzetmem ben. Patates kızartılacaksa usturubuyla kızartılmalı, patlıcanın bir oranı olmalı filan. Bu, budur benim için. Bu yüzden yemeği de mutfağa girip kendim yapmayı tercih ederim.


Eviniz, aynı zamanda bir koloni gibi sanırım. Okurlarınız, yazarlar... Çok sayıda gelen gideniniz oluyor, değil mi?

Yazarlardan çok fazla gelen giden olduğunu söyleyemem. Ama okurlar, evet. Çok sayıda okurum gelir beni ziyarete, bu doğru. Yazarların gelmemesinin sebebi, benim yazmaya başladığım yıllardan itibaren yazar dünyasıyla kurduğum ilişkiden kaynaklanıyor. O zamanlar, yazarlar dünyasında bir yer edinebilmeniz için onların mesken edindiği bazı mekanlarda sürekli bulunup masalarında meze olmanız gerekiyordu ama bu bana çok ters geldiği için, başından beri hep reddettim bu ilişki biçimini. Bu ritüel, bana her zaman tuhaf gelmiştir. DGM’ye elimde karanfille gidemem açıkçası, sırf orada bulunmuş olmak adına yapamam bunu.

Genç kuşak edebiyatçıları takip edebiliyor musunuz?

Elbette, tabii ki. Mümkün olabildiğince. Fakat benim sorunum, üzerinde çalıştığım şeye karşı çok tutkulu bir insan olmam. Tutkulu derken, şöyle: Yani, mesela, diyelim ki Rusya üzerinde çalışıyorum; o süreçte bunun dışında herhangi bir çalışmayı, araştırmayı, kitabı allame-i cihan olsa bana okutturamazsınız veya Rusya dışında herhangi bir yere katiyen götüremezsiniz.


Nasıl buluyorsunuz peki izleyebildiğiniz kadarıyla genç kuşak edebiyatçıları?

Eskiye göre çok daha iyi tabii ki. Müthiş bir umut ışığı var kesinlikle. Türkiye, edebiyat konusunda çok daha iyi bir noktada şu an. Fakat edebiyatın iktidarını ellerinde bulunduranların artık gençlerden korkmayı bırakmaları lazım. İktidardakiler, sadece adı sanı bilinen, kabul görmüş isimler üzerinde duruyorlar hep, dikkat ederseniz; çünkü konuya hâkim değiller, yeni birini ele almaya kalkarlarsa ne kadar yetersiz oldukları da ortaya çıkacak. Edebiyatta iktidarı ellerinde tutan dinozorlar, öyle sıkı sıkı yapışmışlar ki koltuklarına, Doğan Hızlan olsun, Hilmi Yavuz olsun, ölseler bile, kendilerini klonladıkları için yine yeşerecekler. Yoksa daha birçok Nâzım Hikmet, birçok Aziz Nesin çıkar bu ülkeden; kim demiş çıkamaz diye. Çıkar, hem de öyle bir çıkar ki. Ama korkuyorlar işte. Yeni nesilden korkuyorlar. İhsan Oktay Anar, Atilla Atalay, bu ülkenin kaybedilmiş değerleridir mesela. Edebiyatta, düşüncede de inanılmaz bir faşizm var.

Bâki Koşar
2005-07-01, Picus Dergisi