FIKIH MEZHEPLERİ
FIKIH MEZHEPLERİ
a) Kavram ve Tarihçe
Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü
ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda
zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman
ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak,
ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle
ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının
özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu
fukahâ) denir. Öte yandan fıkıh, ilk dönem literatüründe, şer‘î delillerden
hüküm elde etme faaliyeti olan ictihad anlamında kullanılmış, fakih ve
müctehid eş anlamlı kabul edilmişken, ileri dönemlerde ictihad yetkinliğine
ulaşamamış fakat fıkhî hükümleri delilleriyle birlikte bilen veya fıkıh ilmi ile
meşgul olan kimselere de fakih denmeye başlanmıştır.
Bir bakıma müslümanın davranış bilgisi demek olan fıkhın iki ana kaynağı,
Kur'an ve Sünnet’tir. Kur'an'ın nüzûlü ve Hz. Peygamber'in bu dini insanlığa
tebliği milâdî 610-632 yılları arasına rastlayan yirmi üç yıla yakın bir zaman
dilimine yayılmıştı. İslâmî öğretilerin doğru anlaşılabilmesi ve sağlıklı biçimde
uygulanabilmesi için kuşkusuz İslâm tebliğinin bir bütün olarak düşünülmesi
gerekir. Ancak, bu kapsamdaki hükümlerin tebliğinde izlenen metodun ve esas
alınan öncelikler sıralamasının dikkate alınması da, bütünün iyi kavranması
açısından önemlidir. Konuya bu açıdan bakıldığında İslâm tebliğinin farklı özellikler
taşıyan biri Mekke dönemi diğeri Medine dönemi olmak üzere iki ana
döneme yayıldığı görülür.
32 İLMİHAL
Gerçekten Hz. Peygamber, hicrete kadar geçen on iki yılı aşkın süre
içinde (Mekke döneminde) şirk ve sapıklıkla mücadele etmiş, insanların İslâm'ın
inanç ve ahlâk esaslarına gönülden bağlanmaları için çaba harcamıştır.
Bu dönemde inen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, kalplere tevhid inancını, yardımlaşma
ve fazilet duygusunu yerleştirmeyi hedef alıyor, evrendeki varlık
ve olaylar üzerinde düşünmeye yönlendiriyor, yer yer somut anlatımlarla
hemen bu hayatın peşi sıra bir âhiret hayatının bulunduğunu vurguluyor,
geçmiş toplumların tarihinden ibret levhaları gösteriyor; böylece daha sonra
tebliğ edilecek hükümler sisteminin ruhunu ve küllî esaslarını hazırlıyordu.
Bu dönemde inen âyetlerde amelî hükümler pek nâdirdi.
Hz. Peygamber Medine'ye geldikten sonra, örgütlediği toplumun barış
içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir ahidnâme (antlaşma metni) düzenleme
işine öncelik verdi. Resûlullah'ın bu girişimi, onun bu dönemde, ashabına ve
tüm insanlığa hayatın dinî, siyasî ve medenî bütün yönlerine ait uygulamalı
bir model ortaya koymayı planladığını gösteriyordu. Sıra, Mekke döneminde
oluşturulan sağlam inanç ve ahlâk temellerinin üzerine, dünyevî hayatı âhiret
hayatı ile dengeli biçimde düzenleyecek bir sistemin sütunlarını oturtmaya
gelmişti. İşte böyle bir süreç içinde ortaya konan fıkhî esaslar ve hükümler,
daha sonra müstakil bir ilmin ve zengin bir hukuk hazinesinin ana malzemesini
oluşturmuştur.
Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden, karşılaşılan meseleler
doğrudan doğruya Resûlullah'a arzedilir, konu hakkında ya âyet iner veya
Hz. Peygamber onu doğrudan kendisi çözümlerdi. Bu ikinci yol, Hz. Peygamber'in
kendi ictihadına göre hükmetmesiydi. Esasen Resûlullah'ın ictihadı vahyin
kontrolünde olduğundan, onun ulaştığı sonuçların isabetsiz olması halinde,
o şekli ile kalması düşünülemez ve -son tahlilde- bu hükümler de sünnet
kapsamında sayılır. Resûlullah'ın bu yola başvurmasının asıl önemli yönü
ise, sahâbeyi ictihada alıştırması ve özendirmiş olmasıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in
Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona, önüne getirilen
uyuşmazlıkla ilgili Allah'ın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde bir hüküm
bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muâz'ın "Kendim ictihad
ederim" cevabını vermesi Hz. Peygamber'i ziyadesiyle memnun etmişti
(Tirmizî, “Ahkâm”, 3).
Hz. Peygamber'in vefatından sonra sahâbenin hem Kur'an ve Sünnet'in
çizdiği istikametten ayrılmama hem de karşılaştıkları yeni meseleleri bu çerçevede
çözüme kavuşturma zaruretiyle karşı karşıya kaldığı, bu sebeple de dinî
çözüm üretme (fetva) ve ictihad faaliyetini yoğun olarak sürdürdüğü, bilhassa
İSLÂM DİNİ 33
Hz. Ömer'in devlet başkanı sıfatıyla birçok farklı görüş ve uygulamayı gündeme
getirdiği bilinmektedir. Sahâbe dönemini takip eden tâbiîn ve tebeu’ttâbiîn
döneminde sosyal şartlardaki ve siyasal yapıdaki değişim, normatif
ilimlerin oluşum seyrine uygun olarak, fıkhın da gitgide nazarî bir renk kazanmasına
zemin hazırladı. Sahâbîlerin, o günkü İslâm coğrafyasının değişik
yerleşim merkezlerine dağılarak başlattığı tebliğ, eğitim ve öğretim faaliyeti
daha sonraki nesillerde meyvesini vermeye başladı, üstat ve muhit farklılığının
yanı sıra önceki nesilden intikal eden sünnet malzemesi ve re’y ictihadı
karşısında tavır farklılığı da hadis ekolü (ehl-i hadîs) ve re’y ekolü (ehl-i re’y)
adıyla iki ana temayülün ve gruplaşmanın sebebini teşkil etti.
Emevîler'in sonu ile Abbâsîler devrinin başlarında Hicaz (veya Medine)
merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü ehl-i hadîs (veya ehl-i eser), Irak merkezli
olarak oluşan fıkıh ekolü de ehl-i re’y adıyla anılmaya başlanmıştı. Her iki
ekol de kitap, sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanmakla
birlikte, Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti
diyerek ayrı bir değer verdiler ve muhitleri gereği ellerinde bulunan zengin
hadis malzemesiyle yetinmeye çalıştılar. Hayat tarzının ve karşılaşılan
meselelerin oldukça sade olması sebebiyle bölgede re’y faaliyetine ciddi bir
ihtiyacın bulunmadığı, ayrıca bu fakihlerin de hadisten cevabını bulamadıkları
yeni fıkhî meselelerde ictihad etme konusunda hayli çekingen davrandıkları
bilinmektedir. Iraklı fakihler ise, bölgede hâkim olan fikrî ve siyasî
kargaşanın, sosyal şartların Hicaz'a nisbetle hayli farklı oluşunun tabii sonucu
olarak, karşılaştıkları yeni meselelerin dinî hükmünü ictihad ederek
belirleme ve inisiyatifi kaçırmama, rivayet edilen hadisleri de titizlikle inceleyerek
daha ihtiyatlı karşılama yolunu seçtiler. Bu iki ekol bir bakıma,
Kur'an ve Sünnet metinlerini anlamada ve yorumlamada lafızla yani söylenenle
yetinme ile lafzın yanı sıra maksadı yani söylenmek isteneni de göz
önünde bulundurma ve rivayetlerin içerik tenkidine de yer verme şeklinde
özetlenebilecek ve her dönemde İslâm bilginleri arasında varlığını koruyacak
olan iki farklı temayülü bünyesinde barındırmakta veya kısmen temsil etmekteydi.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde başta Hicaz ve Irak olmak üzere
çeşitli bölgelerde ve merkezlerde devam eden re’y, fetva ve tedrîs faaliyetinin
hicrî II. yüzyılın ortalarından itibaren daha sistemli ve doktriner hale
geldiği, önce Kûfe'de Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin ehl-i re’y fıkhını, sonra da
Medine'de İmam Mâlik'in ve öğrencilerinin ehl-i hadîs fıkhını zenginleştirerek
ekolleştirdiği, bu ilim halkalarında doktriner bir fıkıh eğitim ve tartışma
ortamının kurulduğu ve bunu verimli tedvîn faaliyetinin izlediği görülür.
34 İLMİHAL
Bunu tepkici veya sentezci diğer fıkhî ekolleşmeler takip etmiş ve neticede
hürriyetçi ve hoşgörülü bir ictihad ortamında zengin doktriner tartışmaların
yapılmasına ve ileride mezhep olarak şekillenecek yeni fıkhî oluşumların
ortaya çıkmasına imkân hazırlanmıştır.
FIKIH MEZHEPLERİ
a) Kavram ve Tarihçe
Fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü
ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak fıkıh hicrî ilk asırlarda
zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman
ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak,
ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle
ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının
özel adı olmuştur. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu
fukahâ) denir. Öte yandan fıkıh, ilk dönem literatüründe, şer‘î delillerden
hüküm elde etme faaliyeti olan ictihad anlamında kullanılmış, fakih ve
müctehid eş anlamlı kabul edilmişken, ileri dönemlerde ictihad yetkinliğine
ulaşamamış fakat fıkhî hükümleri delilleriyle birlikte bilen veya fıkıh ilmi ile
meşgul olan kimselere de fakih denmeye başlanmıştır.
Bir bakıma müslümanın davranış bilgisi demek olan fıkhın iki ana kaynağı,
Kur'an ve Sünnet’tir. Kur'an'ın nüzûlü ve Hz. Peygamber'in bu dini insanlığa
tebliği milâdî 610-632 yılları arasına rastlayan yirmi üç yıla yakın bir zaman
dilimine yayılmıştı. İslâmî öğretilerin doğru anlaşılabilmesi ve sağlıklı biçimde
uygulanabilmesi için kuşkusuz İslâm tebliğinin bir bütün olarak düşünülmesi
gerekir. Ancak, bu kapsamdaki hükümlerin tebliğinde izlenen metodun ve esas
alınan öncelikler sıralamasının dikkate alınması da, bütünün iyi kavranması
açısından önemlidir. Konuya bu açıdan bakıldığında İslâm tebliğinin farklı özellikler
taşıyan biri Mekke dönemi diğeri Medine dönemi olmak üzere iki ana
döneme yayıldığı görülür.
32 İLMİHAL
Gerçekten Hz. Peygamber, hicrete kadar geçen on iki yılı aşkın süre
içinde (Mekke döneminde) şirk ve sapıklıkla mücadele etmiş, insanların İslâm'ın
inanç ve ahlâk esaslarına gönülden bağlanmaları için çaba harcamıştır.
Bu dönemde inen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri, kalplere tevhid inancını, yardımlaşma
ve fazilet duygusunu yerleştirmeyi hedef alıyor, evrendeki varlık
ve olaylar üzerinde düşünmeye yönlendiriyor, yer yer somut anlatımlarla
hemen bu hayatın peşi sıra bir âhiret hayatının bulunduğunu vurguluyor,
geçmiş toplumların tarihinden ibret levhaları gösteriyor; böylece daha sonra
tebliğ edilecek hükümler sisteminin ruhunu ve küllî esaslarını hazırlıyordu.
Bu dönemde inen âyetlerde amelî hükümler pek nâdirdi.
Hz. Peygamber Medine'ye geldikten sonra, örgütlediği toplumun barış
içinde yaşayabilmesini sağlayacak bir ahidnâme (antlaşma metni) düzenleme
işine öncelik verdi. Resûlullah'ın bu girişimi, onun bu dönemde, ashabına ve
tüm insanlığa hayatın dinî, siyasî ve medenî bütün yönlerine ait uygulamalı
bir model ortaya koymayı planladığını gösteriyordu. Sıra, Mekke döneminde
oluşturulan sağlam inanç ve ahlâk temellerinin üzerine, dünyevî hayatı âhiret
hayatı ile dengeli biçimde düzenleyecek bir sistemin sütunlarını oturtmaya
gelmişti. İşte böyle bir süreç içinde ortaya konan fıkhî esaslar ve hükümler,
daha sonra müstakil bir ilmin ve zengin bir hukuk hazinesinin ana malzemesini
oluşturmuştur.
Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden, karşılaşılan meseleler
doğrudan doğruya Resûlullah'a arzedilir, konu hakkında ya âyet iner veya
Hz. Peygamber onu doğrudan kendisi çözümlerdi. Bu ikinci yol, Hz. Peygamber'in
kendi ictihadına göre hükmetmesiydi. Esasen Resûlullah'ın ictihadı vahyin
kontrolünde olduğundan, onun ulaştığı sonuçların isabetsiz olması halinde,
o şekli ile kalması düşünülemez ve -son tahlilde- bu hükümler de sünnet
kapsamında sayılır. Resûlullah'ın bu yola başvurmasının asıl önemli yönü
ise, sahâbeyi ictihada alıştırması ve özendirmiş olmasıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in
Muâz b. Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona, önüne getirilen
uyuşmazlıkla ilgili Allah'ın kitabında ve Peygamber'in sünnetinde bir hüküm
bulunmadığında ne yapacağını sorması üzerine Muâz'ın "Kendim ictihad
ederim" cevabını vermesi Hz. Peygamber'i ziyadesiyle memnun etmişti
(Tirmizî, “Ahkâm”, 3).
Hz. Peygamber'in vefatından sonra sahâbenin hem Kur'an ve Sünnet'in
çizdiği istikametten ayrılmama hem de karşılaştıkları yeni meseleleri bu çerçevede
çözüme kavuşturma zaruretiyle karşı karşıya kaldığı, bu sebeple de dinî
çözüm üretme (fetva) ve ictihad faaliyetini yoğun olarak sürdürdüğü, bilhassa
İSLÂM DİNİ 33
Hz. Ömer'in devlet başkanı sıfatıyla birçok farklı görüş ve uygulamayı gündeme
getirdiği bilinmektedir. Sahâbe dönemini takip eden tâbiîn ve tebeu’ttâbiîn
döneminde sosyal şartlardaki ve siyasal yapıdaki değişim, normatif
ilimlerin oluşum seyrine uygun olarak, fıkhın da gitgide nazarî bir renk kazanmasına
zemin hazırladı. Sahâbîlerin, o günkü İslâm coğrafyasının değişik
yerleşim merkezlerine dağılarak başlattığı tebliğ, eğitim ve öğretim faaliyeti
daha sonraki nesillerde meyvesini vermeye başladı, üstat ve muhit farklılığının
yanı sıra önceki nesilden intikal eden sünnet malzemesi ve re’y ictihadı
karşısında tavır farklılığı da hadis ekolü (ehl-i hadîs) ve re’y ekolü (ehl-i re’y)
adıyla iki ana temayülün ve gruplaşmanın sebebini teşkil etti.
Emevîler'in sonu ile Abbâsîler devrinin başlarında Hicaz (veya Medine)
merkezli olarak oluşan fıkıh ekolü ehl-i hadîs (veya ehl-i eser), Irak merkezli
olarak oluşan fıkıh ekolü de ehl-i re’y adıyla anılmaya başlanmıştı. Her iki
ekol de kitap, sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanmakla
birlikte, Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber'in yaşayan sünneti
diyerek ayrı bir değer verdiler ve muhitleri gereği ellerinde bulunan zengin
hadis malzemesiyle yetinmeye çalıştılar. Hayat tarzının ve karşılaşılan
meselelerin oldukça sade olması sebebiyle bölgede re’y faaliyetine ciddi bir
ihtiyacın bulunmadığı, ayrıca bu fakihlerin de hadisten cevabını bulamadıkları
yeni fıkhî meselelerde ictihad etme konusunda hayli çekingen davrandıkları
bilinmektedir. Iraklı fakihler ise, bölgede hâkim olan fikrî ve siyasî
kargaşanın, sosyal şartların Hicaz'a nisbetle hayli farklı oluşunun tabii sonucu
olarak, karşılaştıkları yeni meselelerin dinî hükmünü ictihad ederek
belirleme ve inisiyatifi kaçırmama, rivayet edilen hadisleri de titizlikle inceleyerek
daha ihtiyatlı karşılama yolunu seçtiler. Bu iki ekol bir bakıma,
Kur'an ve Sünnet metinlerini anlamada ve yorumlamada lafızla yani söylenenle
yetinme ile lafzın yanı sıra maksadı yani söylenmek isteneni de göz
önünde bulundurma ve rivayetlerin içerik tenkidine de yer verme şeklinde
özetlenebilecek ve her dönemde İslâm bilginleri arasında varlığını koruyacak
olan iki farklı temayülü bünyesinde barındırmakta veya kısmen temsil etmekteydi.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde başta Hicaz ve Irak olmak üzere
çeşitli bölgelerde ve merkezlerde devam eden re’y, fetva ve tedrîs faaliyetinin
hicrî II. yüzyılın ortalarından itibaren daha sistemli ve doktriner hale
geldiği, önce Kûfe'de Ebû Hanîfe ve öğrencilerinin ehl-i re’y fıkhını, sonra da
Medine'de İmam Mâlik'in ve öğrencilerinin ehl-i hadîs fıkhını zenginleştirerek
ekolleştirdiği, bu ilim halkalarında doktriner bir fıkıh eğitim ve tartışma
ortamının kurulduğu ve bunu verimli tedvîn faaliyetinin izlediği görülür.
34 İLMİHAL
Bunu tepkici veya sentezci diğer fıkhî ekolleşmeler takip etmiş ve neticede
hürriyetçi ve hoşgörülü bir ictihad ortamında zengin doktriner tartışmaların
yapılmasına ve ileride mezhep olarak şekillenecek yeni fıkhî oluşumların
ortaya çıkmasına imkân hazırlanmıştır.