Timurlular

Orta Asya ve İran’da hüküm süren İslâm hânedanı (1370-1507).

Timur tarafından kurulduğu için onun adına nisbetle Timurlular şeklinde anılır. Timurlular, Semerkant merkezli geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Hânedanın egemenliğindeki ana coğrafya Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın payına düşen kısmı içine alır. Timur’un doğduğu tarihlerde (1336) Çağatay Hanlığı sarsıntı geçirmekteydi. Hâkimiyet Cengiz Han soyundan gelen hanlardan çok kabile reislerinin elinde bulunuyordu. Timur 1370’te Mâverâünnehir’e hâkim olarak Semerkant’ta tahta oturdu. 782’de (1380) Ceyhun’u (Amuderya) geçip Horasan’a yaptığı, “üç yıllık sefer” diye anılan (1386-1388) askerî harekâtı sonucu Azerbaycan’ı ele geçirdi ve Irak’a kadar topraklarını genişletti. Daha sonra Altın Orda Hanlığı’nı parçalayarak bu kesime, oradan Anadolu ve Suriye’ye yönelip Bağdat’a kadar ilerledi, böylece çok geniş bir alanda hâkimiyet kurdu. Timur, 1399-1400 döneminde Memlükler’i ve ardından Osmanlılar’ı yendi; bölgedeki eski beylikleri tekrar canlandırıp onlara egemenliğini kabul ettirdi. 807’de (1405) vefatı sırasında geride çok geniş sınırları olan bir imparatorluk bıraktı. Ancak kurduğu siyasî birlik hânedan mensupları arasındaki kavgalar yüzünden kısa sürede parçalandı ve yaklaşık bir asır sonra ortadan kalktı.

Timur’un ölümü büyük bir hâkimiyet mücadelesinin başlamasına yol açtı. Veliahtı Pîr Muhammed, oğlu Şâhruh ve Mîrân Şah’ın oğlu Halil Sultan hükümdarlıklarını ilân ederek saltanat mücadelesine giriştiler. Semerkant’ı ele geçiren torunu Halil Sultan şehri muhafaza edemedi. 1409’da hâkimiyeti ele geçiren Timur’un küçük oğlu Şâhruh 823 (1420) yılına kadar batıda ciddi bir teşebbüste bulunamadı. Timur’un ölümünün üzerinden üç yıl geçmeden Karakoyunlular, Azerbaycan’da hâkim olmak suretiyle Timurlular için bir rakip haline geldiler. Öte yandan Ankara Savaşı’nın ardından parçalanan Osmanlı Devleti yeniden toparlanmıştı. Osmanlılar’ın Timur’un canlandırdığı Anadolu beyliklerine karşı tutumu da hoş karşılanmıyordu. Vaktiyle Timur’a olduğu gibi şimdi de Şâhruh’a Anadolu’ya gelmesi yolunda çağrılar yapılıyordu. Zaman zaman Şâhruh’un, babasının daha önce ele geçirdiği yerleri yeniden istilâ edip Boğazlar üzerinden Balkanlar’a ve Kırım’dan tekrar Azerbaycan’a dönme niyetini taşıdığı söyleniyordu. Hem Ortadoğu’da gücünü göstermek hem de kendisine bir türlü baş eğmek istemeyen Karakoyunlular’a ağır bir darbe indirmek için Şâhruh 1420, 1429 ve 1434 yıllarında Azerbaycan’a ve Doğu Anadolu’ya kalabalık ordusuyla seferler düzenledi. İlk iki sefere Belh, Tohâristan ve Fars valiliği yapan oğlu İbrâhim Sultan da katıldı. Ancak Karakoyunlu Türkmenleri meselesi onun sağlığında çözülemedi. Bu tehlike ileride daha da büyüyerek Cihan Şah zamanında Karakoyunlular’ın Timurlu topraklarının büyük bir kısmını ve Herat’ı ele geçirmelerine kadar vardı. Öte yandan devamlı şekilde Mâverâünnehir’e akınlarda bulunan Özbekler (Şeybânîler), bu faaliyetlerini gittikçe arttırıp Şâhruh’tan sonra ortaya çıkan mirzalar arasındaki mücadelelerde faal bir rol oynadıkları gibi devleti ortadan kaldıran başlıca unsur oldular.

Şâhruh, 1446’da kendisine karşı ayaklanan torunu Sultan Muhammed üzerine gittiği sırada Rey yakınında öldü (12 Mart 1447). Şâhruh’un oğlu İbrâhim Sultan ve diğer erkek çocukları daha önce vefat etmişlerdi. Yerine oğlu Uluğ Bey geçti (1447-1449). Babası zamanında hâkimi bulunduğu Semerkant’tan başşehir Herat’a seyahatinden başka ülkenin diğer yörelerine gitmemişti. Babasının batıya yönelik seferlerine onun gönderdiği yardımcı birlikler katılıyor, fakat kendisi bölgesine yakın yerlerde cereyan eden savaşlarda bile yer almıyordu. Babasının sağlığında tek erkek evlât olduğundan veraset konusuyla ilgilenmemişti. İki yıllık saltanatı mücadeleler içinde geçti, oğlu Abdüllatif tarafından öldürülünce ülkede karışıklıklar daha da arttı, devlet Herat ve Semerkant merkezli iki kola ayrıldı. Abdüllatif devri (1449-1450) Uluğ Bey devriyle kıyaslanacak olursa din adamları için iyi, ahali ve asker için kötü bir devir oldu. Onun suikast sonucu öldürülmesinin ardından İbrâhim Sultan’ın oğlu Mirza Abdullah (1450-1451) hapisten çıkarılarak tahta oturtuldu. Semerkant’ta Abdüllatif’in şiddete dayanan idaresinden sonra nisbeten daha yumuşak bir dönem başladı. Uluğ Bey zamanındaki düzen âdeta geri geldi. Fakat devlet idaresindeki bu değişiklik özellikle din adamlarının yaşadığı Buhara’da hoş karşılanmıyordu. Abdüllatif’in ölüm haberi üzerine şehrin daruga ve kadısı esir bulunan Ebû Said’i serbest bırakarak ona biat etmişlerdi. Ebû Said Mirza Han, Özbekler’den yardım sağlamak suretiyle Semerkant’a yürüdü ve Çağataylar’ı yenilgiye uğrattı, şehri ele geçirip tahta oturdu. Ebû Said Mirza Han’ın saltanatı ise (1451-1469) Uluğ Bey’inkinin aksine din adamlarının hâkimiyet devriydi. Ebû Said, Semerkant’a Uluğ Bey’in değil Abdüllatif’in öcünü almak üzere girmişti. Bundan sonra Semerkant’ta Uluğ Bey’in kırk yılı bulan hâkimiyeti yerine Ebû Said’in Taşkent’ten davet ettiği Nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın yine kırk yıl sürecek olan mânevî hâkimiyeti başlamış oluyordu.

Türkistan’da bu olaylar cereyan ederken Horasan ve Irâk-ı Acem’de Timurlu mirzaları arasındaki çekişmelerden yararlanan Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah, 862’de (1458) Horasan’a yürüyüp Herat’ı ele geçirdi. Cihan Şah artık sadece Mâverâünnehir hâkimi Ebû Said’den endişe duymaktaydı. Ebû Said’in Herat’a doğru ilerlediğini öğrenen Cihan Şah, bu sırada oğlu Hasan Ali’nin Tebriz’i ele geçirerek hükümdarlığını ilân ettiğini öğrenince Horasan’da daha fazla kalamadı, Ebû Said ile anlaşıp dönmeye karar verdi. Cihan Şah’ın Horasan’ı boşaltması, Irâk-ı Acem, Fars ve Kirman’ın Karakoyunlular’da kalması şartıyla barış yapıldı. Fakat bir süre sonra Cihan Şah’ın öldürülmesi üzerine Ebû Said, İran’ın batı bölgesini ele geçirmeye karar verdi. Esasen Cihan Şah’ın oğlu Hasan Ali babasının öcünü almak için Ebû Said’den yardım istiyordu. Ebû Said, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey’e karşı harekete geçen Hasan Ali’ye yardım etmek ve batıda Türkmenler’in elindeki toprakları geri almak düşüncesiyle yola çıktı, ancak bu sefer onun ölümüyle sonuçlandı (1469). Ebû Said’in ölümüyle Timurlular, Horasan’ın batısında kalan toprakları Akkoyunlular’a terketmiş oldular.

Ebû Said’in ölüm haberi Herat’a ulaşınca Hüseyin Baykara (1470-1506) şehre girdi. Hüseyin Baykara daha çok oğulları ile uğraşmak zorunda kaldığı gibi zamanında siyasî, idarî ve malî güçlükler ortaya çıktı. En büyük sıkıntı malî hususlarda kendini gösterdi. Buna çare olarak çeşitli kimseler vezirlik makamına getirildi. Zaman zaman iki kişi aynı anda vezir olduysa da bu durum türlü aksaklıklara yol açtı. Bu sıralarda başşehir Herat, Ortaçağ’ların diğer merkezleri olan Dımaşk, Bağdat, Kahire ve İstanbul gibi hem yüksek bir medeniyet hem eğlence merkezi durumuna gelmişti. Bu genel rehavet ve ciddi anlamda gelir azalması türlü siyasî çalkantılara yol açtı. Özbekler’in zaferini kolaylaştıran, Bâbür’ün hâtıralarında anlattığı, Hüseyin Baykara’nın ölümünden sonra birbirinden nefret eden oğulları Muzaffer Hüseyin ile Bedîüzzaman’ın ortak sultan ilân edilmesi son derece tehlikeli bir gelişme oldu. Mâverâünnehir’de durumunu kuvvetlendiren Muhammed Şeybânî Han Mayıs 1507’de Herat’ı ele geçirdi. Ahlâk telâkkileri zaafa uğramış, canlılığını kaybetmiş bir şehir toplumunun yıpranmamış Özbekler karşısında tutunması zaten beklenemezdi. Şah İsmâil’in 916’da (1510) Şeybânî Han’ı öldürmesinden yararlanan Bâbür’ün bütün gayretlerine rağmen ülke Özbek istilâsından kurtarılamadı. Timurlu sülâlesi ancak Bâbür’ün Hindistan’da kurduğu devlet sayesinde varlığını sürdürebildi.

Devlet Teşkilâtı. Timur devlet teşkilâtını eski Türk ve Moğol geleneklerine göre oluşturmuştu. İbn Arabşah’a göre Timur yasayı şeriata tercih ediyordu. Timurlu tarihçileri oğlu Şâhruh’u ise şeriata bağlı bir hükümdar diye anarlar. Uluğ Bey babasının aksine devlet idaresinde dedesi Timur’u taklit etmişti. Uluğ Bey’den sonraki hükümdarlar hâkimiyeti ele geçirmek veya sürdürebilmek için din adamlarına daha fazla ilgi göstermiştir. Abdüllatif, Ebû Said ve oğlu Sultan Ahmed şeriata göre hareket ediyorlardı. Hüseyin Baykara daha serbest düşünceli bir hükümdardı. Timur, devletini bir dünya hâkimiyeti fikri çerçevesinde tasarlamıştı ve dünyanın iki hükümdara yetecek kadar büyük olmadığını söylüyordu. Cengiz Han ailesiyle akrabalığa özel bir önem veren Timur 1370’te Gāzân Han’ın kızı Saray Mülk Hanım’ı nikâhına almış, ancak bu hanımdan oğlu olmamıştı. Timur ölünceye kadar Cengiz Han soyundan birini -kukla dahi olsa- han sıfatıyla yanında bulundurmuş, kendisi bey unvanı ile yetinmişti. Daha sonra Uluğ Bey de Cengiz Han soyundan gelen kişileri hanlık tahtına oturtmuş, ancak Şâhruh zamanında buna gerek duyulmamıştır. Diğer Türk devletlerinde görüldüğü gibi Timurlular’da da belli bir veraset usulü yoktu. Ülke hânedanın ortak malı kabul ediliyor ve bütün mirzalar aynı şekilde yetiştiriliyordu. Bir eyalet merkezine gönderilen mirza orada devlet merkezindeki saray ve idare teşkilâtını aynen kurar, âdeta bir hükümdar gibi bölgeyi idare ederdi. Mirzaların hukukî durumları ve devletin hânedanın ortak mülkü kabul edilmesi sık sık ayaklanmalara ve taht mücadelelerine yol açmıştır.

Türk-Moğol unsurları ile yerli İran ve İslâm unsurlarının karışmasından meydana gelen Timurlular’da devlet merkezinde askerî ve idarî-malî işlere bakan başlıca iki divan mevcuttu. Tavacı Divanı adı da verilen Dîvân-ı Büzürg-i Emâret’in beyleri diğer bütün görevlilerin önündeydi. Türkler ve Türkleşmiş Moğollar’la ilgilenen bu divana Türk Divanı da deniliyor, kâtiplerine ise “bahşı” veya “nüvîsendegân-ı Türk” adı veriliyordu. Divanın başında bir divan beyi bulunuyordu, ayrıca pek çok tavacı emîri mevcuttu. Geniş yetkilere sahip tavacılar askeri topluyor, ordunun nizam ve inzibatı ile uğraşıyor, ganimeti paylaştırıyor ve hükümdarın önünde geçit resmi yaptırıyordu. Hükümdarların hassa alayı 1000 kişilik Kavçin Bölüğü idi. Bunun dışında hükümdarın yakınlarından “içki, inak, yasavul” ve “çehreler” vardı. Ordu “tümen” (10.000), “binlik” (hezâre) ve “yüzlük”lerden (koşunlar) meydana geliyor, sağ kanat, sol kanat ve merkezle öncü ve artçı kısımlarına ayrılıyordu. Ordunun silâh ihtiyacını karşılamak üzere cebehâne (kurhâne) bulunmaktaydı ve bunun idaresi kur beyine aitti. Savaşta yararlılık gösterenler ödüllendiriliyor, kendilerine soyurgallar veriliyordu. Hükümdarın hizmetindekilere bir ihsanı olan bu tabirle daha çok dirlik gibi arazi kastediliyordu. Soyurgal sahibi bütün vergilerden muaf tutuluyor, devlet hazinesine ödenen vergileri toplama hakkını kazanıyordu. Soyurgallar zamanla veraset yoluyla intikal etmeye başlamış, din adamları ve ibadet yerleri için de verilmiştir.

Türk-Moğol toplulukları dışındaki halkın işleriyle ve malî hususlarla ilgilenen ikinci divan Dîvân-ı Mâl (Sart Divanı) diye adlandırılıyordu. Divanın başında bir divan beyi bulunuyor, kâtiplerine vezir veya nüvîsendegân-ı Tâcik deniliyordu. Bu divanın beyleri teşrifatta tavacı emîrleriyle vilâyetlerin darugaları arasında yer alıyordu. Başlıca görevleri vergi işlerini yürütmek, tarım üretimiyle ilgilenmek, şehirlerin imarıyla uğraşmak ve gelirlerin arttırılmasını sağlamaktı. Para bastırılması, hesapların tutulması, vergilerle ilgili yolsuzluklara dair şikâyetler de bu divanın görev alanına giriyordu. En yüksek para birimi tümen olmakla birlikte en çok kullanılan para biriminin kepekî dinarı ile dirhem ve tenge olduğu anlaşılmaktadır. 1 tümen 10.000 dinar karşılığıydı. Gümüş kepekî dinarının 2 miskal (yaklaşık 9 gr.) tam ayar gümüş olduğu kaydedilmektedir.

Timur zamanında tarımın canlandırıldığı dikkati çeker. Timur işlenebilecek hiçbir yerin boş bırakılmasını istemiyordu. Bu maksatla pek çok kabileyi başka yerlere göçürerek iskân edilmemiş yerleri iskâna açmış, ülkenin çeşitli yerlerinde kanallar kazdırmıştır. Bu etkinliklere Şâhruh zamanında da devam edilmiştir. Şâhruh 1410 yılında Moğol istilâsından beri harap durumda bulunan Merv şehrinin imarını emretmiş, 1435’te Kazvin’e geldiğinde Azerbaycan ve Irâk-ı Acem’in imarını istemiş, boş kalan toprakların işlenmesini sağlamak için köylülerden beş yıl süreyle vergi alınmayacağını ilân etmiştir. Devletşah, her ne kadar Uluğ Bey döneminde arazi vergisinin en düşük seviyeye indirildiğini ve bunun köylünün refahını arttırdığını, İsfizârî de Hüseyin Baykara zamanında halkın kendini tamamen ziraata verip tarıma açılmayan arazi kalmadığını ifade ediyorsa da köylünün sıkıntı içinde yaşadığını dile getiren kayıtlar da mevcuttur.

Ticarî faaliyetlere gelince Semerkant’ta pek çok dokuma imalâthanesi bulunuyor ve şehir baharat ticaretine merkezlik ediyordu. Clavijo’nun yazdığına göre Timur ticareti daima teşvik etmiş, bu düşünceyle Fransa kralına gönderdiği mektupta karşılıklı olarak ticaret yapılmasını istemiştir. Tüccarları koruma siyaseti Şâhruh zamanında da sürdürülmüştür. Tebriz ve Sultâniye’nin ticarî önemi devam etmiş, Sultâniye milletlerarası bir pazar konumuna yükselmiştir. Güneydeki Hürmüz’ün de ticaret merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Menşei Uygurlar’a kadar giden, Moğollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı ortaklık kurumu bu dönemde de etkiliydi. Devlet hazinesinden yardım alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor, bunlara tarhanlık verilerek vergiden muaf tutuluyordu. Hissedarlar arasında hükümdar ailesinin ve ileri gelenlerin bulunduğu bu ortaklıklarda faizle borç verme usulü de uygulanmış, bu uygulama şeriata aykırı olduğundan zaman zaman anlaşmazlıklara ve ulemânın itirazlarına yol açmıştır. Başşehir Herat devlet gelirlerinin toplandığı yerdi. Hüseyin Baykara devrinde Herat’ta biriken servet iktisadî faaliyetleri arttırmış, eski çarşı ve pazarlar yeni ilâvelerle büyütülmüştür. Herat’a bağlanan ticaret yolları üzerinde yeni ribâtlar yapılmıştır.

Din ve Kültür. Timurlu sülâlesi mensupları başlangıçta Sünnî oldukları gibi halkın çoğunluğu da Sünnî idi. Ancak Gîlân, Mâzenderân, Hûzistan ve Sebzevâr bölgelerinde Şiîlik ağır basmaktaydı. Medreselerde Sünnî sistemine göre eğitim yapılmasına rağmen Şiîliğin yayılmasına ve Râfizî cereyanlara engel olunamamıştır. Hurûfîler, Nurbahşîler ve Müşa‘şaalar bu cereyanların başlıcaları idi. Sünnî tarikatların en yaygını Nakşibendîlik’ti. Nakşibendî tarikatına adını veren Bahâeddin Nakşbend, Timur’a çağdaş olmasına rağmen kaynaklarda Timur ile Buharalı şeyhler arasındaki münasebete dair hiçbir bilgi yoktur. Timur, İslâm dini ve tarihi hakkında epeyce mâlûmata sahipti. Seferlerini gazâ diye adlandırmakla birlikte din, Timur nezdinde siyasî amaçlarına erişebilmek için kullandığı bir araçtan başka bir şey değildi. Şeriat hükümlerine uymaya ve emirlerini uygulamaya çalışan Şâhruh ise yaşayışı ve davranışlarından dolayı her asrın başında bir din müceddidinin geleceği yolundaki hadise dayanarak tarihçi Abdürrezzâk es-Semerkandî tarafından asrın müceddidi olarak gösterilmiştir. Sadr, şeyhülislâm, kadı ve müderris gibi devlet hizmetindeki görevlilerle halk kitlelerinin temsilcileri durumundaki tarikat şeyhleri ve dervişleri arasında mücadele eksik olmazdı. Timurlu hükümdarlarının Sünnî olması ve Sünnî tarikatların bilhassa Şâhruh’un şahsında büyük bir koruyucu bulmasına rağmen Şiîlik cereyanı gittikçe güçlenerek XV. yüzyılın sonunda büyük çatışmalara yol açmıştır. Nihayet Sünnîliğin temsilcileri Şiîliğe karşı girişilen mücadelelerde başarı gösteremeyecek duruma düşmüş ve İran’da Şiîlik dinî görüşlerini mutaassıp taraftarlarından sağladıkları askerî güçle birleştiren, başlangıçta Sünnî esaslara sahip, ancak zamanla Şiîliğe intisap eden Safevîler’in ve İran’ın resmî mezhebi haline gelmiştir.

Timur seferleri esnasında günlük tutturuyordu. İlhanlılar’da büyük gelişme gösteren tarihçilik Timurlular zamanında da himaye görmüştür. Nizâmeddîn-i Şâmî ve Şerefeddin Ali Yezdî’nin Žafernâme’leri Timur’un başarılarını anlatır. Şâhruh’un saltanatının ilk yıllarında Natanzî’nin telif ettiği Münteħabü’t-Tevârîħ-i MuǾînî genel bir tarihtir. Şâhruh devrinin en büyük tarihçisi hiç şüphesiz Hâfız-ı Ebrû’dur. Onun Şâhruh’a takdim ettiği MecmûǾa ile Zübdetü’t-tevârîħ-i Bâysungurî (MecmaǾu’t-tevârîħ) adlı eserleri meşhurdur. Abdürrezzâk es-Semerkandî’nin MaŧlaǾ-ı SaǾdeyn ve MecmaǾ-ı Baĥreyn adlı eseri 830 (1427) yılından sonra verdiği bilgiler açısından değerlidir. Hüseyin Baykara ve veziri Ali Şîr Nevâî, Herat’a hâkim olunca Timurlu sarayı yeniden bir ilim merkezi haline gelmiş ve tarih alanında önemli eserler yazılmıştır. Bunlardan ilki Mîrhând’ın Ravżatü’ś-śafâǿ adlı yedi ciltlik kitabıdır. Mîrhând’ın torunu Hândmîr’in Ĥabîbü’s-siyer’i de değerli bilgiler ihtiva eder. Hüseyin Baykara dönemindeki Herat’ta günlük hayat Vâsıfî’nin BedâyiǾu’l-veķāyiǾ adlı eseri sayesinde öğrenilmektedir. Bu devirde Farsça şiir gerilemeye yüz tutmuştur. Başlıca temsilciler olarak Hâfız-ı Şîrâzî ve Abdurrahman-ı Câmî sayılabilir. Ayrıca Ni‘metullāh-ı Velî, Kāsım-ı Envâr tasavvufî şiirin önemli temsilcileridir.

Zengin şehir merkezlerinde İran şairlerini tanımış olan Timurlu mirza ve beyleri kendi dilleriyle de şiirler yazılmasını arzu ediyordu. Bu sayede yazılan şiirler, Ali Şîr Nevâî ile klasik İran örneklerinin mükemmelliğine eriştiği gibi Nevâî Muhâkemetü’l-lugateyn adlı meşhur eserini kaleme almıştır. XV. yüzyıl Çağatay edebiyatının ilk mühim siması olan Sekkâkî’nin divanı bugüne ulaşmıştır. Fars hâkimi Mirza İskender adına kaleme aldığı Maĥzenü’l-esrâr adlı mesnevisiyle tanınan Hârizmli Haydar Tilbe “Türkî-gûy” lakabıyla şöhret kazanmıştır. XV. yüzyılın ilk yarısının en güçlü şairi Lutfî’dir. Şairleri himaye eden mirzaların kendileri de Türkçe şiirler yazıyordu. Bunlar arasında Seyyid Ahmed, İskender ve Ebû Bekir zikredilebilir. Bazı beyler adına Uygur alfabesiyle eserler telif edildiği de görülmektedir. Mansûr Bahşî 1435’te Bahtiyârnâme’yi, Melik Bahşî 1436’da Mi‘racnâme’yi kaleme almış, yine aynı yıllarda Tezkiretü’l-evliyâ yazılmıştır.

Zamanlarının büyük bir kısmını seferlerde geçiren Timurlu hükümdar ve beyleri eğlenceden de geri kalmıyorlardı. Timur’un seferleri sırasında ele geçirerek Semerkant’a gönderdiği sanatkârlar içinde bazı çalgıcı ve okuyucular da bulunuyordu. İbn Arabşah, Timur devri hânendeleri arasında Abdüllatif, Mahmud, Cemâleddin Ahmed ve Abdülkādir-i Merâgī’nin adlarını sayar. Clavijo’nun da anlattığı gibi kadın ve erkeklerin katıldığı toylar veriliyor, bu arada çalgılar çalınıp şarkılar söyleniyordu. Hüseyin Baykara devrinde Herat’ta biriken servet ve bunun sağladığı refah mûsiki meclisleri düzenlenmesini ve mûsikişinasların çoğalmasını sağlamıştır. Yine seferler esnasında Semerkant’a götürülen sanatkârlara ait mimari eserler ve onların duvarlarını süsleyen resimler kaynaklarda zikredilir. İbn Arabşah, Timur devrinin en büyük nakkaşı olarak Bağdatlı Abdülhay Hâce’yi zikretmektedir. Kendisi de hattat olan Mirza Gıyâseddin Baysungur, Herat’taki konağını zamanın sanat akademisi haline getirmiştir. Daha sonra Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî’nin şahsında yeniden koruyucu bulan sanatkârlar ortaya çıkmış, tabiat manzaralarını geleneksel unsurlarla birleştirerek kitap ressamlığında bir yenilik yapmayı başaran Bihzâd yetişmiştir. Yine devlet adamlarının sanatkârları koruması sonucunda meydana gelen eserler Batı’da “Timurlu rönesansı” tabirinin doğmasına yol açmıştır.

TİMURLU HÜKÜMDARLARI

Timur 771 (1370)
Halil Sultan 807 (1405)
Şâhruh 811 (1409)
Uluğ Bey 850 (1447)
Abdüllatif 853 (1449)
Mirza Abdullah 854 (1450)
Ebû Said 855 (1451)
Ahmed 873 (1469)
Mahmûd b. Ebû Saîd 899-906 (1494-1501)
Uluğ Bey’den Sonra Horasan’da Hüküm Sürenler
Bâbür 853 (1449)
Mahmûd b. Bâbür 861 (1457)
Ebû Said 863 (1459)
Yâdigâr Muhammed 873 (1469)
Hüseyin Baykara 875 (1470)
Bedîüzzaman 911-913 (1506-1507)

TİMUR

(ö. 807/1405)

Timurlu hânedanının kurucusu ve ilk hükümdarı (1370-1405).

25 Şâban 736’da (8 Nisan 1336), on iki hayvanlı Türk takvimine göre Sıçan yılında Keş (Şehrisebz) yakınlarındaki Hoca Ilgar köyünde doğdu. Babası yöredeki Barlas kabilesinin emîri Turagay, annesi Tekina Hatun’dur. Timur doğduğu sırada Çağatay Hanlığı çökmeye yüz tutmuştu ve hâkimiyet Cengiz Han soyundan gelen hanlardan çok kabile reislerinin elinde bulunuyordu. Batı Çağatay ulusunda beylik Barlaslar ve Celâyirliler’in elinden çıkıp Karaunaslar’ın (itibarı olmayan, melez ve karışık) eline geçmişti. İlk defa 761 (1360) yılında adından söz edilen Timur, Çağataylar ve Moğollar arasındaki çatışmalara katıldı, sık sık saf değiştirdi. Yararı dokunacağını ümit ettiği kimselerle akrabalık bağları kurdu. Kendine müttefikler sağlamak suretiyle on yıllık mücadeleden sonra Mâverâünnehir’e hâkim olarak Semerkant’ta tahta oturdu (12 Ramazan 771/9 Nisan 1370). Onun başarısının en önemli sebebi bölgede kabileler arasındaki mücadeleler ve ciddi bir rakibinin bulunmaması idi. Kendisinin “Aksak” veya “Lenk” diye anılması da bu mücadele döneminde sağ kolu ve sağ bacağından yaralanmasından dolayıdır.

Timur hâkimiyeti ele geçirdiğinde İran parçalanmış haldeydi. Merkezi Herat olmak üzere Horasan’da Kertler, merkezi Sebzevâr (Beyhak) olmak üzere Horasan’ın batı taraflarında Serbedârîler, merkezi Cürcân olmak üzere Esterâbâd, Damgan ve Simnân yöresinde Toga Timurlular, merkezi Şîraz olmak üzere Fars ve Kirman taraflarında Muzafferîler, merkezi Bağdat olmak üzere Irâk-ı Arab, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan bölgesinde Celâyirliler hüküm sürüyordu. 1380’de Serbedârîler, Toga Timurlular, Kertler ve Muzafferîler arasındaki mücadeleler yüzünden Horasan karışık bir durum arzetmekteydi. 1370-1372’de Fergana vadisine sefer yapan ve nüfuzunu bu yönde yaymaya çalışan, 1373’te Hârizm’e karşı harekete geçen Timur, hemen ardından Horasan’ın içinde bulunduğu bölgenin şartları zaptı için uygun görerek oğlu Mîrân Şah’ı Horasan’a gönderdiği gibi kendisi de arkadan gidip Kertler, Toga Timurlular ve Serbedârîler’in varlığına son verdi. Horasan’a seferleri sırasında İran’ın vaziyetini daha yakından gören Timur 788’de (1386) buraya yürüdü. “Üç yıllık sefer” diye anılan (1386-1388) bu harekât sırasında Mâzenderan, Luristan ve Gürcistan üzerinden Azerbaycan’a giderek Karabağ’a ulaştı. Onun Kuzey İran ve Azerbaycan’ı ele geçirmesi, vaktiyle Cuci ulusu ile İlhanlılar arasında olduğu gibi bölgede çatışmaların yeniden başlamasına yol açtı. Timur’un desteğiyle Altın Orda’da hâkimiyeti ele geçiren Toktamış Han ona karşı gelmeye başladı. Her ikisinin de zengin Azerbaycan’ı kendi istekleriyle terketmeyeceği açıktı. Toktamış Han, Kahire’ye Memlük sultanına bir elçilik heyeti yollayıp Timur’un İran’da kuvvetlenmesi ihtimaline karşı onunla ittifak hazırlığına girişti.

1387 baharında Toktamış’ın askerlerinin Derbend’i geçerek Samur suyu kıyısına ulaşmaları karşısında Timur, oğlu Mîrân Şah’ı bölgeye gönderdiyse de taraflar arasında ciddi bir çarpışma olmadı ve Toktamış’ın askerleri geri çekildi. Azerbaycan’a sevkettiği ordunun başarısızlığından sonra Toktamış Han, Timur’un yokluğundan yararlanıp doğuya doğru yöneldi. Timur bu sırada Güney İran’da Şîraz’ı kuşatmakla meşguldü; Toktamış, Siriderya kıyısındaki şehirleri ele geçirmeye kalkışınca Semerkant’a döndü. 793 (1391) yılı başında buradan hareketle Otrar, Yesi, Karaçuk, Sayram üzerinden bozkırı aştı ve Receb 793’te (Haziran 1391) Kundurca (Kunduzca) mevkiinde Toktamış Han’ı yenilgiye uğrattı. Ardından daha önce boyun eğdiği halde yeniden muhalefete kalkışan İran’daki bazı yerli hükümdarlara karşı yürüdü ve 1392 yılı Haziran ayında “beş yıllık sefer” denilen (1392-1396) sefere çıktı. Ceyhun’u geçerek Mâzenderan ve Luristan yoluyla Şîraz’a varıp Muzafferîler hânedanına son verdi (795/1393); böylece Bağdat kapılarına dayandı. Bu sırada Anadolu’da ve Suriye kesiminde Memlükler dışında kendisine ciddi rakip olabilecek bir güç yoktu. Osmanlılar Anadolu’da henüz tam anlamıyla hâkim durumda değildi. Sivas-Kayseri bölgesinde Kadı Burhâneddin, Osmanlılar’la savaş halini sürdüren Karamanoğulları, Doğu Anadolu’da Erzincan Emirliği ve Karakoyunlular, Maraş dolaylarında Dulkadıroğulları ve kuruluş aşamasındaki Akkoyunlular bulunuyordu. Hâkimiyetleri Malatya’ya kadar uzanan Memlükler, Anadolu’daki siyasî gelişmelerde söz sahibi durumundaydı, fakat iç mücadeleler bu devleti de yıpratmıştı.

1393 yılı Ağustos ayında Timur’un Bağdat’a inmesi karşısında Osmanlı, Memlük, Altın Orda ve Kadı Burhâneddin devletlerinde bazı tedbirler alınırken Anadolu beyliklerinde sevinç havası esmeye başlamıştı. Bağdat’ı ele geçirdikten sonra (20 Şevval 795/29 Ağustos 1393) kuzeye doğru hareket ederek Tikrît’e ulaşan Timur Erzincan emîri, Karamanoğlu, Dulkadıroğlu, Karakoyunlu ve Akkoyunlu beyleriyle Kadı Burhâneddin’e haber gönderip itaat etmelerini istedi, Memlük sultanına da bir elçilik heyeti yolladı. Ancak gelecek cevapları beklemeden kuzeye yöneldi; Musul, Mardin ve Diyarbekir’i aldı, Van gölü kuzeyindeki Aladağ’a ulaştı. Bu sırada Memlükler’e gönderdiği elçilerin öldürüldüğü haberini alınca Suriye’ye yürüme kararı aldı. Bu durumda tehlikeyi hisseden Kadı Burhâneddin ona karşı cephe kurmaya çalıştı. Yıldırım Bayezid, Memlük Sultanı Berkuk, Altın Orda Hanı Toktamış ve Kadı Burhâneddin arasında bir ittifak kuruldu. Timur bu ittifakı parçalamak amacıyla Sivas’a doğru ilerledi ve Erzurum’a ulaştı, ancak Toktamış’ın hareketini duyunca onun üzerine yürüdü. Timur’un amacı kuzeyde Toktamış ile güneyde Memlük Sultanlığı arasındaki bağı kesmekti. Zira 1394 ve 1395 yıllarında Toktamış Han bütün gayretini Berkuk ile sağlam münasebetler kurmaya sarfetmiş, Timur’un kendileri için aynı derecede tehlikeli olduğunu belirterek yardım istemişti.
Timur önce Gürcistan’da fetihlerde bulundu. 1394 yılı güzünde Kuzey Azerbaycan’da Şeki’de iken Altın Orda kuvvetlerinin Derbend’i geçip Şirvan yöresini yağmaladığı haberini aldı. Bunun üzerine Toktamış Han’a karşı yürüdü. 23 Cemâziyelâhir 797’de (15 Nisan 1395) Terek ırmağı kıyısında yapılan savaşı kazandıysa da Toktamış’ı ele geçiremedi. Toktamış’ın kuvvet toplayarak yeniden mücadeleye girişmesinden çekindiği için Özü (Dinyeper) ırmağı taraflarına gidip Toktamış’la iş birliği yapmış olan bazı kabileleri cezalandırdı; onları Balkanlar’a doğru sürdü ve kuzeye Ten (Don) ırmağına yöneldi. Moskova yakınlarına ulaşarak etrafı yağmaladı ve dönüş yolunda zengin şehirler olan Azak, Hacı Tarhan (Astarhan-Ejderhan) ve Berke Sarayı’nı yağmalayıp yaktı. Berke Sarayı’n-da yapılan kazılarda bu yangının izlerine rastlanmıştır. Timur’un amacı bu seferle Altın Orda’ya kesin bir darbe indirmekti. Böylece Altın Orda Hanlığı’nı parçaladı. Ayrıca bu sefer Orta Asya, Güneydoğu Avrupa, Baltık ülkeleri ve Rusya bakımından önemli sonuçlar doğurdu; Ruslar’ın güçlenmesinin önü açılmış oldu.

Timur 1396 yılı güzünde Derbend, Azerbaycan ve İran üzerinden Semerkant’a döndü. Başşehrini dünyanın en büyük şehri haline getirme düşüncesiyle fethedilen ülkelerden getirdiği mimar ve ustalara Semerkant’ın imarını emretti. Beş yıllık seferden sonra Hoten ve Çin taraflarına yönelme düşüncesiyle torunu Muhammed Sultan’ı hazırlık yapması için doğuya gönderdi. Ancak fikrini değiştirerek Hindistan’a gitmeye karar verdi. Bunun sebebi tam bilinmemekle beraber ileride yapmayı tasarladığı seferlerine maddî kaynak sağlama amacı taşıdığı söylenebilir. Nihayet “kâfirler ve putperestlerle cihad” adı altında Receb 800’de (Mart-Nisan 1398) Semerkant’tan hareket etti. O sırada Pencap ve Sind bölgeleri, merkezi Delhi olmak üzere Tuğluk Hükümdarı II. Mahmud Nâsırüddin Han’ın hâkimiyetindeydi. Timur yolu üstündeki Hindular’a ağır kayıplar verdirdi; ardından Delhi yakınında Tuğluk hükümdarı ile karşılaştı ve onu yenilgiye uğrattı, Delhi’de büyük bir yağma ve katliamda bulundu. Bol ganimet ve fillerle 29 Nisan 1399’da Semerkant’a döndü.

Timur’un Anadolu’dan çekilip Toktamış Han’ı yendikten sonra Hindistan’a yönelmesi kendisine karşı oluşturulan dörtlü ittifakın çözülmesine yol açtı. Timur, Toktamış’ı ikinci defa mağlûp ettiği sırada Şirvan’da iken Yıldırım Bayezid’e bir mektup göndererek Berkuk ile Kadı Burhâneddin’e haddini bildireceğini yazmış, zımnen ona ittifaktan ayrılmasını ihtar etmişti. Fakat ittifak üyeleri arasındaki bağlar gevşeyince müttefikler, Timur’u Anadolu ve Suriye üzerine yürümeye teşvik eden veya onunla iş birliği yapanlarla mücadeleye girdiler. Bu arada Karakoyunlular ve Celâyirliler de eski yurtlarını elde etmek için Timurlular’la mücadeleye başlamışlardı. Kadı Burhâneddin’in 1398 yazında Timur’a taraftar olan Akkoyunlu Beyi Karayülük Osman Bey tarafından öldürülmesi bölgede sağlanan iş birliğinin sonunu getirdi. Yıldırım Bayezid’in Anadolu’da Karamanoğulları’na karşı giriştiği mücadele neticesinde Konya, Lârende ve Aksaray gibi şehirleri ele geçirmesi, Kadı Burhâneddin’in öldürülmesiyle önce Amasya’yı, ardından Sivas’ı kendi topraklarına katması, 1399’da Memlük sultanının vefatı üzerine Fırat bölgesine inerek Malatya, Darende ve Divriği’yi işgal etmesi söz konusu ittifakın tam anlamıyla çökmesi demekti. Timur bu durumdan faydalanacaktı.

Hindistan seferinin ardından bir süre Semerkant’ta kalan Timur İran’a yöneldi. Kafkaslar’ın güneyindeki Gürcü ve Ermeniler’in yeniden etrafa saldırılarda bulunduklarını öğrenmiş, daha önce Hülâgû Han tahtına gönderdiği oğlu Mîrân Şah’ın uygunsuz davranışlarından haberdar olmuştu. Kadı Burhâneddin ile Berkuk’un ardarda ölümleri, Berkuk’un yerini çocuk yaştaki Ferec’in alması ve Memlük Devleti içindeki mücadeleler, Bayezid’in Anadolu’da birliği silâh zoruyla sağlamasının yarattığı hoşnutsuzluk Timur’un büyük bir güçlükle karşılaşmayacağını gösteriyordu. Timur, 8 Muharrem 802 (10 Eylül 1399) tarihinde “yedi yıllık sefer” diye adlandırılan (1399-1404) batıya doğru son seferine çıktı. 1399-1400 yılı kışını Karabağ’da geçirdikten sonra Bingöl’e ulaştı. Anadolu ve Suriye’yi istilâ etmek için siyasal ortam çok uygundu. Timur’un Azerbaycan’a gelmesiyle yurtlarını terkeden Karakoyunlu Yûsuf Bey ile Celâyirli Sultan Ahmed, Timur’un Sivas’a gitmek niyetinde olduğunu işittiklerinden Memlükler’e sığınmaya karar vermişler, ancak bu gerçekleşmeyince Timur’un Sivas’ı ele geçirmesinin ardından güneye doğru indiğini görüp Bayezid’e sığınmışlardı.

Timur ile Yıldırım Bayezid arasında gidip gelen elçiler herhangi bir anlaşma zemini oluşturamadı. Yıldırım Bayezid’in Timur’un müttefiki Mutahharten’in merkezi Erzincan’a yürümesi Timur’a Anadolu üzerine tasarladığı seferi için meşrû bir sebep hazırladı. Fakat Timur, emanla teslim olduğu halde bütün halkını kılıçtan geçirdiği Sivas’ı zaptettikten sonra önce güneye Memlükler’e yöneldi. Suriye’de Halep, Hama, Humus ve Dımaşk gibi şehirleri aldı. Memlükler’e ağır bir darbe indirdi, ardından tekrar Tebriz’e döndü. Bu sırada Yıldırım Bayezid’e gönderdiği tehdit mektubunda kendi başarılarını sayıp döktü ve onun kendisine itaat etmesini istedi. Buna karşılık Bayezid de kendi soyunu ve zaferlerini sayarak savaş için hazır olduğunu bildirdi. Timur bu cevaba karşı aralarında dostluk sağlanması gerektiğini, bu dostluğun kâfirlere karşı İslâm’ın gücünü arttıracağını yazdı; Bayezid’in oğullarından birini rehin olarak göndermesini ve kendisinin yolladığı hil‘ati giymesini istedi. Bu açıkça Bayezid’in kendisine tâbi olmayı kabul etmesi anlamına geliyordu. Bu arada ordusunu takviye eden Timur, geride kalan son önemli rakibi Bayezid ile savaşa karar verdiğinden ona kabul edilemeyecek tekliflerde bulunmayı sürdürdü. Önceki talepleri yanında Anadolu beylerinden alınan yerleri eski sahiplerine geri vermesini, Kara Yûsuf’un kendisine teslim edilmesini istedi. Bayezid bütün teklifleri reddetti. Timur böylece Bayezid’i suçlayıp savaşın sorumluluğunu ona yükleme siyaseti izliyordu.

7 Şevval 804’te (10 Mayıs 1402) hareket eden Timur Kemah, Sivas, Kayseri, Kırşehir üzerinden gelip Ankara’yı kuşattı. Bu sırada Yıldırım Bayezid de Ankara’ya yaklaşmış bulunuyordu. Savaşın cereyan ettiği saha doğuda Çubuk çayı vadisi (Ankara Esenboğa Çubuk Hacılar köyü); batıda Kuşçudağı, Miredağı, Ova çayı, Kışlacık deresi; kuzeyde Cankurtaran; güneyde Karacaviran, Kuşçudağı arasında kalmaktaydı. Asıl vuruşma, Çubuk çayından itibaren batıya doğru yaklaşık 6 km. kadar uzanan Kızılcaköy deresinde cereyan etti. Tarafların kuvvetleri hakkında değişik rakamlar verilmektedir. Osmanlı ordusunun 70.000 kişi, Timur ordusunun ise bundan daha fazla olduğu bildirilmekteyse de Timur’un ordusunun daha kalabalık oluşu dışında bu rakamlar güvenilir değildir. Savaşın günü için 27 Zilhicce 804 (28 Temmuz 1402) Cuma genelde kabul görmüştür. Timur, Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunu mağlûp etti. Yeni ele geçirilmiş Anadolu beyliklerinin askerleri Timur’un yanındaki beylerinin tarafına geçmişti. Bozgundan dolayı herkes bir an önce kendi yurtlarına dönmeye bakıyordu. Devlet ileri gelenlerinden her biri bir şehzadeyi yanına alarak kaçmış ve yalnız kalan Bayezid esir düşmüştü. Bu durum Osmanlı Devleti’nde büyük bir krize yol açacak ve fetret devri başlayacaktı.

Timur, savaşın ardından başta Bursa olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerine asker sevketti; kendisi Kütahya, Denizli, Aydın, Ayasuluk, Tire yoluyla İzmir’e gitti. XIV. yüzyılın ortalarından beri Türkler’in elinden çıkmış bulunan İzmir’i ve etrafındaki bazı kaleleri aldı, şehri Aydınoğulları’na bıraktı. Buradan Rumeli’ye geçmek niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Bizans İmparatoru Manuel Palaiologos’tan Rumeli’ye geçiş için gemi hazırlamasını istemişti. Manuel, Timur’un İstanbul üzerine yürüyeceği ihtimalini düşünerek elçi ve armağanlar gönderip bağlılığını bildirmişti. Fakat Timur bundan vazgeçti, İzmir’den tekrar doğuya döndü. Denizli’den Akşehir’e doğru yöneldiği sırada Yıldırım Bayezid’in Akşehir’de öldüğü haberini aldı (Mart 1403). Bir yıl kadar Anadolu’da kalıp Anadolu beyliklerini canlandıran Timur, Ankara Savaşı sırasında kendi saflarına geçen Orta Anadolu’daki Kara Tatarlar’ın büyük bir kısmını göçürerek Muharrem 807’de (Temmuz 1404) Semerkant’a döndü ve bu seferindeki zaferlerini kutlamak için toylar, ziyafetler düzenledi.

Artık sıra Çin’e gelmişti. Timur’u Çin üzerine bir sefere iten sebepler tam olarak belli değildir. Kendisi bunu müşriklere ağır bir darbe indirmek maksadıyla açıklamıştı. 23 Cemâziyelevvel 807’de (27 Kasım 1404) Semerkant’tan ayrılarak Siriderya ırmağını buzların üstünden geçip Otrar’a vardı, fakat burada hastalanarak 17 Şâban 807’de (18 Şubat 1405) öldü ve Semerkant’taki türbesine defnedildi. Geriye iki oğlu Mîrân Şah ile Şâhruh kalmış olmakla birlikte kendisi torunu Pîr Muhammed’i veliaht tayin etmiş, fakat buna rağmen kimse onun hükümdarlığını tanımamıştı. Delhi’den Moskova’ya, Çin’den İzmir’e kadar uzanan seferleri ve fetihlerine rağmen ölümünde vârislerine bıraktığı ülke o kadar geniş değildi. Ölümü oğulları ve torunları arasında şiddetli taht mücadelelerine yol açmış, sonunda küçük oğlu Şâhruh hâkimiyeti ele geçirmiştir.

Büyük bir cihangir olarak tanınan Timur onunla görüşen Clavijo’ya göre sade görünüşlü, başında kürk başlığı bulunan azametli bir hükümdardı. Oldukça zeki ve kurnazdı. Her şeyden önce göçebe kabilelerin bağlılığını kazanıp zamana ve zemine göre değişen siyasî bünyeyi geliştiren, kalabalık orduları fetihlere yönelten etkili bir devlet adamı, askerî bir taktikçi ve strateji uzmanıydı. Daha başından itibaren durumunu güçlendirip meşruiyet kazanmak için kukla bir hanı tahta oturtup onun adına devleti idare etmek suretiyle bir taraftan Cengiz Han soyunun destekleyicisi tavrını sürdürürken Cengiz Han soyundan bir kadınla (Saray Melik [Mülk]/Bîbî Hanım) evlenip “Küregen” (han güveyisi) unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Müslüman bir çevrede doğup büyüyen Timur eski Türk ve Moğol geleneklerini yaşatmaya çalışmış, bu arada töre/yasayı da ihmal etmemişti. İbn Arabşah’a göre yasayı şeriata tercih ediyordu ve bu yüzden bazı ulemâ tarafından kâfirlikle suçlanmıştı. Gerek kıssahanlardan dinledikleri gerekse ulemâ ile sohbetlerinden edindiği bilgilerle İslâm dini hakkında mâlûmat sahibi olmuştu. Ulemâya Sünnîlik-Şiîlik meselelerine dair tartışmalar yaptırır, bu tartışmalara bizzat kendisi de katılırdı.

Horasan’da Şiî Serbedârîler’in reisi Hâce Ali b. Müeyyed ile görüşmesinde Sünnîliği destekleyen, Mâzenderan’da Şiî seyyidlerini cezalandıran Timur, Şam bölgesinde Ali taraftarlığı tavrını takınmış ve Sünnîler’ce koyu bir Şiî diye nitelenmişti. Bir işi yapmak istediğinde kendini haklı göstermek için Kur’an’dan âyetler okuyabilecek derecede bilgiliydi. Tarihçi Nizâmeddîn-i Şâmî’nin naklettiği bir olay Timur’un düşüncesi hakkında fikir vericidir. Timur, İran ve Turan ülkesinden topladığı ulemâ ile İslâmiyet hakkında konuşurken eski devrin ulemâsının hükümdarları irşad ettiğini, gerekli uyarılarda bulunduğunu, kendilerinin ise bunları yerine getirmediğini söylemiş, buna karşılık onlar da kendisinin davranışları ile herkese örnek olup insanların öğütlerine ihtiyacı bulunmadığını belirtmişlerdi. Şeriatın yasaya üstünlük kazandığı oğlu Şâhruh zamanındaki tarihçilerin Timur’u olduğundan daha çok dindar gösterme eğilimi taşımaları tabiidir. Aslında din, onun için siyasî emellerine erişebilmek amacıyla kullandığı bir vasıtadan başka bir şey değildi. Zaman zaman Hz. Ali taraftarı imiş gibi bir tavır takınmasına rağmen onun on iki imam Şiîliğine bağlılığını ileri sürmek için hiçbir delil yoktur. Sikkelerinde dört halifenin adı yer almakta, oğul ve torunları arasında Ömer ve Ebû Bekir adlarına rastlanmakta, ancak Ali adı hiç görülmemektedir.

Seferlerinin Türk-İslâm devletleri üzerine yöneltilmiş olmasından dolayı Timur ağır eleştirilere uğramıştır. Aslında bu faaliyetleri o dönemin hâkimiyet anlayışı düşünülerek değerlendirilmelidir. Cihan hâkimiyeti fikrine sahip bulunan Timur’un amacı o zamanın dünyasına kendi idaresini tanıtmaktı. Tarihçi Yezdî ona, “Dünya iki hükümdara yetecek kadar değerli ve büyük değildir; Allah nasıl bir tane ise sultan da bir tane olmalıdır” sözünü isnat eder. Timur’un, hâkimiyetini kabul etmeyenlere çok sert ve zalimce davrandığına, İsfahan’dan Delhi’ye, Tebriz’den Sivas’a, Astarhan’dan Bağdat’a kadar ele geçirdiği bazı şehirlerde büyük tahribat ve katliam yaptığına dair dönemin kaynaklarına yansıyan birçok rivayet vardır. Hatta onun zulümlerine dair müstakil kitaplar yazılmıştır. Bütün eleştirilere rağmen Orta Asya göçebelerinin İslâmIaşmasında Timur’un büyük hizmetler gördüğü inkâr edilemez bir gerçektir. Hükümranlığı süresince bütün gücü kendi elinde tutmuş, saygı duyduğu insanlardan, ulemâ veya şeyhlerden hiçbirinin siyasî bir gücünün bulunduğu görülmemiştir. İktidar ve fetih hırsını hiçbir zaman dizginleyememiş, seferlerini daima kendisi yönetmiş, çeşitli kabilelere mensup beylerin ve soylarının güçlenmesini önlemek için onları kontrol altında tutmuştur. Bu durum, ölümünden sonra haleflerinin hâkim olduğu bölgelerde hüküm sürmelerini güçleştirmiş, vârisini zor duruma sokmuş, vasiyetinin yerine getirilmesini de engellemiştir.

Timur’un teşkilâtçı bir lider niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır. Devlet teşkilâtı ve ordu sisteminde bunun izleri görülür. Bozkır kültürünün hüküm sürdüğü bölgelerden çok şehir kültürünün hâkim olduğu memleketleri ele geçirme amacını taşıyan Timur göçebelerce hoş karşılanmayan bir harekette bulunup Semerkant’ı başşehir yapmış ve burada binalar inşa ettirmiştir. Ele geçirdiği ülkelerden getirdiği usta ve sanatkârlara Semerkant civarında Dımaşk, Şîraz, Sultâniye ve Bağdat adlarını verdiği köyler kurdurmuş, şehrin dışında bağ ve bahçeler yaptırmıştır. Semerkant’ta Timur’un bizzat ilgilenerek inşa ettirdiği yapıların en muhteşemi Bîbî Hanım Mescidi adı verilen Semerkant Camii’dir. Onun Semerkant’taki büyük yapılarından biri de Gök Saray olup daha çok devlet hazinesinin saklanması için kullanılmıştır. Kendisi ve hânedan mensuplarından bazılarının gömülü olduğu türbeyi de (Gûr-ı Emîr) Timur yaptırmıştır. Onun inşa ettirdiği eserlerin en önemlilerinden bir diğeri Ahmed Yesevî Hankahı’dır.

Yezdî’nin kaydettiğine göre Timur ülke içinde tarıma elverişli hiçbir yerin boş kalmasına razı değildi. Bu düşünceyle ele geçirilen ülkelerden birçok aşireti başka yerlere göçürerek o zamana kadar iskân edilmemiş yerleri iskâna açmış, Horasan’da Murgab, Azerbaycan’da Beylekān olmak üzere ülkenin pek çok yerinde kanallar kazdırmıştır. Anadolu’dan göç ettirilen 30.000 çadır Kara Tatar’ın çoğunu Isık Göl dolaylarında yerleştirmiştir. Clavijo’nun ifadesine göre Timur başşehrini dünyanın en mükemmel şehri yapmak için ticareti daima teşvik etmiştir. Bu düşünceyle 1402’de Fransa kralına gönderdiği mektupta karşılıklı ticaretin teşvik edilmesini, tüccarlara güçlük çıkarılmamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır hale geldiğini yazmıştır.

Timur, başarılarının yazılarak şahsının ölümsüzleştirilmesini arzu ettiğinden seferleri sırasında kâtiplerine Türkçe ve Farsça günlük tutturuyordu. Bu sebeple Nizâmeddîn-i Şâmî ve Şerefeddin Ali Yezdî’nin Žafernâme’leri onun hayatı için en önemli kaynaklardır. Timur’un, ele geçirdiği ülkelerden Semerkant’a götürdüğü sanatkârlar içinde bazı mûsikişinaslar da bulunuyordu. İbn Arabşah’ın Timur devri hânendeleri arasında saydığı Abdüllatîf Damganlı, Mahmud ve Cemâleddin Ahmed Hârizmli, Abdülkādir b. Gaybî Meragalı olup Celâyirli sarayından getirilmişti. Bu dönemde mûsikide özellikle iki kişinin adından üstat diye söz edilir. Bunlardan biri Endicanlı Yûsuf, diğeri Abdülkādir-i Merâgī’dir. Timurlular devri resim sanatının kaynağı Bağdat, Tebriz ve Şîraz okullarıdır. Timur bu şehirleri ele geçirdikten sonra buralardaki sanatkârlardan bazılarını Semerkant’a götürmüş, daha sonra onlardan bir kısmı torunu Gıyâseddin Baysungur tarafından Herat’ta toplanmıştı. İbn Arabşah, Timur devrinin en büyük nakkaşı olarak Bağdatlı Abdülhay Hâce’yi anmaktadır.

Kaynak: Aka, İsmail, "Timurlular", DİA, C. 41, İstanbul 2012, s. 177-180.
Aka, İsmail, "Timur", DİA, C. 41, İstanbul 2012, s. 173-177.