Türkiye Selçuklu Döneminde Toplum ve Ekonomi

Türklerin, doğrudan Türk adıyla batıya göçlerini ve sonradan dünyayı etkileyecek Avrupa ile temaslarını sağlayan olaylardan birisi, Selçukoğullarının İç-Batı Asya'da bir devlet kurmaları ve bunun gelişerek Bizans Devleti'nin askerî gücünü 1071'de büyük ölçüde yok etmesidir. Bunun sonrasında, Rum diyarı denilen bu ülkeye Türk beylerinin akın edip kalelere ve ülkeye sahip olmaları kısa bir zaman almıştır. Danişment, Saltuk, Mengücek ve Artuk Gazilerin kısa bir sürede bazı yörelerine sahip oldukları bu harekete de, Selçukoğullarının, o sıradaki iktidara küskün bir bölümü de katılmış idi. Büyük Selçuklu Sultanlığı için mücadele edip, canını bu yolda kaybeden Kutalmış'ın oğlu Süleyman Bey, Rum diyarının önemli bir kesimine de sahip olmuştu. Kutalmışoğlu Süleyman Bey, daha geniş ufuklu olmuş, bu harekâtında doğrudan İstanbul'u da hedef almış, İznik'i de ele geçirmiş idi.

Türkiye tarihinin bir dönemi, eğer bütün olayları Selçuklu ailesinin tarihi açısından görmezsek, doğrudan Türk beylerinin hakimiyeti dönemidir. Kutalmışoğulları bu dönemde Rum diyarında hakimiyet kuran Türk beylerinden sadece önemli birisidir. Diğer Türk beylerinin de, "kılıç hakkı" olmak üzere bu diyarda, yüksek Selçuklu hakimiyetini tanıyarak kurmuş oldukları kendi idareleri vardır. Bu sebeple, 1071 sonrası zamanın bir kesimini, Beylikler Dönemi diye de alabiliriz. Bu devri, genelde Bizans karşı saldırısının kesinlikle durdurulduğu 1176'dan itibaren muhtelif tarihlere kadar çıkarmak imkânı vardır. Önemli Danışmentli Beyliği'nin etkinliğinin giderilmesi de hemen bu yıllara rastlar. Bununla birlikte, Selçukoğullarına Danışmentliler kadar hasmane bir tavır içinde olmayan öteki beylikler de göz önüne alındığında bu dönemi yüzyılın sonuna, hatta 1211'e kadar götürmek imkânı vardır. Bu zaman teklifleri arasında II. Kılıçarslan'ın vefatı olan 1192 ile, oğlu Gıyaseddin Keyhusrev'in şehit düştüğü 1211 tarihi de söz konusu olabilir. Biz bu dönemi, daha sade olarak anlamak üzere XII. yüzyıl olarak belirleyecek, bu zamanı, Birinci Beylikler Devri olarak alacağız.

Gıyaseddin Keyhusrev'in ardarda Selçuklu sultanı olan iki oğlu, İzzeddin Keykâvus (1211-1220) ve Alâeddin Keykubad (1220-1237) dönemi ile Selçuklu idaresinde açık ve kesin bir yeni dönem başlamaktadır. Diyar-ı Rum, büyük ölçüde birliğe kavuşmuştur. Gerçi bu birliğe batı kesimi dahil değildir ama, 1260'a kadar bu sahada barış vardır ve dolayısıyla genel bir iktisadî bütünlük de oluşmuş gibidir. Onların, daha önceki dönemin de birikimi üzerine oluşturdukları harekette şehirleşme de dikkate değer bir yer tutar. Şehirleşme, aynı zamanda yeni imar hareketleri demektir. Yeni imar ve yapılanma ile, Diyar-ı Rum'un çehresi değişmekte, hem kesin olarak hem de ana çizgileriyle Türk ve Müslüman özelliğini kazanmaktadır.

Diyar-ı Rum'daki bu imar ve yapılanma hareketi 1243 ve sonraki olaylarla da durmaz. 1271 senesinde Sivas şehrinde aynı senede üç dev medrese yapılabilmesi, büyük servet birikimi yanında mühendis, mimar, usta ve işçi imkânlarının da çokluğunu gösterir.

Selçuklu Devleti'nin XIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra giderek İlhanlı etkisine girmesiyle, eski süreç devam eder. Fakat giderek çözülen Selçuklu ordusu, yüzyılın sonlarına doğru neticelerini gösterir. Bir kısım Türk boylarının beyleri, eskiden Selçuklu ordusu içinde, aralarından birisinin Beylerbeyliği'nde gördükleri hizmetleri görememenin etkisiyle, kendi askerî güçlerini oluşturmuşlardır. Böylece, kısmen 1261'den başladığı ifade edilirse de 1275'lerden sonra beylikler askeri güçlerini oluşturmaya başlamışlardır.
Bu hareket, iki yönlü bir gelişmeyi doğurmuştur. Selçuklu sultan ailesi, etkili ve adeta birer diktatör olan yöneticilerin (Muineddin Pervane gibi) de etkisiyle beyler ve halk üzerindeki etkinliğini gidermeye başlamıştır. Zaten Selçuklu sultan ailesi de İlhanlı Devleti yoluyla büyük kağana tâbi sayılıyordu. Kimi Türk beyleri, aradan Selçuklu idaresini çıkarıp doğrudan İlhanlılara bağlanmayı denemiş, daha sonra da bu yola başvurmuş idiler.

Selçuklu sultanlarının siyasi iktidarlarının kaybolması, fiilen XIII. yy. sonlarında, fakat isim olarak XIV. yy. başlarında, 1308'dedir. Netekim 1299'da kurulduğu ifade ve iddia edilen Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Gazi de, ilk idarî yetkiyi, Selçuklulardan almış idi. Osmanlı Beyliği için bu türden bir yetki, doğru olabileceğinden öteki beyliklerin de XIII. yüzyıl sonları ile XIV. yy. başlarında oluşmaya başladıkları muhakkaktır. Bu sebeple bu dönem için XIII. yüzyıl demek tam olarak doğrudur.

XIV. yüzyılın ilk yarısında, beyliklerin kendi iç idare yetkileri açık ve kesin olarak mevcuttur. Fakat dış siyasette böylesine bir bağımsızlık söz konusu olamaz. 1350 tarihinde dahi Orhan Gazi başta olmak üzere Aydınoğullarının ve Denizli beylerinin İlhanlı hazinesine vergi verdikleri kesinlikle biliniyor. Ancak 1356'da İlhanlı Devleti de tamamen çözülmüş ve boş bıraktığı yer için Temür Beğ dahil bir büyük mücadele ve çekişme başlamış idi. Böylece XIV. yüzyılın ilk yarısında iç siyasette etkili, fakat yüzyılın ikinci yarısında doğrudan siyasi olarak da açık ve kesin bir Beylikler Devri başlamış bulunmaktadır.

XIV. yüzyıl dendiğinde, Türkiye tarihinde adeta İkinci Beylikler Devri etkinlikle anlaşılabilir.

Bu dönemin bitişi için Yıldırım Bayezid'in artık Anadolu adını da alan ülke bütünlüğünü sağlama çabası, XIV. yy. sonları kabul edilebilir. Temür Hareketi ve Ankara yenilgisi ile beylikler yeniden canlanmış ise de, tarihin akışı içinde bunlar birer birer söneceklerdir. Bu sebeple bize göre XV. yüzyıl, ilk yarısı itibariyle Osmanlıların, öteki beylikler özellikle Karamanoğulları ile etkili mücadelesine şahit oluyor ise de, II. Murad Gazi'nin dikkatli ve etkin siyaseti ile Osmanlı Devleti çok büyük bir güç sahibi olacaktır. 1453 ise, Osmanlı Devleti'nin birleştirici gücünün zirvesidir ve zaten çok geçmeden bütün Ön Asya, özellikle batı kesimi Osmanlı idaresinde birleşecektir.

Bu sebeple biz Beylikler Devri'ni, XIV. yüzyıl olarak ele alacak, XV. yüzyılın özellikle ilk çeyreğindeki fikir ve bilim hareketini de önceki yüzyılın bir uzantısı olarak kabul edeceğiz.

Kısaca şöyle diyeceğiz:

1. 1071-11767/1211: Beylikler Devri,
2. 1211-1308: Türkiye Selçuklu Devleti
3. 1308-14007/1453: Beylikler Devri (2.)

Meseleyi, sosyal ve kültürel açıdan ele aldığımızda, bu devrin kendi içinde de üç ana kesime bölündüğü kesinlikle görülecektir. İlk kesim, Bizans uzantısı-Türk çabaları, ikinci kesim Türk özelliklerinin oluşması, üçünçü kesim ise beylik özellikleri ve Osmanlı kuruluşu.

Türklüğün en büyük devletlerinden birisi olan Osmanoğulları, şu halde doğrudan bir beylik olarak Selçuklu dünyasının içinden gelmektedirler. Aynı zamanda bu idare, İlhanlı etkilerini de taşıyabilir. Bütün bunlar Türk devlet geleneklerinin hem zaman hem de mekan olarak devamlılığının en açık göstergeleridir.
A. Ülke ve Fetih

1. Ülke

Türkler XI. yüzyılın son çeyreğinde büyük kitleler halinde batıya doğru akmaya başladıklarında, Romalıların Asia Minoru, yani bir bakıma Küçük Asyası, İslamlar veya Ön Asya kavimleri tarafından Romalıların Ülkesi, Romaoi=Diyar-ı Rum olarak anılıyordu.

En eski zamanlardan beri bu ülkede insanlar yaşamış, gerek bunların nesilleri, gerekse dışardan gelenler yurt tutmuşlardır. Hititlerin merkezi devleti sonrasında, küçük krallıklar kurulmuş, daha sonra Doğudan İranlılar, batıdan da Yunanlılar bu ülkeyi istilâ etmişlerdi. İran-Yunan mücadelesi İskender zamanında batının kesin zaferi ile neticelenmiş, İskender İç Asya'ya kadar uzanan, merkezi şimdiki Bağdad dolaylarında olan bir yeni büyük bütünlüğün batı kanadını oluşturmuştu. İskender sonrasında kurulan küçük devletlerin siyasî çekişmeleri sonrasında ülkenin batı yakası Romalıların, doğu kesimi ise İranlıların hakimiyetine girdi. Böylece ülkenin büyük bir kısmı, yazılı kaynakların çoğaldığı bir dönemde artık Romalıların ülkesi konumunda idi.

Roma'nın ikiye ayrılması ve Doğu Roma'nın Bizans diye de anılması bu adı etkilemedi. Ülkenin büyük bir kesimi VII. yüzyıl başlarında İslamiyet'in çıkması, İslam ordularının kuzeye ve hatta İstanbul'a kadar ilerlemesi döneminde de Romalıların ülkesi=Diyar-ı Rum idi.
Bu türden adlar, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. XII. yüzyıldan itibaren bu ülkede hâkimiyet kuran bey ve hükümdarların kitâbelerinde, hükmettikleri yerler, bir gelenek olarak sıralanırken, oldukça farklı isimler de görülebilmektedir. Böylece biz, XI. yüzyıl sonrasında Türklere miras kalan yöre ve ülke adlarını tespit edebiliyoruz.

1. Rum: Romalıların ülkesi anlamında en yaygın bir kavramdır. Mülk-i Rum, Diyar-ı Rum, bir bakıma Roma çağının Asia-Minore'si ile özdeş gibi de sayılmıştır. Fakat bu genel isim içinde daha birçok alt isim de dikkatimizi çekmektedir.

Rum ülkesi; Rum diyarı, XIII. yüzyıl sonrasında artık Roma=Rum çağrışımı yaptırmayacak kadar değişti ve bir Türk diyarı oldu. Aşağıda da göstereceğimiz gibi burası zaten Avrupa kaynaklarında Turkae=Türklerin ülkesi diye adlanır olmuştu. Böylesine bir değişikliğe uğrayan Rum diyarı, XIV. yüzyılda tanımı da değiştirdi; Rum-eli, yani Romalıların=Rumların ülkesi, artık Avrupa yakasına denmeye başladı. Eski Diyar-ı Rum için yeni bir kavram, Anadolu öne çıkmaya başladı.

Rum, Artuklu, Saltuklu, Mengücekli ve Selçuklu yazıtlarında çok rastlanan bir kavramdır. Muhtemelen eski Romalıların ülkesini, yani Fırat nehrinin batısını kasdetmiştir. Bununla birlikti Arz-ı Rum, veya Erzen ür-Rum (=Erzurum) ifadesinden de anlıyoruz ki Erzurum da Rum diyarından sayılıyordu.

Rum bir coğrafya adı olarak, etnik bir özellik taşımaz. Rumî, Rum ülkesinin insanı olarak, mesela Mevlana Calâleddin Rumî'de, Rum asıllı olduğunun anlaşılmaması gerekir.

2. Yunan: Yunan diyarı, şimdiki bilgilerimize göre Avrupa yakasında ise de XII. yüzyılda Konya-Ankara yöresine denmiş olmalıdır. 1192 tarihli Ankara İçkalesi'nde, gerçekte Alaeddin Keykubad'ın amcasına ait olmakla birlikte, yaygın Alaeddin ismiyle anılan camideki yazıt, Mesud-şah'ın Mülk-i Rum ve Yunan ülkesine hükmettiğini belirtir.
Konya yöresine (şehrine değil) Yunan diyarı denilmesi, XII. yüzyıldan sonra da devam etmiştir. Beylikler Dönemi'nde böyle kullanıldığı gibi, klasik Osmanlı döneminde, yani XVI. yüzyılda da buraya İklim-i Yunan denilebiliyordu.

3. Ermen: "Yukarı iller" anlamında olan Ermen ile, adlarına günümüzde çok rastladığımız Ermenileri aynılaştırmamak gerekir. Diyar-ı Ermen, Van Gölü kuzeyi ve dolaylarına verilen bir coğrafî addır. Buradan çıkılarak oluşturulan Ermenî, Ermen ülkesinin insanı anlamında yaygınlaşmıştır. Oysa kökende bu insanlar doğrudan Türk veya Müslüman da olabilir. Nasıl ki Ermen-şahlar, bu yörede hakim olan bir Türk ve Müslüman sülâlesidir.

4. Efrenç: XII. yüzyıl yazıtlarında, Türkiye Selçuklularının hükmettiği yerler arasında Efrenç deyimi de geçmektedir. Muhtemelen Çukurova taraflarında bir zaman için Haçlıların hakim olduğu yöreler kasdedilmiş olsa gerektir.

5. Şam: Şam ismi günümüzde, Türkçemizde nedense Dimeşk/Damascus şehrinin ismi olarak yaygınlaşan bir kavram olmuştur. Oysa Şam gerçekte, Romalıların Suriye dediği ülkenin ve geniş bir coğrafyanın adıdır. Kuzeyde Maraş ve Malatya'ya kadar uzanır; netekim Yıldırım Bayezid'in Malatya'ya hakim olması Şam'a hakim olması biçiminde algılanmıştır.

Şam, XII. yüzyıldan itibaren Türkiye Selçukluları ve Artukoğulların yazıtlarında, hakim oldukları coğrafyanın bir adı olarak kullanılmıştır. Osmanlılar döneminde de Şam bir geniş coğrafyayı içermekte olup, Arabistan diye de anılıyordu. Sonradan kuzey kesimlerinin özellikleri değişmiş, bu arada kurulan Halep Beylerbeyliği ile iki ana kesime de bölünmüştür. XIX. yüzyıl sonlarında, Avrupa etkisiyle, bu yöreler için Suriye terimi kullanılmaya ve münevverler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır.

6. Diyar-ı Bekr, Diyar-ı Mudar; El-Cezire. Bu kavramlar, XII. yüzyıldan itibaren şimdiki Diyarbekir (eski Âmid) ile Silvan'a (eski Meyyafarıkîn) hakim olan Türk beylerinin hükmettikleri yerlerin adları olarak geçmektedir. Fırat ve Dicle arasındaki yerlerin genel adı olan El-Cezire, meselâ bir yer adında da devam etmektedir: Cizre. Burasının batısı, şimdi aynı adı almış olan Diyarbakır, Diyar-ı Bekir olarak bilinmektedir. Merkezi olan şehrin adı ise Âmid'dir. Batıdaki topraklar ki merkezi Urfa=Ruha'dır, Diyar-ı Mudar olarak bilinmektedir.

Türkiye Selçukluları ve Beylikler Dönemi'nde, şimdiki Türkiye topraklarının Türkler elindeki kesimleri (Trabzon dolayları hariç), ülkenin sahipleri tarafından yukardaki adlarla anılmaktadır. Ülkenin sahibi sayılan Selçuklu, Artuklu veya öteki Türk hanedanları yaptıkları eserler üzerine koydukları yazıtlarda, kesinlikle bu isimleri kullanmışlardır.

Bu arada XII-XV. yüzyıllarda kullanılan iki isim daha var ki, bunları doğrudan yazıtlarda göremiyoruz. Ancak bunlar da bu ülkeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Bunlardan ilkini Batılılar, özellikle Avrupa'dan gelenler kullanmışlardır. Ötekisini de, bir cihan devleti olma yolunda olan Osmanlı Devleti mensupları, kullanacaklardır.

1. Turchae=Turkae: Günümüzde, Türkiye Cumhuriyeti'nin adında yaşamaya devam eden bir kavramın en eski şekli, Selçuklu topraklarının dışında, Bizans kaynakları tarafından mesela Göktürk ülkesi için de kullanılmış idi. Ancak burada asıl etkili kullanılışı XII. yüzyıldan sonra, Romalıların ülkesinin yeni durumu hakkındadır. Doğu kaynaklarının (Arap, Fars veya Süryani) Rum=Romalıların diyarı olarak bildikleri bu ülkeye gelen Avrupalılar, XII. yüzyıldan itibaren artık burasının Türklerle dolu olduğunu görünce, Türklerin ülkesi anlamında Türkia'nın o zamanki Latince şekillerini kullanmışlardır. Kimi zaman ise, Türkmenlerin memleketi demek olan Turkomania da denilmiştir.
Turkia esaslı ad sonraki yüzyıllarda da çok yaygın olmuştur. XII. yüzyıldan sonraki zamanlarda da, bu ad mesela Osmanlı ülkesi için de kullanılmaya devam edecektir. Türkomonia ya gelince bu isim, XIV. ve XV. yüzyıllarda özellikle bu ülkenin Doğu kesimleri için kullanılıyordu. Turkomonia esaslı kelime, XVII. ve XVIII. yüzyıl Avrupa haritalarında doğu Anadolu için kullanılır ve bu XIX. yy. ortalarına, Ermenilerin etkili karşı propagandalarına kadar devam eder.

Bu ülke için Avrupalıların verdiği Türkiye adı, ilk örneklerini XII. yüzyılda, Haçlı seferleri sırasında göstermiş olduğundan en eski kavramlardan birisidir. Bu sebeple bu ülkedeki Selçuklu Devleti'ne, Türkiye Selçukluları Devleti demek daha doğrudur.

2. Anadolu: Anadolu, doğrudan Grekçe bir kelime olup, güneşin doğduğu yer, yani doğu anlamındadır. XII. ve XIII. yüzyılların tamamında, XIV. yüzyılın ilk yarısında bu kavrama hiç rastlamıyoruz. Çünkü, İznik veya Konya merkezli bir devlet ve halkı için, "doğu" ile ilgili doğrudan çağrışım yaptıracak bir durum yoktur.

Beylikler Devri'nde gerek Aydınoğlu Gazi Umur Bey'in XIV. yüzyılın ilk yarısı sonlarında, gerekse Osmanoğlu (Orhan oğlu) Gazi Süleyman Bey'in hemen aynı yıllarda Avrupa yakasına geçmeleri ile, "doğu"daki topraklar bir anlam kazanmaya başladı. Özellikle Osmanlıların 1352'de Gelibolu'yu almaları ile denizin öte yakasında da Türk hayatı başladı. Akdeniz'in batı yakasındaki Türkler gittikçe çoğaldılar ve neticede XV. yy. ortalarında İstanbul'un da alınıp devlet merkezi olmasıyla, Doğu ve Batı bir anlam kazandı. Böylece Devlet'in doğusundaki topraklar için Anadolu genel adı kullanılmaya başlandı. Bu kavram, eski Rum diyarını karşılayan anlamını, Osmanlı Devleti'nin Asya ve Afrika'daki sınırlarının genişlemesiyle kırdı. Osmanlı Dönemi'nde artık Anadolu, Devlet'in bütün Asya topraklarını içine alır olmuştur.

Sonuç olarak Anadolu kavramı, XII, XIII ve hatta XIV. yüzyılın ilk yarısının olayları için kullanılmasa iyi olacaktır. Çünkü Anadolu kavramı ancak XV. yüzyıldan itibaren bir anlam ve yaygınlık kazanmıştır (Baykara, Tarihî-coğrafya).

2. Bizans'ın Fetih ArifesindekiDurumu

Bizans İmparatorluğu, Roma'nın mirasçısı olarak ortaya çıkmış, fakat daha sonra ülkenin doğu kanadı ile yetinmek zorunda kalmıştı. Bu arada Sasanî İranı ile başlayan büyük mücadelede de epeyce hırpalanmış idi. Bu mücadele yıllarında güneyde gelişen İslamiyet'in doğurduğu İslam devleti, VII. yy. ortalarından itibaren Bizans topraklarına doğru da harekete geçmiş, önemli başarılar sağlamıştı. İslam ordu ve donanması İstanbul'a yönelerek şehri birkaç kere kuşatmasına rağmen, şehri alamamışlardı. Bununla birlikte sonraki yüzyıllarda da İslam orduları, hemen her yaz Çukurova veya Malatya'daki hareket noktalarından İstanbul veya Anadolu içlerine akınlara devam etmişlerdir.

Gerek Sasani ordularının Anadolu içlerine kadar istilası, gerekse İslamların akınları sebebiyle, Anadolu'daki Bizans şehirleri veya yerleşik nüfusu önemli kayıplara uğramıştı. Bizansın dış güvenliği sağlıyamaması üzerine halk, derin ve yalçın vadi içlerine çekilmişti. Şehirlerin halkı da sarp ve kayalık tepeler üzerine yaptıkları kalelerde oturmuşlardır.
Efesos'un Bizans Devleti'nin hemen başlarında oldukça küçüldüğü bilinmektedir. Çünkü şehrin eskiden hayli geniş olan savunma surlarına yetecek kadar asker çıkaramayan şehir yönetimi surları daha dar bir alanda yenilemiştir. Bu yeni dar alandaki şehir halkına da burası geniş gelerek güvenlik içinde yaşıyamamış, neticede halk, geride, 5-6 km mesafedeki bir tepe üzerinde tesis ettikleri yeni kaleye sığınmışlardır. Efesos adı bu yeni yerleşimde değişmiş Türk devrindeki adının göstereceği gibi Aya-sulug (Ayios Theologos) olmuştur.

Özellikle Anadolu'nun batı kesimindeki canlı Roma Dönemi şehirleri, yeni Bizans Devri'nde, eski parlak hayatlarını devam ettirememişlerdir. Çünkü bu şehirler Roma'ya giden deniz yoluyla bağlantılı idiler. İslamların Akdeniz'e açılarak Roma deniz gücüyle mücadeleye başlamaları yanında, artık bütün yolların Roma'ya açılmaması da etkili olmuştur. Çünkü Anadolu için yeni merkez artık Eis-tin-polis, yani İstanbul'dur. İstanbul'un devlet merkezi olarak ortaya çıkmasıyla, eski Roma bağlantılı yol düzeni ve bu yolların geliştirdiği şehirler de gerilemişlerdir.

İstanbul, V. ve VI. yüzyıldan itibaren yeni bir yol düzeninin merkezi olmuştur. Bu düzenin yakın neticesi Batı Anadolu şehirlerinin gerilemesi, küçülmesi ve hatta bir süre sonra tamamen halkının dağılması olmuştur. Bu konuda şunu açıkça söylemek mümkündür. Eğer Türkler geldiğinde, şehirlerde hayat devam ediyorsa, şehrin adı da Türkçeleşerek devam etmiştir: Konya, İznik, Sivas, Malatya, Manisa, Kütahya, Bursa, Bergama, Ayasluğ gibi. Mesela Akdeniz kıyılarında; Roma çağı harabeleri hayli önemli olan Perge veya Side, XI. yüzyılda tamamen boşalmış gibidir. Buna karşılık Antalya, gerek böyle imlası, gerekse yöre halkınca Adelle/Adalia ifadesinin gösterdiği üzere, önemli bir yerli nüfusa sahiptir.

Türk devrinde Güzelhisar diye anılan şimdiki Aydın'ın antik devirdeki adı Tralles imiş; ama Türkler geldiğinde bu adı bilecek ve yaşatacak kimse kalmamış olmalıdır. Aynı şekilde hemen doğusundaki antik Nyssa da Sultanhisar olmuştur. Daha doğudaki antik Laodikeia, Ladik veya Lazıkiyye biçiminde devam ettiğine göre buradaki Hıristiyan nüfusa dayalı şehir hayatı devam etmiş olmalıdır. Hele, Bizans devrinin sarp ve kayalık arazi üzerindeki kalelerinin, yani kastraların en güzel örneklerinden birisi olan Khonae, Türklerce Honas olarak bilinmiştir. Netekim bugün de adı Honaz'dır. Oysa daha doğudaki Apamae, yok olmuş olmalı ki, Türkler devrinde yerinde kurulan kasabanın adı da Geyikler veya adı ondan çıkmış olan Dinar'dır.

Şu gerçek tespit edilmiştir ki, XI. yüzyılın son çeyreğinde Türkler bu ülkeye geldiklerinde, Roma çağındaki gibi canlı ve hareketli bir iktisadi hayat, kalabalık ve refah içinde bir nüfus söz konusu değildir. Gerçi şehirlerin Roma çağındaki adları devam etmektedir: İzmir, daha doğrusu Smyrna, Esmira olarak yaşar ama, Roma çağının geniş alanlı şehri yerine Bizans Devri'nde İzmir, Kadifekaledeki dar bir alanda sıkışmıştır. Hatta XIII. yy. ortalarında deniz kenarına Cenevizliler geleceklerdir. Ankara'da da durum farklı değildir. Hele çoklarının gelip geçerken gördüğü Afyon Karahisar Kalesi Bizans kastralarının durumunu çok açık olarak gösterebilir. Kale dışındaki alana, rabad a yerleşme, ancak Anadolu'nun kuzey kısımları için söz konusudur.

Genelde, Bizans çağı şehirlerinin, daha doğrusu Kastralarının küçük alanlı olduğunu bilmeyen bazı araştırıcılar, taşrada yaşıyan halkın, bir tehlike anında kaleye sığındığını belirtmektedirler. Gerçekten de Danişmendname gibi, fetih yıllarını da yansıtan bazı destanlarda bu türden kayıtlar vardır. Fakat bu görünüş, sadece Niksar, Tokat gibi, Anadolu'nun belirli bir çevresine ait olsa gerekir.

Bu arada, yörede yaşıyanları içeriye alabilmek, herhalde sadece oldukça geniş alanlı kale-şehirler için, mesela Malatya, İznik veya Diyarbekir (Amid) söz konusu olabilir. Bizans kastralarının büyük çoğunluğu zaten küçük ve dar bir alanı kapsamaktadır: Ayasuluğ, Honaz, Karahisar'lar, Bursa, İzmir (Kadifekale), Kütahya, Kastamonu, Ankara Niksar, Turhal, Zile, Divriği, Bayburt, Harput gibi.
Kısacası Türkler geldiğinde, Anadolu sahasındaki şehirler, kale olarak oldukça sarp ve küçük alanlı idiler. Sadece bazı şehirlerin kaleleri, gerçekten şehir denebilecek bir nüfusu alabilecek genişliktedir: İznik, Malatya, Amid (Diyarbekir); ötekiler en fazla 200 evin sığabileceği gerçekten dar ve sıkışık tepe üzerleridir. Afyon Karahisar gibi olanlarda ise bu alan 50 kadar ev ile sınırlıdır.

Türkler geldiğinde, Bizans şehirlerinin ve kalelerinin insan unsuru oldukça zayıf idi. Türkler bu ülkede, zaten kalabalık olmayan şehir=kaleleri fazla bir güçlük çekmeden zaptetmişlerdir. Bunların nüfusu azdır ama, bulundukları yerler oldukça sarp olduklarından yine de mücadele etmişlerdir. Kalelerin alınması, fetih olayı ile ilgili ayrıntılara girmeden, önemli bulduğumuz tek bir unsurdan söz edeceğiz.

3. Fetih Olayı

A. Kalelerin Fethi

Türk askerinin, Rum diyarındaki kale=şehirleri fethi, az sayıdaki askerlerin nisbeten küçük kalelere hakim olmaları demektir. Türk askerinin Bizans devrinin büyük ölçüde nüfus içermeyen kale-şehirleri ele geçirmesi, iki yönlü olayların sonucudur.

a. Ceng-harbi çalınmasıyla başlayan bir umumî saldırı sonucunda kale hücum ile alınırdı. Bu zamanda üç gün yağma izni verilirdi. Bu süre içinde şehir içindekiler öldürülmemeye çalışılırdı. Çünkü onlardan hem esir olarak daha iyi yararlanılabilir, hem de kurtuluş fidyesi alınabilirdi.

b. İkinci yol, çevresinin uzun bir süre için kuşatılması ve hayat damarlarının kesilmesiyle mümkün olabilirdi. Bu türden saldırıların Erken Osmanlı Dönemi'ndeki örneklerini, Selçuklu devri için de kıstas kabul edebiliriz. Kalenin çevresi tahrip edilir, su ve öteki gıda imkanları yok edilmeye ve kaledekiler teslim olmaya zorlanırdı. İznik böylece teslim alınmış idi.

Her ne şekilde, savaşla veya barışla alınmış olursa olsun, kalede Türkler etkin durumda olmak zorundaydılar. Eğer kale bir hücum sonucu fethedilmiş ise, zaten mücadele sebebiyle kalenin içinde pek az nüfus kalmış olabilir. Geride kalanlar ise, şehirden dışarıya gönderilerek surlar dışında iskan ettirilmişlerdir (Kaleden çıkartılan yerli halk ile ilgili olarak Niketas'ın Dadybra (Devrek?) için 1196 tarihindeki kaydını S. Vryonis oldukça sık kullanmıştır: (Aynı eser, 129, 162, 198, 227, not: 495; aynı olay için bk. O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 219). Ancak geniş şehir sahası olan yerlerde, elbette halkın bir kısmı, eski yerlerinde oturmaya devam etmiş olabilir. Teslim olmaları durumunda ise, kalenin askeri güvenlik mıntıkası Türklerin elinde olması gerektiğinden, kalenin bir kısmı yine de boşalttırılıyordu.

Gerek kaleden atılan, gerekse boşalttırılan insanlar, kale surlarının dışında, rabad diyebileceğimiz uygun bir yerde kalabilecekleri gibi, daha uzak bir mesafeye de gidebilirler. Dadybra, Niksar ve Ankara'da kaleden çıkartılanlar, surların hemen dibindeki yeni mahallelerde ikamet etmeye başlamışlardır. Buna karşılık Konya'dan ayrılmaya mecbur edilenler, 8-10 km mesafedeki Sille kasabasında oturmuşlardır (7).
Kalede, hem yeni fetihlerden, hem de eskilerden insanlar bulunabilirler. Böylece yanyana, ayrı evlerinde oturan insanların birbirleriyle ilişkilerine dair, ilk fetih yıllarından bazı olumsuz hatıralar kalmıştır. Özellikle cuma günü, bütün Türk erkeklerinin Cuma namazına gitmeleri zamanında, fırsat kollayan yerliler, zaman zaman cami kapılarını tutarak Türklere karşı harekete ve katliama girişmişlerdir. Bunun Antalya'da geç tarihten bir kaydını buluyorsak da, öteki yerlerde, geç devir rivayetleri dışında açık bilgiler yoktur. Bununla birlikte bu türden rivayetlerin bir gerçeği yansıtmış olduğunu ve Türklerin, sonraki zamanlarda çok ihtiyatlı hareket ettiklerini söyleyebiliriz.

Kaledeki nüfusun yanyana yaşamalarındaki mahzur ve tehlikeler, iki taraf arasında bir sur yapılarak giderilmeye çalışılmıştır. Hatta bazen bu da yeterli görülmemiş, cuma günü Cuma namazı sırasında, namaz süresince Hıristiyan kısmın kapıları kapatılmakta ve namaz bitince açılmaktadır. Böylece Türkler vaktiyle duydukları acı hatıraların yeniden oluşmasına imkan vermek istememişlerdir.

c. Her iki halde de fethin, şehrin/kalenin ele geçirilmesinin hemen ardından yapılan iş, surlarda ezan okunması, sonunda da kilisenin cami edilmesidir. Gerek surların üzerinde gerekse bu kilisenin çatısında veya çan kulesinde ezan okunması da meselenin bir başka yönüdür. Yenileşme için önemli olan, kalede bulunan kilisenin mescide, daha doğrusu Cuma mescidine Mescid ül-Cami' e çevrilmesidir. Sinop'un 1214'teki fethi sonrasında kilisenin mescid-i cami yapılması: İbn Bibi, El Evamirü'l Alaiye..., (tıpkı basım) Ankara 1956, s. 154. Kiliselerin mescid edilmesiyle ilgili olarak dönemin tarihlerinde bilgi çoktur: Bk. Sp. Vryonis Jr., The Declin of Medieval Hellenism...., University of California Press, 1971. Böylece Türkler, kale içinde ibadetlerini yapabilecekleri bir mekana, bir mabede kavuşmuş oluyorlardı.

Kalede cami kiliseden çevrilmiş olması sebebiyle, genellikle halk arasında Kilise Camii diye anılabilir. Bu mabedin halk arasındaki bir diğer adlanması, fetih olayı ile yakın ilgisinden dolayı Fatih, Fetih veya Fethiye Camii diye de olabilir. Bir üçüncü adlandırma, kalenin fatihinin adıyla anılmasıdır. Fatih olan beğ veya sultan, bu yapıyı camiye çeviren en önemli şahsiyet olduğundan genelde onun adıyla da anılabilir. Mesela Ayasluğ fethedildiğinde, St. Jean kilisesi camiye çevrilmiş, köşesine bir minare eklenerek uzun bir süre kullanılmıştır. Tabiatıyla sözünü ettiğimiz kilise/fetih camileri mimari bakımdan fethedenlerin herhangi bir özelliğini yansıtmamaktadır.

d. Kale erlerinin yerleştirilmesi: Kale Türklerin eline geçince, yapılan bir diğer iş, kalenin devamlı elde tutulması için görevlilerin yerleştirilmesidir. Kaleye bir yetkili ve yetenekli kumandan/kütüval (Osmanlı devrinde dizdar) ile savaş için çeşitli ihtisas erbabı (zenberekçi, neftci vs.) ile erler tayin edilirdi. Bu arada kale camiinde hatib-imam ve müezzin de görevlendirilirdi. Kale camiindeki bu dini görevliler de, kale askerinden sayılıyor ve geçimlerini tahsis edilen dirlikle sağlıyorlardı.

Kaleye yerleştirilecek kişiler, kale içindeki eski sakinlerin evlerine yerleştiriliyordu. Bu evler doğrudan o kişilerin mülkü oluyordu. Savaşla alınan şehirlerde, savaş şartları dolayısıyla bir kısım evler zaten boş durumda olabilirdi. Sulh yoluyla alınan kale-şehirlerde, güvenlik sebebiyle, kale kapısı civarı ve diğer stratejik yerlerdeki halk, kaleden dışarda iskân ettiriliyordu. Bunun için galib Türk komutanı elden gelen yardımı yapıyordu.

Kalenin büyüklüğüne göre, savunma için yeterli sayıda yerleştirilen Türkler, burasının ilk Türk nüfusunu, teşkil etmişlerdir. Kalenin büyüklük ve önemine göre kale erlerinin sayısı, 20-200 aile arasında değişiyordu. Bu kale erlerini, geçimleri, bir başka ifade ile hayatlarının idamesi için, genellikle civarlarındaki yerlerin köy vs. vergi gelirleri, dirlik olarak tahsis ediliyordu. Böylece onların, sadece askerlik yapmaları, kaleyi gece gündüz koruyup kollamaları sağlanmak istenmiştir. Kale kütüval veya dizdarı başta olmak üzere erlerinin, kaleden dışarı çıkmaları söz konusu değildir. Dolayısıyla onların cuma namazlarını kılabilmeleri için, kale camiinin varlığı ayrı ve kesin bir zorunluluktur.

B. Kır Sahalarındaki Durum
Türkler, kendilerine yeni imkânlar verecek bu ülkeye yöneldiklerinde, kadın-çocukları ve geçimlerini sağlıyan unsurlarla, mesela sürüleriyle de birlikte idiler. Bizans ülkesinin, Türklerin geldikleri yerlere göre oldukça arızalı olması, bu yörede bazı yeni durumları ortaya çıkarmıştı. Bunların başında geçilebilecek boğazların, derbentlerin elde tutulması gelmektedir. Derbent bağlamak, bu sebeple ilk Türk fetihlerinde çok önemlidir.

Rum diyarının temel kaleleri ele geçirilmiş, kalelerdeki güvenlik sağlanmış olmakla birlikte, ülkenin geneli için böyle bir durum söz konusu değildi. Fakat burada, kırsal alanların güvenliğini bir başka türlü sağlamak gerekiyordu. Rum diyarının yol ve ulaşım imkânları, bazı kritik boğazların (bel-geçit) tutulmasını gerektiriyordu. Bazı yörelerde, mesela Toros dağlarında vaktiyle, İslâm akıncılarına karşı, Bizans bazı önlemler almıştı. Ancak şimdi Türkler büyük ölçüde hem doğudan, hem de güneydoğudan girmeye başlamışlardı. Türkler kolaylıkla ülkeye hakim olmuşlardı. Çünkü Bizans'ın savunma düzeni çökmüş bulunuyordu. Türkler özellikle derbent=geçitleri denetim altına alarak, bu güvenliğin altında geriden sürülerini, kadın ve çocuklarını getirtiyorlardı.

Derbent-geçitlerdeki ileri karakollar, fetih ile adeta özdeş gibi olmuştu. Bu karakollar, kimi zaman, erken İslam devrindeki adlarıyla, Ribat olarak da adlandırılıyordu. Bunlar us=ileri noktada kuruluyor, gerideki geniş bir alana güvenlik sağlıyordu. Bu karakol=ribatlarda kendilerini ülkeyi korumaya adamış Türk gazileri, gece gündüz, her zaman uyanık bir halde kalıyorlardı. Bir düşman saldırısında, ilk düşman darbesini karşılıyor, bu arada geriye gereken bilgileri içeren haber de gönderliyordu. Ribatlardakiler ya düşmanı geriye püskürtüyor, yahut da geridekilerin hazırlığına yeterecek bir süre direnip, kimi zaman hep şehit de olabiliyordu. Sonradan gelip burasını yeniden alanlar şehit düşenleri defnediyor, böylece ribat/karakol bu şehitlerle özdeşleşiyordu. Adeta bu karakol mensupları, hem birer Alp, hem de kendilerini İslâm'a adamış erenler gibiydiler.

Türk askeri harekâtı daha ileriye gittiğinde, artık bu karakol=ribat, askerî görevi bakımından işlevsiz kalıyordu. İşte dağ geçitlerinde, derbent ağızlarındaki bu karakol=ribat binaları sonradan hanikâh=tekkeye dönüşüyordu. Burada sözü edilen yapıda, gece gündüz ışık=çerağ yanıyor, içinde her zaman yiyecek bulunabiliyordu. Böylece Türkler için ülke sathına yayılmış bu türden tesisler, içinde her zaman insan olan, ışığı her zaman yanan, kazanları her zaman kaynayan ve yiyecek bulunabilen yerlerdi. Böylece usta düşmanla savaşacak garibler olsun, gaziler olsun yol boyunca yiyip kalabilecek yerler bulabiliyorlardı.

Ribat=hudut karakollarının işlevi, aynı sosyal esaslı olarak sonraki yüzyıllarda da devam edecektir. Türkler=Türkmenler ve ötekiler, böylesine ribat=hudut karakollarının ve kalelerin güvenliği altında ülke sathında hayatlarını devam ettiriyorlardı. Onlar kendileri için yepyeni olan bu coğrafyada, uygun yaylak ve kışlak bulmanın peşinde idiler. Böylece uygun yerler bulabilmek için kimi zaman sınırları da zorlayıp daha ileriye gidebiliyorlardı.

B. Ülke ve İnsan
1. Yerli Halk

Türkler geldiğinde Rum diyarı, çok kalabalık ve mamur bir ülke değildi. Roma Devri'nin sonlarında, Akdeniz güvenliğinin azalması, hem de İstanbul'un yeni bir merkez olarak ortaya çıkması ile ülkedeki refah, orta ve kuzey kesimlere kaymış gibiydi. Bunun en çarpıcı neticesi Side bazilikasındaki durumda görülebilir. Side'de antik mabedden çevrilen Bazilika, önceleri oldukça geniş tutulmuş iken, IX. yüzyılda çok küçültülmüş idi. Bundan açıkça anlaşılıyor ki kıyılardaki şehirlerde nüfus açık bir şekilde azalmış ve gerilemiştir.

Bizans Devri başlarındaki nüfus gerilemesini, ünlü Efesos şehrindeki küçülme ile de anlayabiliriz. Roma çağının ünlü ve kalabalık şehri Efesos, V-VI. yüzyılda bir hayli gerilemiş idi. Çok geniş sahaları içine alan şehrin savunması güç olduğundan, Bizans Devri'nde daha dar bir alanda savunma tesisleri yapılmıştır. Hemen bütün Efesos planında şehrin bu yeni surları Bizans duvarları adıyla gösterilir.

Kıyılardaki bu nüfus gerilemesi, ülkenin iç kesimlerinde de görülmüştür. VI. yüzyılda İran ile, VII. yüzyıl ve sonrasındaki İslamlarla olan mücadele sonucunda, halk sarp kayalıklar üzerine kurulmuş olan kastralara veya dar ve derin vadi içlerine çekilmiş idiler.

Bizans Devri'nde, adları şehir olarak geçen kalelelerin sahalarının oldukça küçük olduğu açıkça görülüyor. Günümüzde çoğu zaman iç kale gibi kabul edilen Bizans Çağı kalelerinin küçük boyutları Bizans Devri'nde Anadolu sahasında Hıristiyan yerli nüfusun hiç de çok kalabalık olmadığını açıkça gösterir.

Bizans Dönemi'nin sonlarında, Türklerin, gelişi ile bir kısım sofu Hıristiyanlar zaten çekilmeye başlamışlardı. Böylece kademe kademe Anadolu'nun batısına ve oradan da adalara doğru göçmüşler idi.

Diyar-ı Rum da yerliler, Hıristiyanlar veya eski dinlerinde devam edenler iki ana kesimde ifade ediliyor. Ülkenin orta ve batısındaki Hıristiyanlar İstanbul Kilisesi'ne bağlı olup, "Rum" diye anılacaklardır. Ülkenin orta ve genelde doğusunda oturan, Eçmiyazin Kilisesi'ne bağlı Hıristiyanlar ise Ermeni olarak bilineceklerdir. Bu arada bir kısım Hıristiyanlar da, öteki büyük Hıristiyan inançları tarafından hor görülünce ülkenin kenar ve uç kesimlerine göçmüş idiler. Nasturî ve Süryanîler bunlar arasında sayılabilir.

2. Yeni Gelen Halk (Türkler)

Anadolu'ya Asya içlerinden gelen insan unsuru, yani Türklerin nitelikleri ve sayıları çok eskilerden beri büyük bir merak konusudur. Bu merak iki yönlüdür. Bu gelenler kimlerdir, hangi boyun Türkleridir? İkincisi de bu Türklerin sayısı ne kadardır? Çünkü, Roma Çağı'nın etkisiyle, kalabalık ve canlı bir hayata sahip sanılan Anadolu'ya gelen asker Türklerin sayıca az oldukları sanılır. Böyle olunca gelen asker Türklerin, yerlilerle ilişkileri birçok yönden çok büyük bir önem kazanır.

Türkler geldiğinde, Anadolu sahasındaki hayat, hiç de Roma Devri'ndeki gibi canlı ve kalabalık değildir. Çünkü Bizans Devri'nde şartlar değişmiş, vaktiyle Roma'ya açılan limanlara inen yollar üzerindeki şehirler gerilemişlerdir. Bu gerileme ve küçülmeyi, Akdeniz kıyılarındaki Roma şehirlerinde açıkça görmek mümkündür. Demek ki Türkler, sayıca az ve daha çok asker olarak gelmiş olsalar dahi, geldikleri ülkede nüfus çok kalabalık olmadığı gibi, geldikleri yörelerde çok canlı bir iktisadi hayat da söz konusu değildir.
Selçuklular Devri'nde bu ülkeye gelenler, buraya temelli yerleşmek ve yeni bir hayata atılmak üzere gelmişlerdi. Hemen ilave edelim ki gelenlerin sadece asker ve özellikle de bekar oldukları sanılmamalıdır. Türkler uzun mesafeli ve birkaç sene sürecek askeri seferlerine aileleri, yani hanımlarıyla birlikte çıkıyorlardı. Hemen her yaz yapılan seferlerde, daha çok tahrip amaçlı akınlarda ise, böyle bir durum olmadığından, Türk beylerinin oğullarını 'öz'de; konçuy=hanım-kızlarını 'kuy'da bıraktıkları Göktürk Çağı kitabelerinden anlaşılıyordu. Ancak, bazen beş-altı yıl sürebilen uzun seferlere, askerler eşleriyle birlikte katılıyordu. Bu durum destanî devirlerden beri böyle bilinmelidir.

Oğuz Destanı'nda açık olduğu gibi askerleri Oğuz'un seferlerine eşleriyle birlikte katılmışlardır. Ağaç kabuğunda doğum yapmaya mecbur kalan bir askerin çocuğuna Kıpçak adı konulması gibi olaylar bunu açıkça belirtir. Türk seferlerinde, kadın ve çocukların bulunduğu ağırlık (uğruk), biraz geriden geliyordu. Temür'ün seferlerine ailesi de katılırdı. Temür'ün Batı seferine eşiyle birlikte katılan oğlu Şahruh'un Tebriz yakınlarında bir çocuğu dünyaya gelmiştir: Uluğ Bey. Çaldıran Savaşı sırasında, Şah İsmail'in hanımının savaş alanından hiç de uzak bir yerde olmadığı anlaşılıyor.

Netice olarak, Türkler bu ülkeye, yalnız ve yalın asker olarak değil, eşleriyle ve hatta küçük çocuklarıyla birlikte gelmişlerdir. Aralarında elbette yeni yetişmekte olan evlenmemiş bekar askerler de olabilir. Netekim Osmanlıların ilk zamanlarında İznik alınınca böyle bekar askerlerin, dul Bizanslı kadınlarla evlenmeleri söz konusu olmuştur. Ancak böyle bir durum, Selçuklular Devri'nde yaygın olarak görülmemektedir. Türk erkeği için hanımının evinde oturmak, yani "iç güveyisi" olmak olumsuz ve tercih edilmeyen bir özelliktir.

Anadolu'ya gelen Türklerin sayısına dair bildiklerimiz oldukça sınırlıdır. Türk geleneklerinde veya Doğu kaynaklarında bu hususta verilen bilgiler yetersizdir. Bizans kaynaklarında da ayrıntılı bilgiler yoktur. Bununla birlikte, 1198'de Bizans, İzmir'i geri aldığında, şehirde bulunan 10.000 Türkü katletmişti. Anlaşılıyor ki, Çaka Bey'in çevresindeki Türklerin sayısı, İzmir şehrinin o zamanki durumu göz önüne alınırsa, hiç de azımsanmıyacak bir sayıdadır. 1118'de Menderes dolaylarındaki Laodikeia'yı savunan Türk kumandanı Alp-Kara, yanındaki 800 Türk ile, kalabalık Bizans ordusunun önünden çekilmiş idi. Bu ve benzeri rakamlara göre XI. yüzyıl sonları ile XII. yüzyıl başlarında, Anadolu'ya gelen Türkler hiç de az sayılamazlar.

XIII. yüzyıl başlarında gerçekleştirilmiş olmakla birlikte, daha eski dönemin bir şahidi olarak da kabul edilebilecek olan Sinop'un fethi ve sonrasındaki Türk nüfusun iskân hareketi birçok yönden dikkati çekmektedir. Çünkü Sinop, Karadeniz kıyılarındaki önemli bir ticaret şehri olduğundan, Türk ülkesindeki her bir şehirden gençler ve tacirler seçilerek Sinop'a yerleşmek üzere gönderilecekti. Bunlar, o dönemdeki iskân usulünün gereği olarak uygun şartlarda yerleştirildiler. Hatta kaynağa göre, buraya gönderilecek tacirlerin "akıllı, sermayeli ve becerikli" olmalarına da dikkat edilmesi isteniyordu. Anlaşılıyor ki fethedilen yerlerin özelliklerine göre, ülkenin iç kesimlerinden insanlar göçürülüyor, belki de "sürülüyor"lardı. Selçuklu şehirlerinin bazılarında başka şehir veya yerleşme yeri adı taşıyan mahalleler bunu gösterse gerekir (Sivas'daki Komanatlılar mahallesi gibi; XV. yüzyılda İstanbul'daki Aksaray).

Ülkedeki Türk-Müslüman nüfusun artışı bir başka yönden de desteklenmiştir. Türkler, kaleleri ele geçirip ülkeye hakim olduktan sonra, bir kısım sofu Hıristiyanlar, kendilerince bu "gavur" Türk topraklarında kalmak istemediler. Daha batıda, Hıristiyanların ellerindeki topraklara göçe başladılar ve bu göç, Hıristiyan nüfusun sayısını azalttı.
Ülke içinde bu arada apayrı bir oluşum süreci de başlıyordu. Yeni askerî idare tarafından tam bir denetim altına alınan şehirlerin eski halkı, Türklerin etkisinde kalmaya başladı. Ülkenin iç kısımlarındakiler zaten Grekçeyi yeni öğrenmiş olduklarından gündelik konuşmada hemen Türkçeyi tercih ettiler. Böylece ülkede Türkçe konuşan önemli sayıda Hıristiyan nüfus ortaya çıktı. Bunlar Türkçeyi Selçuklu Devri'nde öğrendiklerinden, son zamanlara kadar Hıristiyanların konuştuğu Türkçe, Karamanlıca olarak, Türkçenin birçok arkaik özelliklerini içermiştir.

Türkler kırlarda başlıca yaylak-kışlak arasında, mevsimlik bir hayat yaşarken, şehirlerde de benzer bir ikili hayatı benimsediler. Hemen bütün şehirlerin halkı, yaz mevsiminde yakın yaylalara veya bağlara göçüyorlardı. Şehirde daha doğrusu kalede sadece askerler devamlı olarak kalmaya mecbur idiler. Neticede ülkenin hemen bütün iyi imkânları Türklere hasredildiğinden Türkler kalabalıklaştı ve zenginleşti. Ülkenin eski insanları, eski yerlerinde oturarak kendi hayatlarını devam ettirdiler. Gerçi, şehirlerdeki Türk halkının ağır sayılabilecek işlerini ve hizmetlerini görmek üzere, birçok Hıristiyan gelerek özellikle gelişen şehirlerin dış mahallelerine yerleştiler. Bazıları da şehir içlerinde bulunan ve kontrol altına alınması kolay olan hanlarda kalıyorlardı.

Batıya, Diyar-ı Rum'a gelen Türkler, genellikle Hazar Denizi'nin güneyinden, yani Büyük Selçuklu Devleti'nin arazisinden kopup veya geçip gelmişlerdir. Dolayısıyla gelişler, daha çok bu istikametten, yani doğudan olmuştur. Bu gelişler sırasında Türkler İran sahasından geçtiklerinden kültürel alanda izler vardır. Bunu en açık şekilde Farçasının bu ülkede ve Anadolu Türkçesindeki büyük etkisiyle de görebiliriz.

Türkler Anadolu'ya sadece doğudan, Kafkaslar veya İran üzerinden gelmemişlerdir. Kırım'dan Karadeniz yolu ile denizden gelişler de söz konusu olmuştur. Balkanlar yoluyla Trakya üzerinden gelişler de olmuş olabilir. Daha XI. yüzyılda Peçenek ve Kumanların, Bizans'a düşman veya dost-müttefik olarak Trakya'ya geldikleri kesinlikle bilinmektedir. Peçenekler Bizans'a karşı İzmir'deki Çaka Bey ile işbirliği yapmışlardı. Bunlardan bir kısmı, Bizans tarafından da Batı Anadolu'ya yerleştirilmiş olabilir. Kırım'dan Karadeniz yoluyla gelişler, sonraki yüzyıllarda da devam edecektir. Herhalde Anadolu'nun kuzeyinde ve batısında böylesine gelerek yerleşen Türkler de olmuştur.

Türkler ve bu arada birçok Türk beyi, Rum diyarına küskün Selçuklu önderleri tarafından sürüklenmişlerdir. Artuklu, Saltuklu, Mengücekli ve Danişmentli Türk boylarını göz önüne almayarak, genelde bu gelenleri Selçukoğullarıyla ilişkili görmek de mümkündür. Aslında doğrudan bütün Selçuklular, Oğuzlar, Karahanlılar ve Gazneliler arasında İç Asya'da sıkışıp kaldıklarından daha rahat ve iyi bir hayat kurmak üzere batıya doğru yönelmiş idiler. Bu yöredeki devletler, Batı Asya'da yeni bir canlılık yaratmış, bu sebeple Bizans karşı saldırısını çekmiş idi. Bizans saldırısı Malazgirt'te sonuçsuz kılınınca, Rum diyarı adeta açılmış gibiydi. İç veya Batı Asya'da sıkışan Türkler şimdi bu yeni açılan diyarda kendilerine yeni imkânlar arayabilirdi. Böylece doğrudan Büyük Selçuklu Hakanı Melikşah'ın emriyle değil, fakat serbest bıraktıkları komutanları eliyle yeni bir yurt edinme hareketi başlatıldı. Batıya yönelen bu harekette babası öldürülen Selçuklu ailesinden Kutalmış'ın oğlu Süleyman Bey de etkili bir konumda idi.
Batıya doğru kopup gelenler arasında oldukça güçlü beyler vardı. Hatta Karahanlı ailesine mensup hanlardan da söz ediliyor. Fakat bunlar, güçleri yine de sınırlı olan "garib" beyler idi. Buraya çoğunlukla bir yeni yurt tutmak için gelmişlerdi. Saltuk Bey'in yanındaki insan gücü, Erzurum dolaylarındaki birkaç kale alınca bitmiş idi. Mengücek Gazi de öyle, Divriği ve Erzincan dolaylarında yeni kaleler aldı. Askerlerini buralara yerleştirdi ve daha batıya geçemedi. Artuk Bey, daha güneydeki şehir ve kalelere hakim olmuştu. Batıya doğru, İstanbul'a yönelenler de vardır. Bunlar arasında Kutalmışoğlu Süleyman Bey ile Karadeniz kuzeyi ile ilişkisi sezilen Çaka Bey de bulunuyordu.

Çaka Bey, atak bir genç olup, bir ara Bizans'a esir düşmüş idi. Uzun bir zaman esir kaldı, kendisini gösterdi. Nihayet 1081'deki taht kavgasında ülkesine kaçtı; İzmir'e ve yöresine hakim oldu ve İstanbul'u da almak için Karadeniz kuzeyindeki güçler Peçenekler ile temasa geçti. Ancak Bizans Peçenekleri, bir başka Türk boyu Kumanlarla, Çaka Bey'i de damadı Kılıçarslan ile bertaraf etmeyi başardı.

Rum diyarının kısa bir sürede Türklerin eline geçmesi, Hıristiyanlığın darbe yemesi Avrupa'yı etkiledi. Haçlı seferleri tertiplendi ve Haçlı sürüleri Rum diyarına yöneldiler. Kıçılarslan ve öteki Türk beyleri Haçlılara ağır kayıplar verdirdiler. Böylece bundan böyle bütün bu yeni toprakların kendilerine ait olduğunu kesinlikle gösterdiler.

Türkler 1071'i takip eden 20-30 yılda hep kılıçlarıyla birlikte yattılar. Her zaman dikkatli, her zaman savaşa ve mücadeleye hazır idiler. Türklerin İslam ülkesinin ileri ucundaki "gaza"ları, Asya içlerinde büyük yankılar buldu. Türkler, gerek boylar halinde, gerekse yalnız "garib"ler olarak durmaksızın bu ülkeye akmaya başladılar. Asya içlerinden yeni gelenlere, İran sahasından da katılanlar oluyordu. Böylece Rum diyarında değişik bir oluşum başladı.

Yukarda kısmen belirtmiş olduğumuz gibi, Türklerin Rum diyarına gelişi, bir büyük siyasî gücün planlı hareketi şeklinde olmamış idi. Türk boylarının pek çoğundan buraya insanlar gelmiştir. Sonraki zamanlarda, kimi coğrafyalarda bir büyük boy etkin iken, Rum diyarında çok farklı boylar kabileler içine girmiş idi. Bir Oğuz boyu yanında bir bakıyorsunuz ki Çiğil boyundan insanlar gelmiştir. Öte yandan Hazar'ın güneyinden gelenler yanında Karadeniz kuzeyinden gelenler de vardı. Kıpçaklar ve özellikle Peçenekler, Rum diyarı içindeki yeni insan oluşumunda etkili olabiliyorlardı.

Geç tarihli sayılabilecek bir kaynak, XIV. yy. başlarında yazılan Câmi üt-Tevarih'teki bir kayıt, Rum diyarındaki Türk ve Oğuz boylarının çokluğunu izah edebilecektir. Çünkü Oğuz Han'ın Rum diyarına oğullarıyla gönderdiği 9.000 kişilik askerî kuvveti, ordusundaki 90 binliğinin her birinden 100'er asker alarak yapmıştı. Dolayısıyla bu yeni 9.000'lik birlikte, hiçbir boyun kesin ve etkili bir üstünlüğü yoktu. Oğuz Han'ın oğulları bu yolla teşkil edilen birliklerle Rum diyarına da gelmiş idiler (Oğuz Destanı, Togan-Baykara) Efsanevî devirde gerçekleşen bu durumun, benzeri bir olayı Hulagu Han, Batı seferine çıkarken yaşamış idi. Hulagu'nun birlikleri de bu şekilde oluşturulmuş idi.

Rum diyarına gelenler şu halde bazı boyların küçük temsilcileri, Selçuklu ailesinin küskün kanadına sadık kalanlar ve nihayet belki asıl büyük kitleyi teşkil eden bağımsız sayılabilecek Türklerdir. Bunların önemli bir kesimi "gaza" duygusuyla koşup gelmişler, ancak sonrasında bu diyara yerleşmişlerdir. Bu arada gelenler içinde "Garib" Türklerin de bulunduğunu yukarda bahsetmiştik. Buradaki "garib" kavramı ile evi, ailesi ve çoluk-çocuğu ile değil, doğrudan tek başına olarak gelenleri kasdediyoruz.
Aradan yüzyıllar geçmiş olsa dahi, Osman Gazi ile ilgili eski rivayetler, "Garib"lerin önemini ve "garib"liğin Diyar-ı Rum açısından özünü açıkça verecek niteliktedir. Çünkü ünlü Osmanlı tarihçilerinden hem Neşri hem de Aşık Paşazade hemen aynı ifâdelerle Osman Gazi'nin Bilecik tekfuru ile olan münasebetini ilginç ifadelerle nakletmektedirler:

Neşri ye göre "Osman Gazi Bilecik kafirlerine ziyade itibar u ihtiram ederdi. Sordular: 'Bunlara ne aceb i'zaz edersin' dediler. Eyitdi: Biz bu ile garib geldükde bizi hoşca dutub konşılık etdiler. Biz dahi hakk-ı civariye riayet edüb onlara mümkün oldukda iyilik ederiz" dedi" [M. Neşri, Kitab-ı Cihannüma, (neşr. Unat-Köymen,) Ankara 1949, I, s. 93]. Aşık Paşazade'ye göre "Osman Gazi Bilecik kafirlerine gayet hürmet eder idi. Sordular ki 'Bu Bilecik kafirlerinin senin katında hürmeti var. Nedendir?' dediler. Eyitdiler ki 'Konşılarımızdır. Biz geldükde bu vilayete garib. Bunlar bizi hoş dutdılar. İmdi bize dahi vacibdir kim bunlara hürmet edevüz' dedi" (Aşık Paşazade, Tevarih-i Al-i Osman, Atsız neşri, İstanbul 1949, s. 100).

Görülüyor ki Osman Gazi, bu ülkeye garib geldiğinin şuurundadır ve dolayısıyla onun devrinde garib kavramı oldukça yaygın ve etkindir. XI. yüzyıl sonlarında bu ülkeye gelenler de, yepyeni bir diyara garib olarak gelmiş idiler. Ama bunların çocukları, sonradan bu toprakları sahiplendiler ve benimsediler. Bu benimseme yüzyıllar boyu devam edip gelecektir.

Rum diyarına Türkler yanında İranlılar ve Moğollar da geleceklerdir. İranlıların gelişi, doğrudan Büyük Selçuklu sultanlarının geleneğine uygundur. Türkiye Selçukluları idaresi, öteki beyler kadar olmasa da İranlı halkın gelişine daha uygun idi. Bu arada, tıpkı şimdi olduğu gibi, İran sahasındaki şehirlerden geldikleri bilinenlerin Türk=Azerbaycan asıllı olmaları ihtimali çok büyüktür. Bunların bir kesimi doğrudan İranlı da olabilir. Onlar yeni ve büyük gelir imkanları sebebiyle bu diyara gelmiş olabilirler.

Moğollor ise XIII. yüzyıl ortalarından itibaren geleceklerdir. Bunların büyük sayılara ulaşması özellikle İlhanlı Devri'nde gerçekleşmiştir. Bunların bir kısmını Temür, 1402 sonrasında Türkistan'a götürmüş olmakla birlikte, çok büyük bir kesimi bu ülkedeki Türk unsurun içine katılacaklar eriyip gideceklerdir.

3. Türk Nüfusunun Artışı

Diyar-ı Rum bir süre sonra gerek yapıları, gerekse insan unsuru ile değişmeye başlamıştır. Ülkenin çehresinin değişmesi iki ana yolla mümkündür. Bunlardan ilki insan unsuru, yani Türklerin çoğalmasıdır. İkincisi de yeni gelen Türklerin bu ülkede kendilerine mahsus yapılar, binalar meydana getirmeleri, kendi özelliklerini ülke sathına yaymalarıdır. Bunları sırasıyla görelim.

A. Yeni Göçler

Diyar-ı Rum, XII. yüzyılın ortalarından itibaren, nüfus bakımından eski özelliğini büyük ölçüde kaybetmeye başladı. Çünkü ülkedeki yeni gelenlerin oluşturduğu nüfus bir hayli artmış bulunuyordu. Bunun iki önemli sebebi vardır:

a) Türk kadını her zaman olduğu gibi XI. ve XII. yüzyılda da doğurgandır; gerçi ülkede savaş vardır; yeni bir coğrafya ve buradaki hayat şartları da olumsuz etki yapmış olabilir. Bütün bunlara rağmen yine de Rum diyarında olağan bir nüfus artışı söz konusudur.
b) Bu nüfus artışında, Türklerin fetih yıllarında elde ettikleri maddî varlığın da olumlu etkisi vardır. Varlıklı ve zengin sayılan Türkler için yeni doğacak çocuklarının geçimleri bir sorun olmayacaktır. Bu sebeple olağan nüfus artışı etkili sayılabilir.

Ancak bu nüfus artışının çok büyük boyutlu olmasını, savaş ve mücadele dönemindeki insan kayıpları olumsuz yönde etkilemiş olmalıdır. Bunun dışında XI. yüzyıl sonları ile XII. yüzyılda Anadolu sahasında büyük ölçüde bir salgın hastalık bilinmiyor. Bu arada mahallî olarak etkili olabilecek salgın hastalıkların Türkler arasında daha az tahribat yapmış olabileceğini sanıyoruz.

Ülkedeki nüfus artışı bir bakıma gerekli idi. Çünkü asker olup bir dirliğe sahip olan Türklerin bu hakkı çocuklarına geçerdi. Bu sebepledir ki askerî hizmetlerin karşılığı dirliğin (yani geçim imkânının) babadan oğula geçmesi geleneği sebebiyle, nüfus artışı olağan sayılmalıdır.

Ülkedeki Türk nüfus artarken, yerlilerin nüfusu iki sebepten dolayı azalıyordu. Öncelikle geçim imkânlarını kaybetmiş idiler. İkinci olarak, bir kısım Hıristiyanlar, kendilerinden olan Hıristiyan idarelerine doğru kaçıp gidiyorlardı.

B. Şehirlere Yeni Yerleşmeler

Türkler XI. yüzyıldaki fetih hareketine katılanların dışında, durmaksızın doğudan ve kuzeyden yeni göçlerle bu ülkeye akın etmişlerdir. Ancak bununla ilgili olarak sadece bazı izler vardır. Mesela XI. yüzyıl sonlarında Haçlı seferlerinin yarattığı olumsuz hava üzerine doğudan pek çok Türk ve Müslüman gazinin bu ülkeye yardıma koştukları biliniyor. Ayrıca bunların önemli bir kesimi, eğer sağ kalmışlarsa bu mücadele sonrasında büyük ölçüde bu ülkede kalmış olmalıdır.

XIII. yüzyılda Asya içlerindeki yeni büyük oluşumlar da Selçuklu Devleti'nin Batı ucundaki nüfus artışını hızlandırmıştır. Bununla ilgili olarak bazı açık örnekleri de biliyoruz. Mesela Mevlana ve babası, bir rivayete göre Çengiz Han ordusundan, fakat belki de Harezmşah'ın hışmından kaçıp bu diyara gelmiş idi. Aynı şekilde batıya gelen Harezmliler de Doğu Anadolu sahasında önemli bir siyasî hareket de yaratmış idiler.

1243'teki savaşı kazanan Baycu, eski komutan Çormağan ve Hulagu Han ile birlikte gelenler arasında sadece Moğollar değil, muhakkak ki Türkler de vardı. Câmi üt-Tevarih bu gelenleri genellikle Türk olarak sayarsa da, bir kesiminin doğrudan Moğol oldukları ve Moğolca bilip yazdıkları da açıktır.

Bunun yanında Mevlana Celaleddin Rumî, eserlerinde XIII. yy. ortalarında Türklerin durmaksızın bu diyara geldiklerini söyler. O, edebî eserlerinin çoğu yerine serpiştirdiği bilgilerinde, bu ülkede gördüğü çekik gözlü Türk güzellerinin kimisinin Fergana'dan kimisinin de Türkistan'dan gelmiş olduğunu belirtir.

Türklerin XIII. yüzyılda devam eden göçleriyle, bu diyar Türk nüfus bakımından oldukça kalabalıklaşmış idi. Kalabalık Türk kitlelerinin Diyar-ı Rum içinde Batıya doğru hareketlerini Bizans kaynakları da açıkça belirtiyorlar (P. Wittek-Menteşe Beyliği).

Yeni gelenleri biz genellikle Türkler olarak tanımlıyacağız. Burada bir önemli mesele Türklerin hangileri olduğudur. Genellikle 1071 sonrasında gelenlerin hep Oğuz olduğu kabul edilmiştir. Oysa bunların içinde Oğuz olmayan Türklerin de bulunduğu anlaşılıyor. Mesela Peçeneklerin bir kısmı Oğuz heyetine (küme) dahil olup, bir kısmının Oğuz heyetine girmedikleri F. Sümer tarafından ifade ediliyordu. İşte, bazı dil verileri ile mesela Uşak yöresindeki halkın, Oğuz heyetine dahil olmayan Peçenek zümresinden olabilecekleri anlaşılmıştır. Oğuzlar dışındaki Türkler arasında, ayrıca Kıpçak boyundan olanların oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

C. Türkmenler (Göçer Evliler)
Selçuklu ülkesindeki nüfus durumunu, kırsal alanlarda bilmek imkansızdır. Buna karşılık kale-şehirlerdeki durum daha iyi anlaşılabilir. Gerçi kalelerde ilk fetih yıllarındaki, Türklerin sayıları merak edilebilir. Kaledeki nüfusu bilmek için kale alanının büyüklüğü ilk ve en önemli unsurdur. Rum diyarında, sonradan Anadolu diyarındaki kalelerdeki görevli asker, yani aile sayısını sonraki Osmanlı dönemi kayıtlarından biliyoruz. Bunlar öyle binlere varan sayılara ulaşmaz; yüz sayısını aşanlar dahi nadirdir (Konya, Sivas gibi). Büyük çoğunluğu 50-60 nefer olup, bu aynı zamanda aile demektir. Bu arada fizikî olarak da kale sahasındaki Türk kısmına sığabilecek ev sayısı tahmin edilebilir. Çünkü bunların önemli bir kısmı kastra=kayalık tepeler üzerinde olduklarından ev yapılabilecek yerler de belirlidir. Böylece ev sayısı ve her evde ortalama 5-6 kişi olduğundan Bizans kastralarının büyüklükleri göz önüne alınırsa, ilk yüzyılda, XI-XII. yüzyıllarda kale-şehirlerdeki nüfusun en fazla 1000 kişi olabileceğini söyleyebiliriz. Bu rakamlar büyük kalelerde 2000'e kadar çıksa da, küçüklerde (mesela Afyon Karahisar Kalesi'nde) 500'e düşebilir.

Önemli olan ikinci husus, kalelerdeki Türk nüfusu yanında o yerleşmede yaşayan eski-yerli nüfusunu da sayısını bilmektir. Osmanlı devrindeki durumu kıyaslamak imkanı söz konusu olmadığından, bu nüfusu bilmek için, oturdukları sahanın büyüklüğü en önemli kaynaktır. Şehir=kale içindeki bölünme sebebiyle sahalarını bildiğimiz bazı şehirlerde Niksar, Antalya, Uluborlu, Divriği gibi, her iki kümenin oturdukları yerleri belirleyebiliriz. Bu alanlara bakılınca, kalelerde Türkler, daha fetih yıllarında, en azından üçte bir kadar bir nüfusa sahiptirler (Antalya gibi). Sonraki zamanlarda ise, Türkler yerlilerle nüfus bakımından eşit gibidirler (Uluborlu, Divriği, on sene kadar sonra Antalya'da da).

Hemen şu gerçeği ilave etmemiz gerekiyor. Gerçi kale içinde yerlilerin nüfusu Türklerle eşit sayılsa bile, kale dışındaki alanlarda da Türklerin oturduğunu unutmamak gerekir. Mesela, Niksar gibi geç Bizans Devri'nde de kalabalık olan bir şehirde, surlar içindeki nüfus söz konusu olsa bile Türkler, yerli Hıristiyan halka göre en azından iki misli daha kalabalık olmuşlardır. Bu durum, sur dışı nüfusla daha da artmaktadır.

Kalelerdeki nüfusun olağan artışı, kale erlerinin gece-gündüz kalede oturmalarıyla da yakından ilgilidir. Çünkü bunlar, sadece asker olup, geçimleri zaten sağlanmış idi. Böylece bu Türkler, bir nesil sonra en azından bir misli bir artış göstermiş olabilirler.

Tabii nüfus artışı, Türklerin tarihin hemen her devrinde gösterdikleri artışla izah edilebilir. Türk kadının doğurganlığı sebebiyle, eskidenberi hızlı bir nüfus artışı vardır. Genelde Türk ailesi 5 kişi sayılsa da bunu 6 olarak kabul edebiliriz: Ana-baba ile dört evlad. Bazen ana-baba ile 3 evlad 5 kişilik nüfusu belirler. Biz yine de ana-baba ile ikisi erkek ikisi kız dört evladı esas alalım. Bu iki erkek evladdan birisi babasının yerini alacaktır. Öteki evlad ise, evlenip kendi evini yine babasının evinin yakınlarında ve uygun bir yerde kuracaktır. Böylece kale sahasında ev yapıp yerleşilebilecek alanlar kale erlerinin çocuklarınca doldurulacaktır. Buna şehre=kaleye tabii artışın yol açtığı yeni yerleşmeler de diyebiliriz.
Aradan bir nesil daha geçince, hem kale erinin torunu, hem de öteki evladın çocuklarıyla, yeni evler yapılması daha da artacaktır. Bu durumda kale sahasının ev yapımına elverişli yerleri tamamen dolabilecektir. Çünkü, kaleye ilk yerleşenin ailesinin tabii çoğalmasının ortaya koyduğu bir haklılık neticesinde, öncelikle kale sahasının içindeki uygun yerlere evler yapılmıştır. Ev inşa edilebilecek yerlerin tamamen dolmasıyla, iskan artık kale sahasının dışında devam edebilecektir. Bu arada diyebiliriz ki, kale içindeki yeni iskanla birlikte, kale camiinin cemaatinin sayısı artmış, bu camiin alanı yetmemeğe de başlamış olabilir.

Kale sahasının iskana uygun yerleri, evlerle tamamen dolunca, kalenin dışında, surların haricinde yeni bir yerleşme hareketi başlamak zorundadır. Kale erlerinin evladı ve torunlarının elbette kalenin içiyle yakın bağları vardır. Zaten onların kaledeki baba veya ata eviyle ilgileri, belki hisseli olarak devam da etmektedir. Ancak, kalenin içi dolunca, kale surlarının dışındaki ilk yerleşenlerin, kale erleriyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni iskanın, kale kapısının hemen yakınında olması olağandır. Çünkü kale kapısı vasıtasıyla kale içindeki akrabaları ve yakınlarıyla münasebetlerini devam ettirebileceklerdir. Ayrıca bu yeni iskan sahasındaki nüfus az olduğundan, henüz bir çarşı oluşmamış olduğundan ihtiyaçlarını da kale içindeki çarşıdan, yukarı çarşıdan temin etmektedirler.

Burada bir hususu özellikle belirtmek gerekir. Bizans Dönemi'nde, kale şehirleri genellikle sarp ve kayalık tepeler üzerinde kurulduğundan, kale kapılarının hemen dışı veya yakınları, her zaman yeni bir iskan için elverişli olmayabilir. Afyon Karahisar Kalesi örneğinden anlaşılacağı gibi, nüfusun artışı ile yeni iskan, aşağılarda, kaleye giden yolun başladığı yerde oluşmuş olabilir. Bazı benzer kale=şehirlerde de benzer durum görülmektedir (Bursa, Kastamonu).

Kale dışında oluşmaya başlayan yeni mahallelerin kendilerine mahsus mescidleri yapılmış olabilir. Çünkü Selçuklu şehrinde mahalle ile mescidinin özdeş gibi sayıldığını biliyoruz. Böyle olsa bile, yeni mahallenin sakinleri Cuma ve Bayram namazları için kaledeki camiye gidiyorlardı. Kale oldukça yukarda olduğundan bu gidiş-gelişler zahmetli idi. Hele bu yeni yerleşmenin sakinleri bir zaman geçip yaşlanınca çekdikleri zahmet daha da belirgin bir hal almaktadır.

Kale dışında yeni bir iskan hareketinin başlaması, yöredeki öteki Türklerin de dikkatini çekmiş olmalıdır. Civarda oturan Türklerin, daha ilk zamanlardan itibaren büyük kitleler halinde kale içindeki iskana katılmalarını pek mümkün görmemekteyiz. Çok az ölçüde de olsa, kale içindeki ancak çok zorlukla mümkün olabilse gerektir. Çünkü bu sahalarda oturanlar, yakınlarındaki yerlere kendi evlatlarının yerleşmesini istiyorlardı. Oysa, şimdilerde kale surlarının dışında başlamış olan iskana katılmak oldukça kolaydır. Böylece Türkler için, hem şehrin nimetlerinden yararlanmak hem de gerektiğinde mevsimlik hayatlarını devam ettirmek mümkün olabilecektir. Böyle düşünen birçok Türk boyu, şehirlerdeki hayata katılarak bu mahallelere yerleşmiş idiler. Netekim XIII. yüzyılın başlarından itibaren şehirlerin mahalleleri arasında Türkmen mahallesi adını taşıyanlara rastlıyoruz (Ereğli, Kırşehir). Şehirlerde, başka bir yerden göçüldüğünü gösteren bazı özel mahalle adlarından gayri, genelde verilen Türkmen adı, sonraki yüzyıllardaki şehire dahil olma hareketinde devam etmiştir (Kuşadası'ndaki Türkmen mahallesi gibi).

Şehirlerde nüfusun tabii artışı veya yeni yerleşmelerle ortaya çıkan bu yeni durum, birçok meseleyi de beraberinde getirecektir.

D. Şehirlerin Türk Halkı
Şehirlere yerleşen Türkler, çok kısa bir süre sonra, boy veya kabile duygularını bir kenara itip, kendilerini o şehir ile özdeşleştiriyorlardı. Şehrin kimliği ve şehirlilik adeta yepyeni bir kimlik yaratıyordu. Bu sebeple olsa gerek, XIII. yy. başlarındaki şehir hayatının gelişmesi, bir bakıma Şehrîleri ortaya çıkarmıştır. XIV. yy. ortalarında kaleme alınan, fakat XIII. yy. olaylarını anlatan Menakıb'ul-Kudsiye, Şehrî ile Türkü apayrı iki zümre gibi gösteriyor. Oysa biliniyor ki Türk o şehre bir süre önce dahil olmuştur. Fakat şehirli olmayı öylesine benimsemiştir ki kendi hemşehrilerini "türk" diye küçümseyebilmektedir.

Şehirler halkının bir süre içinde kendi içinde kaynaşması, çok yönlü oluşumları da beraberinde getirmektedir. Hemen belirtelim ki daha XI. yy. sonlarında bir kısım Türkler kale eri olarak şehirlere yerleşmiş idiler. Bunlara kale içindeki evler tahsis edilmişti. Bu sebeple, bir şehrin gerçek Türk halkı için hemen bütün şehirlerde uygun sözler türetilmiştir. "Gerçek Ankaralının kale içinde evi, Keçiören'de bağı olmalıdır" gibi. Divriği'nde de kale içinde ev satılmadığını ancak miras kalabildiği yakınlara kadar hatırlanmış olup, bu evler fetih yıllarında bir kısmı kale askeri olarak yerleşen Türklere verilmiş idiler.

Netice olarak Diyar-ı Rum'da şehirli Türkler XI. yüzyıldan beri vardır ve bunlar, Diyarbekir, Mardin, Harput, Silvan, Urfa, Ahlat, Van ve daha pek çok şehrin yüzlerce yıllık yerli Türklerini oluştururlar.

Anadolu sahasındaki şehirlerin Türk halkı, şu halde bu ülkede Alp Arslan çağından beri mevcuddur.

E. Göçerler Arasında Kışlak-YaylakÇekişmesi

Yukarda da belirttiğimiz gibi, olağan nüfus artışı sebebiyle Türk boyları arasında, otlak ve meralar sebebiyle bazı çekişmeler de başlamıştır. Bu çekişmeler, dışa karşı pek görünmemekle birlikte, sonradan oluşacak olan beylikler arası mücadelenin ilk safhası veya kademesi olarak görülebilir. Bu arada Danişmentli-Selçuklu çekişmesi yanında Mengücek-Selçuklu dostluğu da dikkati çekmektedir.

Artukoğulları ile Türkiye Selçukluları arasında da bir çekişme söz konusu değildir. Burada, şimdiye kadarki izahlar, genellikle beylerin arasındaki hakimiyet kavgası sayılmış ise de, doğrudan boylar arası çekişmeler de bunlarda etkili olmuş olabilir.

XII. yy. içinde, boylar arasındaki çekişmeler bitince, yaylak ve kışlaklarda bir kararlılık başlamış olmalıdır. Bununla birlikte bu çekişmelerin, beylikler arası mücadele olarak kısmen XIII. fakat daha çok XIV. yüzyılda devam ettiğini görmekteyiz. Bu arada ortaya çıkmış olan nisbî yaylak-kışlak kararlılığının bir doğal sonucu, kış mevsiminin çok soğuk geçtiği İç-Doğu sahasındaki kışlaklarda bazı yapıların ortaya çıkmaya başlamasıdır. Böylece bu yapılar ile bir bakıma, sonraki yaygın deyimi ile toprağa yerleşme de başlayacaktır.

Toprağa bağlı ekonomik hayatın etkin olduğu bazı yörelerde varlıklarını Bizans Dönemi'nden devam ettiren köyler vardır. Bunların bir kısmında eski iskân devam etmektedir. Bu arada uygun bir kesiminde Türkler de kışlak olarak yerleşmiş olabilir. Küçülen bazı köylerdeki halk, civardaki daha uygun bir başka köye göç edince, öteki köy, viran halde kalmakta idi. Böyle "Eski-köy" veya "Vîran-köy"ler XII. yüzyıldan sonra toplum hayatında etkili olmaya başlayacaktır. "Yıkık-köyden haraç alınma", Türkçe ve Farsçasıyla XIII. ve XIV. yüzyılların namlı bir sözüdür.

Kırsal alanda bir yerde devamlı olarak yerleşmenin bir güvenlik gerekliliği neticesi, Ribatlarda kendisini gösterir. Ribat, hudut karakolu demek olup, sınır boylarındaki uygun yerlerde, kimi zaman sağlam yapılar olarak da inşa edilebilirdi.
Bir kısım Türk boylarının, coğrafyanın uygun yerlerindeki yaylak-kışlak hayatı yaşamaları yanında, belirli ve önemli yol güzergâhlarının, geçitlerin ve hakim stratejik noktaların her zaman elde tutulması gerekli idi. Böyle yerlerin çok önemlilerinde elbette "kale"ler yapılmış olmalıdır. Kalelerdeki devamlı iskân, ayrıca ele alınacaktır. Burada ise, daha ziyade kale değil, fakat kırsal alanı ilgilendiren bir devamlı iskân olarak "ribat"lar söz konusudur.

Sonradan Anadolu adını alacak olan sahada, öncelikle "ribat" adını taşıyan yapılar vardır. Bunlar doğrudan alp-erenlerin kaldıkları, gece gündüz düşmana dikkat ettikleri yerlerdir. İlk düşman saldırısını bir zaman için göğüsledikleri, saldırı başlayınca hemen geriye haber ilettikleri ve gerideki boylardan yardım gelinceye kadar, bir zaman için düşmanı oyaladıkları yerlerdir. Buradaki çetin savaşlarda bir kısım Türkler şehid düşüp buraya gömülüyorlardı. İşte bu şehit düşen Türkler bir-iki yüzyıl sonra ünlü bir isim olarak buraya adını veriyordu.

Türklerin daha ileriye gidip, bu kesimler artık sınır olmaktan çıktığında ise bu ribat, iki türlü yeni işleve kavuşabiliyordu. Bunlardan birisi, eğer işlek bir yol üzerinde ise kervansaraydır. İkincisi ise, gece gündüz ışığı yanan, gelip gidenlere her zaman yemek çıkartılan bir "zâviye"liktir. Zaviye sonraki yaygın ismi ile "Tekke"dir. Buradaki "tekke", şehir içlerindeki belirli tarikatların ellerindeki yapılar olmayıp, tamamen sosyal fonksiyonu etkili yapılardır. Yukarda da dediğimiz gibi burada her zaman ışık yanacak, insanlar için bir ümit kapısı olacaktır. İkincisi ve buna bağlı olarak, buralarda her zaman kazanlar kaynıyacak, kim ve ne zaman olursa olsun, bunun kapısını çalanlar yemek yiyebileceklerdir.

Böylesine bir sosyal işlevi olan bu "zaviye"ler sebebiyle, Diyar-ı Rum kısa bir süre sonra "garib"lerin akınına uğrayacaktır. Çünkü burada gariblerin karnı her zaman doyabilmekte idi. Böylesine bir yapının çekirdek olduğu yerleşmeler, sonradan birer köy haline gelecektir.

Netice olarak denebilir aradan bunca yüzyıl geçmekle birlikte, bu ülkedeki bazı yer adları, mesela tekke-köyler, belirli bir coğrafyadaki iskânı bu şekilde açıklamaktadır.

Köyler: Türk halkının önemli bir kısmı, yaylak-güzlek-kışlak ve yazlak etrafındaki hayatını devam ettirmektedir. Anadolu sahasındaki coğrafî durum, Türkiye Türkçesinde, en küçük yerleşmelerin "köy" olarak adlanmasını sağlamıştır. Köy, doğrudan bir yabancı dilden alınma bir kavram (karye veya dih gibi) olarak görünmüyor. Gerçi Farsçada, buna yakın bir "kûy" vardır; ancak ondan daha öncelikli olarak Göktürk çağı Türkçesinde, vadi içlerinde bulunan ve kadın-kızlarının oturdukları yerler demek olan "kuy"dan söz edilebilir. "Kuy'da konçuyum (kadınım)" ifadesinde buralarda daha çok kadın-kızların bulunduğu anlaşılıyor. Türklerin geldiği Bizans ülkesinde, Diyar-ı Rum'da, genellikle köy diyebileceğimiz yerleşmeler genellikle vadi içlerinde idiler. Bu sebeple, öteki Türk lehçelerinin aksine, avul veya kışlak yerine Türkiye Türkçesinde "köy" en küçük iskân birimi olarak Selçuklu çağından itibaren görülmüştür.

Beylikler Dönemi'nde de "köy" çok yönlü olarak etkisini devam ettirmiştir. Ancak buradaki köy, her mevsimde kalınan bir yer olmayıp, genellikle kış mevsiminde ve en uzun süre kalınabilen yurt demektir. XIII. yüzyıl kayıtlarından (mesela Hacı Bektaş Veli Menâkıbı), köyler halkının yaz mevsiminde yaylaya çıktığı anlaşılıyor.
Köylerde hayat oldukça sadedir; büyük köylerde hayvanların otlatılması için çoban tutulabilirse de, küçük köylerde hayvanlar sıra ile güdülür, otlatılırdı. Bu köylerde ayrıca ziraî mahsul, hububat yanında meyveler de üretilebilirdi.

XII. ve hatta XIII. yüzyıl ilk yarısında Selçuklu ülkesindeki köylerin genelde oldukça küçük oldukları anlaşılıyor. Şimdiki Hacı Bektaş, o zamanki adıyla Suluca Kara-öyük, üç evli bir yer olup, dört evli Kayı köyünden gelenler ile ancak 7 haneli (=evli) bir köy olmuştur.

Bir kısım köyler, merkezî durumları, ticaret yolları üzerinde olmaları ve nihayet pazar oluşları ile birlikte gelişip büyüyorlardı. Böylesine büyüyen yerleşmeler, Bizans'tan devralınan kale-şehirler kadar kalabalık olsalar dahi, "şehir" olarak adlanmayıp, ancak kasaba olabiliyorlardı.

Kasaba, kavram olarak etkisini günümüze kadar devam ettiren bir iskân kavramıdır. Selçuklu çağında, XIII. ve XIV. yüzyıllarda birçok kasaba adını bilmekteyiz. Bunlar köken olarak, nüfusça kalabalık ve bir kasabın geçinebileceği yerlerdir. Oturanların sayısının çok olmasına rağmen, idarî merkez olmayan yerleşmeler, "kasaba" olarak tanımlanırlardı. Bir Selçuklu idarî biriminde birden çok kasaba bulunabilirdi. Fakat tek bir şehir söz konusudur.

Ülkenin İmarı ve Yeni Çehresi

1. Şehir ve Kalelerdeki Durum

Selçuklu ülkesinin çehresinin değişmesi demek, bir bakıma doğrudan yeni imâr=yapılanma hareketi demektir. Türk bu ülkeye geldiğinde, bir dönem için muhakkak ki eski yapıları kullanmıştır. Eski kiliseler camiye çevrilmiş, kalenin eski sakinlerinin evlerinde Türkler oturur olmuşlardır. Bu ilk dönemde sadece küçük bazı değişiklikler yapılmış olmalıdır. Oysa bir süre sonra, Türkler kendi zevklerine göre yaşayacakları evlerini, ibadet yerlerini ve öteki yapıları inşa etmiş, ettirmiş olmalıdırlar.

Selçuklu ülkesinin imarında, kırsal alanlar hakkındaki bilgilerimiz sınırılıdır. Buralardaki yapılar genellikle çabuk çürüyüp eriyebilen ağaç veya kerpiçten yapılıyordu. Taş veya tuğla yapı ise hayli azdır. Bu türden yapılar genellikle şehirlerde, kısmen de taşrada, kırsal alanlarda sadece hanikah ve zaviye (tekke) binalarında kullanılmıştır. Bu arada yollar üzerindeki köprüler de sağlam taş yapılar olarak bina edilmiş idiler.

Bu sebeple Selçuklu ülkesinin imarında daha çok şehir-kalelerdeki oluşumlardan söz edilebilecektir.

2. Şehirlerin İmarında Vakıf Kurumunun Rolü

Selçuklu Dönemi'nde şehirlerin kalabalıklaşması yeni sorunların çıkmasına yol açmıştır. Ancak Türk insanının düşüncesine göre bütün bu sorunlar, yine bu ülkenin, şehrin veya toplumun mensuplarınca çözülecektir.

Burada, özellikle XII. yüzyıl sonlarındaki yeni şehirleşme hareketi ile bağlantılı olarak, ülke insanının zenginleşmesi dikkati çekmektedir. Varlığı artan bu insanlar, servetleri veya mal varlıklarını bir şekilde yine içinden çıktıkları topluma geri döndürmektedirler. Burada vakıf kurumu önemli bir yer tutmaktadır.

Vakfiyeler, varlıklı kişilerin, servet ve mal varlıklarının toplum yararına bağışlamalarının ayrıntılı belgeleridir. Türkler, bir arada yaşamanın bir gereği olarak, kendilerinden başkalarının da ihtiyaçlarını düşünüp, yardım etmek isterler. Anadolu sahasında 1830'lara kadar resmen, sonraki yıllarda ise örf olarak devam eden anlayışa göre insanlar, günümüzde devletin yapması gereken işleri yaparlardı.
İnsanlar toplumun, yani öteki kardeşlerinin ihtiyaçlarını, devletin, daha doğrusu devleti temsil eden sultanın gidermesine bakmadan görmeye çalışıyorlardı. Yukarda da dediğimiz gibi kendilerini bu devletin bir parçası sayıyorlardı. Mesela, eğitim ihtiyacı ortaya çıktığında, bu sorunu çözümleyebilecek varlığı olan kişi, mal varlığının bir kısmını mektep binası yapımına ve eğiticinin ücretine ayırırdı. Hatta öğrencilerin ihtiyacı da düşünülür, bu kurumu her yönüyle işletebilecek tedbirleri alırdı. Bu amaçla bütün gelir kaynakları ve bunlardan elde edilecek paranın sarf yerleri ayrıntılı bir şekilde yazılırdı ki, devrin yetkili kadısının da tasdik ettiği bu belgeye vakfiye denilirdi. Bunların daha sade bir dökümü, başka resmi belgelere de geçirilebilir.

Günümüzde bazı özel okullar, büyük bir mali güce ihtiyaç duymakta olup, bunu talebelerden karşılamaktadır. Geçmişte, genellikle talebelerden para alınmadan yüksek öğretim yapılırdı. Hatta talebeye, günümüz asgari ücretinin de üstünde karşılıksız bir para da verilirdi. Eğitimi misal olarak verdiğimiz bu Vakıf kurumunu yaratacak ve yaşatacak kişinin çok güçlü bir mali varlığa sahip olması gerekir. Osmanlı döneminde, toplumda bazı kişilerin büyük mali güce sahip olduklarını ayrıntılı olarak bilebiliyoruz. Dolayısıyla Osmanlı öncesi dönemde de Türk devlet veya ticaret adamlarının çok büyük mali güce sahip oldukları anlaşılıyor. Bununla ilgili bazı bilgiler, ilerdeki sahifelerde verilecektir.

0. Turan ile başlıyarak birçok araştırıcı, Selçuklular Devri'ne ait bazı vakfiyeleri yayınlamışlardır. Devrin resmi dili olan Arapça yazılmış olan bu vakfiyelerde aşağıdaki hususlar yer alır:

1. Vakfın sahibi veya mütevelli diye de anılan vekili (vakfın sahibi hayatta ise kendisi mütevelli olur) ilk kısımda vakfın amacını ve vakıfın kimliğini belirtirler.

2. Vakfın gelir kaynakları belirtilir. Bunlar oldukça ayrıntılı ve sınırlarıyla birlikte verilir. Mesela o yerin en çok kira geliri getiren bölgesine bir işhanı yaptırabilir. Orada iyi gelir getiren başka kaynaklar da buna ayrılabilir. Bazen bir iskan yerinin vergi geliri de o şahsa temlik edilmiş olabilir ve bu durumda o gelir de vakfa ayrılır. Bütün bunlar ayrıntılı olarak vakfiyede yer almıştır. Buradaki bilgiler sosyal bakımdan bizi daha çok ilgilendirir.

3. Her yıl gelirlerden elde edilen paranın nerelere ve nasıl harcanacağı, ne kadarının müderrislere, ne kadarının tamire, ne kadarının talebeye veya öteki görevlilere verileceği ve kalanı ile ne yapılacağı ayrıntılı ve açık olarak belirtilir.

4. Bütün bu olup bitenlerin kim tarafından denetleneceği, eğer olağan dışı bir durum olursa, vakfın geleceği hakkında kimin karar vereceği de belirtilir.

En son olarak da vakfın sahibi, aklı başında olduğunu, yanında şahit olarak kimlerin olduğunu belirtir ve Kadının tasdikine sunar.

Selçuklu çağında yapılmış olan hemen bütün eserlerin, yapıların muhakkak ki bir vakfiyesi vardı. Ancak bu vakfiye metinlerinden pek azı günümüze kadar gelmiştir. Gerek gününde yazılmış belge olarak, gerekse XIX. yüzyılda sureti kaydedilmiş olarak günümüze kadar gelen vakfiyeler arasında dönemle ilgili olarak çok güzel ve ayrıntılı bilgi verenler vardır.

Bunlar arasında Cacaoğlu Nureddin'in 1272 tarihli vakfiyesinde, Kırşehir, Eskişehir, Ankara ve İskilip'de yaptırdığı eserlerin yaşaması için buralarda ve Konya'da vakfettiği gelir kaynaklarıyla ilgili çok ayrıntılı bilgiler vardır. Cacaoğlu Nureddin buraların ihtiyaç duyduğu kurumları kendisi inşa ettirmiş, yine bu kurumlardaki görevlilerin geçimlerini sürdürmeleri için belirli paralar ayırmıştır.
Görülüyor ki vakfiye metinleri yazıldıkları dönem için özellikle sosyal hayatı ilgilendiren ayrıntılı bilgiler vermektedir. Şehirler, kasaba ve köyler, şehirlerin en gözde semtleri, çarşılar, kiralar, fiyatlar, gelir imkanları vakfiyelerden anlaşılır.

Türkiye Selçuklu Devleti'nin XIII. yüzyılı, bir bakıma şehirlerin çoğalması dönemi olarak diye bilinir. XII. yüzyıldaki durum, kimi zaman 1176'da bitmiş gösterilse de bize kalırsa bu dönemi 1211'e kadar uzatabiliriz. 1211 tarihinde Selçuklu ülkesinde yepyeni bir dönem başlamış ve bu dönem, kendi içinde ikiyi ayrılsa da XIV. yy. başlarına kadar devam etmiştir.

Bu dönemin en önemli özelliği, şehir hayatının canlanması ve artmasıdır.
Kale=şehirlerdeki nüfus artışı bunda etkili olmuştur.

Bir büyük etkili unsur, Türklerin şehir hayatına katılmasıdır. Böylece XIII. yüzyıl başlarından itibaren gördüğümüz Türkmen mahalleleri (mesela Ereğli) şehirlerde yepyeni bir mahalle adı olarak görülmektedir.

3. Yeni Camilerin Yapılması

İlk olarak, Selçuklu şehirlerinde eski kale camii yanında yeni bir cami yapıldığını görüyoruz. Sonradan adları genellikle Alaeddin Camii veya Ulucâmi diye anılacak olan bu camiler, Selçuklu şehirlerindeki yerleşme problemlerine de ışık tutmaktadır (ayrıntı için bk. Baykara, Ulucâmi, Belleten).

Bu camiin hem yeri hem de yapım tarihi üzerinde ayrıntılı olarak durulmaya değer niteliktedir. Çünkü şehirdeki Türk ve dolayısıyla Müslümanların sayısı çok arttığından kale camii artık yetmemektedir. Burada sözü edilen "yetmeme" gerçeği, her iki yönden ele alınabilir. Öncelikle kale içindeki, ikinci olarak kale civarındaki Türk nüfus artmıştır. Bunlar Cuma namazını, sadece kaledeki câmide kılabileceklerdir. bu sebepledir ki kale camii artık küçük gelmeye başlamıştır.

Bu arada kale surlarının hemen dışına da evler yapılmaya başlanmış olabileceğini yukarda belirtmiş idik. Hatta, bir zaman sonra sur dışındaki nüfusun, kale içindeki nüfustan daha çok olduğu da söylenebilir. Tabiatıyla bu nüfus artışı, kale surlarının dışındaki alanlara yerleşme, Anadolu sahasında farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda gerçekleşmiştir. Mesela Niksar gibi, Geç Bizans Devri'nde de canlı ve kalabalık yörelerde bu iskân, daha XII. yüzyıl başlarında etkili olmuş idi. Buna karşılık Ankara, Kütahya, Niğde gibi yörelerde bu oluşum, en azından bir, hatta iki yüzyıl sonra gerçekleşmiş idi.

Türkiye Selçuklularında ülkedeki iç ve dış güvenliğin sağlanması ile, kale=şehir sahasındaki durum da değişmeye başlamıştır. XII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Selçuklu ülkesindeki değişme ve gelişmeleri, şehir=kale sahasının incelenmesi ile tespit edebiliyoruz.

Selçuklu Devri'nde kalabalıklaşan nüfusa karşı, kale camiinin hacminin yetersizliği açıkça görülmekte idi. Bu arada kale camiinin yerinin sarplığı da, kale=şehirin kazandığı mahallelerdeki yeni nüfus açısından önemli idi. Kale camii, Bizans kastrasının bir hatırası olduğundan sarp ve yalçın kayalıklar üzerinde kurulu Bizans kastralarına rahat bir ulaşım söz konusu değildi. Böylece, sur dışında yerleşenlerin, özellikle yaşlı insanların kaledeki camiye gidip gelmeleri zahmetli olmaya başlamıştır.

Birçok Selçuklu kale=şehrinde artık açıkça görülmeye başlamıştır ki kale camii artık yetmemektedir. Buna bir çare bulunması gerekmektedir. Buna iki çare geliyor: İklim elveriyorsa Cuma ve Bayram namazlarını açık havada kılmak, ikincisi de kale camiini genişletmek. Ancak bunların her ikisi de geçici çözümlerdir.
Bayram namazları açık alanlarda, meydanda kılınabilirdi; tertemiz bir çayırlık olan Meydanda kıbleyi belirleyen mihrab yanında (Ö. Bakırer, Anadolu Mihrabları, Ankara 1976), sade ölçülerde bir de minber yapılarak, namazgah olarak da kullanılıyordu. Fakat meydanda Cuma ve Bayram namazlarının kılınması, özellikle soğuk ve yağmurlu zamanlarda çare olmamakta ve başka çözüm gerektirmektedir

4. Kale Camilerinin Genişletilmesi

Kale camiinin yetersizliği açıkça ortaya çıkınca, bazı şehirlerde bir genişletme yapılmış ve belirli bir süre yeterli olmuştur. Anadolu sahasında Türk mimarisi özellikleri gösteren bütün kale camileri böylesine yenilenen eski kilise-fetih camileridir. Bununla birlikte, birçok kale camii için böyle bir genişletme imkansız gibiydi. Çünkü bazı kaleler zaten çok dar ve iskân da sıkışık olduğundan camiin etrafının açılarak genişletilmesi imkansız gibiydi. Bu arada camiin zaten eski olan yapısının daha uzun bir süre dayanması da bazen mümkün olmayabilirdi.

Kale camilerinin genişletilmesi konusunda, Konya Kalesi'ndeki Alaeddin Camii ilk akla gelen misal olabilir. Ancak bize göre Alaeddin Camii, daha erken bir tarihte, kilise camiinden sonra Türk mimar ve ustalarınca yapılan bir camidir. Niğde de olduğu gibi, Alaeddin Camii, eski kilise camiinin (muhtemelen Eflatun Kilisesi) genişletilmesi biçiminde değildir. Alaeddin Camii'nin şehrin ve kalenin gelişen nüfusuna bağlı olarak farklı zamanlardaki genişletilmesi herkes tarafından görülebilir. Bu genişletmenin son safhası, Konya şehrinde de var olan sur dışı Ulucamii'nin (Kadı İzzeddin Camii) harab oluşundan sonra yapılmış olsa gerektir.

Şehrin nüfusu artmış, kale içinde ve dışında yeni mahalleler ortaya çıktığından, yeni camiin kale surlarının dışında ve nüfusun çoğunluğunun bulunduğu yerde yapılması gerekecektir. Bu yeni cami kale ile yakından ilişkili olmalıdır: Kale camiinin yeri sarp ve aşağı şehrin yukarısında olduğundan oraya gidiş-gelişi zor idi. Ancak burada oturanlar yani kale ehli de kolaylıkla bu camiye inip Cuma namazını kılabilmelidir. Gerçi, sonradan hem kale camiinde hem de yeni yapılan camide Cuma namazı kılınabilmiştir ama, fetih yıllarında şehirlerde bir yerde Cuma namazı kılındığından bu ayrı bir önem taşır. Cami, kale ana giriş kapısı yakınında olmalıdır. Böylece kale erleri de hemen gerektiğinde kolaylıkla görev yerlerine gidebileceklerdir. Gerçi bu durumda nöbetçilerin cuma namazına gelmeleri beklenemez.

Yeni cami oldukça sağlam yapılı olmalıdır: Camiler, surların dışında olacaklarından yapılarının oldukça sağlam olması gerekmektedir. Eski hatıralarda, şehirdeki gayrimüslimlerin cuma namazı kılan Müslüman-Türklerle ilgili acı davranışları bilindiğinden, camiin adeta bir kale gibi olması da gerekmektedir. Netekim Oktay Aslanapa, Bünyan Ulucamii'nin "kesme taş duvarlarıyla bir kale görünümünde" olduğunu söylemektedir.

Camilerin, kale kapılarının tam karşısında ve çok sağlam olarak yapıldıklarını, XIV. yüzyıl kayıtları da göstermektedir. Kadı Burhaneddin'e baş eğmeyen bir Bey, Turhal'da kaleye kapanınca, Kadı Burhaneddin kalenin karşısındaki boş mescid-i cami, bir kale şekline sokarak kaleye sığınanların yolunu kesmiş idi (Aziz İbn Ardeşir, Bezm ü Rezm, l928 İstanbul, s. 318; keza bk. Y. Yücel, Kadı
Burhaneddin Ahmed ve Devleti, Ankara l970, s. 84 de sadece "mescid" kabul etmiş). Benzer bir olay Sivas Ulucamii'ne sığınıp, Çelebi Mehmed'e direnmek isteyen bir asi için M. Neşri'de anlatılmaktadır (M. Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Ankara l949-57, I, 403). Gerçi camilerin XIV. yüzyıl sonu ile XV. yy. başlarındaki bu durumları, şehir hayatının gerilediğini, şehrin sur dışındaki birçok mahallesinin boşaldığını bize açıkça gösterir. Konumuz bu durumu yorumlamak olmadığından, sonradan Ulucami diye anılacak olan camilerin, aşağıda söz konusu edeceğimiz durumlarını, dönemin tarihi kayıtlarına da uygun olduğunu belirtmekle yetineceğiz.
Netice olarak yer konusunda iki özellik, bir araya gelince yeni camiin, kalenin ana giriş kapısının hemen karşısında veya yakınındaki bir uygun alanda yapılması gerekmektedir.

5. Camilerin Mimarisi

Camiin yapılması ile ilgili bilgilerimiz, Selçuklu Çağı'nın öteki imar hareketlerine de ışık tutabilecektir. Öncelikle cami için seçilen yer boş ve ıssız bir alan olmadığından buradakilerin milklerini veya arsalarını camiin yapımı için gönül rızasıyla vermeleri veya satmaları gerekir. Sultanın pek çok şeye yetkisi olmakla birlikte, sadece Allah rızası için yapılan cami yerinin arsasını zorla almaya hakkı yoktur. Bu sebepledir ki ünlü camilerin yapılışı sırasında bazı rivayetler anlatılır.

Bursa Ulucamii'nin ortasındaki şadırvanın yerinin vaktiyle evini vermek istemiyen böyle inatçı birisine ait olduğu rivayeti vardır. Aynı şekilde Niksar Ulucamii'nin çarpıklığı da, rızasıyla arsasını vermiyen birinin milkinin oluşu ile yorumlanır. Bunların muhakkak olarak bir gerçeği yansıttığı söylenebilir. Çünkü bu türden meseleler, cami inşaatları ile ilgili olarak, hemen bütün zamanlarda söz konusu edilmektedir.

Camilerde minarelerin yapımında temelin atılmasından sonra uzun bir süre ustanın kaybolması rivayetleri de vardır. Hatta bazen, ustasının başlattığı inşaatı, ancak çırağının bitirdiği de rivayet edilir. Bütün bunlar, camilerin ve özellikle minarelerin çok sağlam ve dayanıklı yapılmaları için bilinen mimari esasların halk zihnine yankılanmış şekilleridir.

Camiin inşa masraflarını mali gücü yeterli birisi veya birileri karşılardı. Genellikle bu türden inşaatı, büyük mali imkanları olan devlet görevlileri yaptırırlardı. Devrin hemen bütün büyük inşaatlarının da böyle olduğu unutulmamalıdır. Camii yaptıran kişinin adı, belirli bir zaman için camiin adı olarak da yaşamıştır: Konya'daki Kadı İzzeddin'in yaptırdığı ve adıyla anılan camii gibi.

Yeni inşa edilecek cami, Türk ve Müslüman mühendis ve mimarlarının eseri olacaktır. Dolayısıyla yeni cami tamamen Türk cami mimarisi özelliklerine göre yapılmaktadır. Elbette bu inşaat sırasında, bazı gayrimüslim ustalar çalışmış olabilir. Ancak diğer bütün çalışanlar gibi bunların da, daha önce yapılan hamamda her sabah yıkanarak işe başlarlardı. Dolayısıyla her camiin yanında bir de hamamı vardır: Manisa Ulucamii'nin yanındaki hamam gibi, Ayasuluğ'da, kitabesinden varlığı öğrenilen, fakat yeri bilinmeyen 766/1364 tarihli hamam, 1374 tarihli Ulucamii'nin yapımı sırasında inşa edilen hamam olmalıdır.

Bazı Ulucamilerde, burasının eski bir kilise olduğuna dair halk inanışı devam ettirilmiştir (Maraş, Manisa Ulucamileri gibi). Oysa eskiden kilise olan bir cami vardır ve bu kale içinde olan camidir. Yeni camiin inşaatı sırasında gerçi çevredeki eski veya antik yapı kalıntılarının taşlarından yararlanılmış olabilir. Bununla birlikte, sonradan Ulucami adını alacak olan yeni camiler, kesinlikle yeni Türk devrinin yapılarıdır. Kaledeki ilk camiin kiliseden çevrilmiş olması, bir kısım halk arasında bu yeni camiin de bir özelliği olarak devam ettirilmektedir. Bunda biraz, kiliseleri cami etmiş olmanın, gurur verici görünen motifini devam ettirmek arzusu da yatmaktadır. Oysa XX. yüzyılda bu düşünce artık tersine tepecek bir duruma gelmiş, Hıristiyanlar eski kiliselerini geri istenebilecek bir duruma gelir olmuşlardır.
Rum diyarında, XII. ve sonraki yüzyıllarda, üzeri örtülü geniş bir alan elde edilmek için çok sütunlu ve çok kubbeli yapılarıyla klasikleşmiş bir Ulucami mimarisi ortaya çıkmış idi. Ulucamilerin kendilerine mahsus mimarileri ve öteki özellikleri sanat tarihçileri tarafından eskiden beri incelenmiştir (O. Aslanapa, S. Eyice, D. Kuban ve pek çok araştırıcı).

Ulucamiler, belirli bir zamanda, şehirlerdeki Türk iskanının gelişmesiyle birlikte, kale kapısının karşısında, geniş ve sağlam yapılı olarak inşa edilmişlerdir. Camilerin kale kapısına olan mesâfeleri, sur dışındaki Türk iskanının büyüklüğünü gösterebilir. Çünkü bu cami, Türklerin yerleşme sahasının hemen ortalarında inşa edilmiş olmalıdır. Niksar'da mesafe oldukça yakın ise de Harput'da bu mesafe bir hayli uzaktır (N. Ardıçoğlu, Harput Tarihi, İstanbul 1964). Karahisarlarda (Afyon, Şebin (Şarki), Teke ve Demürlü) topografik özellik sebebiyle, Ulucamiler kale kapılarına biraz mesafelidir. Honazda da arazinin durumuna bağlı olarak hem yamaçta hem de biraz mesafelidir.

Selçuklu Devri'nde yapılmış olan camilerin en önemli özellikleri, bütün şehir halkını içine alacak genişlikte olmalarıdır. Bu sebeple Ulucamiler, içlerinde birkaç bin (3.000-10.000) kişinin namaz kılabileceği büyüklükte yerler olarak tanımlanırlar. Bundan da o yerleşme yerinin veya şehrin nüfusu hakkında bir fikir edinmek mümkün olabilir.

Anadolunun merkezi sahasındaki Bizans kastra şehirlerinin dışında, deniz kenarı kalelerinde kendisine mahsus bir düzen oluşmuştur. Türkler, ülkenin iç kısmındaki şehirlerde, sur dışı sahanın güvenliğini sağlamış olmakla birlikte, deniz kenarındaki kalelerde böyle bir güvenlikten söz edilemez. Bu sebeple, Antalya, Alaiye ve Sinop gibi Selçuklu şehirlerinde ayrı bir cami düzeni görülmektedir.

Antalya'daki kale camii ve sonraki yeni cami ilişkisi, tam ve açık bir biçimde görülmüyor. Ancak kale olarak l215 ile 1225 surları arasındaki saha kabul edilirse, dışarda, şimdiki Yivli-minare yeni bir camidir. Buna karşılık Alaiye'de kiliseden çevrilen camiin kilise özellikleri halen de içkalede görülmektedir. Sonraki dönemlerde, kale kapısına bağlı olarak, birisi kapının dışında (Andızlı), fakat öteki hemen içinde, iki ayrı yerde yukarda ve aşağıda iki cami görüyoruz. Bunlardan yukardaki, kale kapısının hemen içinde olan ve sonradan Sultan Süleyman Camii diye anılacak olan Alaeddin Camii, öteki de limanın üzerindeki bölmenin dışında, kapının tam karşısındaki Andızlı camidir.

Sinop'da kale camii içkalede ve 1215 tarihlidir. Buna karşılık, surların çevrelediği geniş şehir sahası içindeki yeni cami, Alaeddin Camii 1267 tarihlidir. Ancak bu sonuncu tarih, şehrin bir kısa süre elden çıkıp yeniden alınmasını gösterdiği için bir değerlendirmede dikkatli olmak gerekir.

Selçuklu kale=şehirlerindeki nüfus artışının ve şehre yeni yerleşenlerin artmasının en açık göstergesi, şehirde kale camii dışında yeni bir cami yapılmasıdır. Bu sebeple aynı zamanda Türk şehircilik tarihi için de önemli olan bu hususu, biz ayrı bir makalemizde incelemiş idik.

Zaten bu incelememizde de daha eski Ulucamii çalışmamızın etkilerini görmek mümkündür.

Selçuklu çağından kalan şehirlerdeki Ulucamilerin yerleri, şehrin bu camiin yapımı yıllarındaki büyüklüğünü çok açık olarak gösterebilmektedir.

Selçuklu şehrinde ve kırsal alanlarda mescid, mahallenin veya iskân biriminin esas kurumudur.

Bunun hemen bitişiğinde bir de temel eğitimin verildiği mektep binası yer almakta idi. Bunların yanında, ihtisas eğitim veren kurumlar da, ihtiyaçlara göre yapılmakta idi. Bütün bunların yapımında vakıf kurumunun etkili bir yeri vardır.
Şehir ve ülke imarındaki önemli bir adım, güvenlik tesislerinin yapılması veya tamir ve tamamlanmasıdır. Özellikle kale şehirlerdeki yeni iskân durumuna göre, bazı yönlerdeki surlar yenilenmiş, bazı yeni eklenmeler de yapılmıştır. Antalya şehrinde, fetihten hemen sonra, yerli Hıristiyan halkının bir cuma günü Müslümanlara karşı giriştiği katliam sonrasında, şehrin her iki kesimi arasında bir sur çekilmiş idi. Bu sur on sene kadar sonra Hıristiyan semtinin boşalması ile o yöne doğru genişletilmiş idi. Böylesine imar hareketinin içinde en önemlisi, yeni şehirlerin yapılmasıdır.

Hamam yapıları, hem şehirler, hem de doğal sıcak suları olan kırsal alanlarda çok önemli idi. Hamam yapılarının mimarısı İç Asya'dan getirilmiş idi. Sadece şehirlerde değil, kasabalarda ve hatta büyük köylerde dahi hamam yapıları bulunuyor, temizlik en iyi şekilde yerine getirilmeye çalışılıyordu.

Ülkedeki yeni şehirlerin yapılmasında özellikle Alaeddin Keykubad adı önemlidir. Sonraki zamanlarda, mesela XV. yy. sonlarında M. Neşrî'de dahi Alaeddin Keykubad zamanında on dokuz tane şehir yaptırdığı hatırlanmıştır. Yine onun zamanında nice camiler, medreseler; hanikâh ve kervansaraylar bina edilmiş idi. Yukarda kısmen temas ettiğimiz gibi, Alaeddin Keykubad'dan önce ya da sonra yapılmış olmalarına rağmen, Selçuklu Devri'nden kalmış olan hemen bütün camiler, Osmanlılar zamanında hep Alaeddin adına bağlanacaklardır.

Diyar-ı Rum'un kısa bir süre içinde bir Türk ve Selçuklu ülkesi haline gelmesinde, ülkenin imarı önemli bir yer tutar. Bunlar arasında yeni iskân yerleri ve şehirlerin kurulması önemli bir yer tutar.

6. Şehirler

Selçuklu Dönemi'nde, şehir hayatının geliştiği bir büyük gerçektir. Bu sebeple bazı şehirlerin gelişmelerini kısa da olsa anlatmak gerekir.

Türklerin doğrudan kurdukları şehirler arasında şunlar örnek olarak verilebilir:

A. Aksaray Şehri

Türklerin Anadolu'nun ortasında, Konya merkez olduktan sonra, doğuya giden yol üzerinde kurdukları en namlı iskan yeridir. Adının Garsaura'dan geldiğine dair zorlamalar olsa da, doğrudan Beyazsaray anlamı açık ve kesindir. İşte bu şehir, XII. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Rükneddin Mesud zamanında, inşa edilmiştir. Yeni bir kale inşaatı olduğundan, bunun da bir kale camii tasarlanmış ve yapılmıştır. Netekim bu kale camii, sonraki genişletmeler sonucu Ulucami adını alacaktır.

Aksaray şehri XII. yüzyıl sonlarından itibaren gelişip surların dışında gelişme gösterince şehir, daha çok ırmağın kuzey yakasında büyümüştür. Bu sahadaki gelişmeye müvazi olarak yukardan beri sözünü ettiğimiz oluşum burada da görülmüş, neticede Eğri-Minare Camii diye anılan, şehrin yeni sahasının camii olarak yapılmıştır.

Türkiye Selçukluları Devleti'nin zayıflaması, Konya'nın devlet merkezi işlevinin gerilemesi, buna karşılık Kayseri ve özellikle Sivas'ın canlılığı döneminde, Aksaray son parlak zamanını yaşadı. Fakat XIV. yüzyıl ortalarından itibaren beylerin kendi merkezlerini oluşturması ile Aksaray'ın Konya'ya ve ülkenin doğusu ile münasebetlerine bağlı olarak süren canlılığı geriledi. Surların dışındaki mahalleler küçüldü ve neticede kale camii genişletilerek, Ulucami haline getirildi.

Aksaray'da Ulucami, tıpkı Konya'daki Alaeddin Camii gibi, şehrin ortasındaki bir yapı olarak görülür. Bu durum, geç bir tarihte, XIV. yy. sonlarında kale camiinin tamiri ve genişletilmesi ile oluşmuştur. Ancak Aksaray'da, şehrin gelişmesini gösteren bir gerçek cami (Eğri Minare=Kızıl Minare) de vardır (Aksaray için, bu türden mekan meseleleri pek tartışılmayan tarihi için bk. İ. H. Konyalı, Aksaray; keza bk. Aynı müellif, "Aksaray Ulucamii", Vakıflar Dergisi, X, 1973, s. 273-288).
B. Denizli

Denizli; XIII. yüzyılın ikinci çeyreği içinde, tamamen Türk mühendis ve şehir inşa plancılarının denetiminde yapılan bir kale ve şehirdir. Antik Laodikeia'daki iskân bir dönem için Ladik olarak devam etmiş, fakat XII. yüzyıldan itibaren halkı etrafa dağılmış idi. Yöredeki askeri merkez Honaz'ın yerinin elverişsiz olması sebebiyle Türklerin yörede yeni bir iskan yeri=kale yapmak gerekliliği XIII. yüzyılın ikinci çeyreğinde gerçekleşmiştir. Toğuzlu/Tonuzlu adlı yere öncelikle içinde bir camisi ile bir kale inşa edilmiştir.

XIII. yüzyılın ikinci yarısında, Denizli'nin doğusu ile ilişkilerinin artması sonucu kalenin doğu varoşunda yeni ve büyük bir yerleşme görülmüştür. Bu yöndeki şehrin ana giriş kapısı, Honaz kapısının dışında yeni bir cami, Ulucamii de bu yıllarda, XIII. yüzyılın ortalarında yapılmış olmalıdır. Denizli Kalesi ve şehrindeki oluşum ülkenin öteki şehirlerinden farklı değildir. Denizli kale içinin bir iskan yeri olmaktan çıkması ile kale camii de, daha sonraki dönemde, üç vakit de namaz kılınan bir nevi çarşı camii halini almıştır.

XIV. yy. başlarından itibaren Adalar Denizi kıyılarına kadar ulaşılması ile Denizli'nin batısı ile ilişkileri artmıştır. Bu dönemde Alaşehir kapısı dışında yeni mahalleler ortaya çıkmış, şehrin merkezi bu kuzey kesime kaymıştır. Netekim buradaki kapıya, 1320'li yılların sonlarında Aydınoğlu Umur Bey, bedraka vergisinin kaldırıldığını ilan eden kitabesini koyacaktır.

C. Öteki Şehirler

Gerek XII. yüzyılda yapıldığı belirtilen, ancak yeri ve özellikleri açıkca bilinmeyen Simre gibi şehirlerin, gerekse XIII. ve XIV. yüzyılda ortaya çıkan şehirlerin görünüşü, yukarda sözünü ettiğimiz başlıca Aksaray ve Denizli örneklerinde görülmektedir.

Uşak, Burdur, Larende (Karaman) ve Elbistan, Aksaray örneğini gösterirken, Akşehir, Eskişehir, Çorum, Kırşehir ve Beyşehir, Denizli örneğine göre gelişme göstermiştir. Aynı şekilde Eğirdir'de de kale camiinden ayrı, kalenin ana giriş kapısının dışında bir yeni Ulucamii yapılmıştır (S. S. Yiğitbaşı, Eğirdir Felek-abad Tarihi, İstanbul 1972, s.134-137). Eğirdir, XIV yüzyılda ayrıca gelişecektir.

7. Gelişen Bizans Dönemi Şehirleri

A. Ankara Şehri

Ankara, Bizans döneminde sağlam surların içinde bulunuyordu ve Kale içindeki bir Hıristiyan mabedi kesinlikle camiye çevrilmiş olup yeri bilinmemekte denebilir. Fakat şimdiki adıyla Alaeddin Camii, kale içindeki sözünü ettiğimiz kiliseden bozma kale camiin yenilenmiş ve genişletilmiş şekli olabilir Ankara'da varlığından söz edilen kilise, şehrin yeni Hıristiyan semtindeki mabed olmalıdır.

Arslanhane Camii, XIII. yüzyılda sur dışındaki Atpazarı'nın aşağılarındaki yeni iskanın ortaya çıkardığı camidir. Arslanhane Camii, yukardan beri sözünü ettiğimiz, kale ve surların dışındaki iskan yerinde yapılan camilerin, hem yer hem de mimari olarak en güzel örneklerinden biridir.
Osmanlılar zamanında Ankara şehrinin gelişen yeni semtlerinde yeni camiler yapılmıştır: Hacı Bayram Camii gibi. Hacı Bayram Camii'nin yapılmasıyla orası cam i itibar edilmiş, bu sebeple bir süre için kale içindeki Alaeddin Camii dahi mescid kabul edilmiştir.

B. Konya Şehri

Konya Selçuklu Devleti'nin asıl paytahtı olduğundan onun gelişmesi daha erken bir zamanda etkili olmuştur. Kale içindeki kiliseden bozma cami Eflatun Kilisesi diye anılan yapı olmalıdır. Konya'da sur içinde gelişen şehir şartlarına uygun olarak, kaledeki şehrin yeni semtlerine, ayrıca bir yeni camii, Alaeddin Camii yapılmıştır. Ancak 1221'deki yeni düzenlemeden önce dahi, surların dışındaki iskân yerin uygun bir yerinde, muhtemelen İplikçi Camii veya yerindeki mabed, yapılmış olmalıdır.

1221'de Konya şehrinin surları genişletilmiş, yenilenmiş idi ve sonrasında da bir cami daha sur içindeki alanda yapılmıştır (Kadı İzzeddin Camii), sur kapılarının dışında ise Larende Kapısı dışındaki Sahip Ata Camii'ni unutmamak gerekir. Aksaray Kapısı dışındaki cami, sonradan kapı içine alınmış, fakat ismi Kapı Camii olarak, sözünü ettiğimiz genel çizgiye tam olarak uymuştur.

Konya'nın, Selçuklu Devleti'nin paytahtı olmaktan çıkması, sur dışındaki alanlardaki nüfusun azalmasına yol açmıştır. Larende Kapısı dışındaki büyük cami bu sırada harab olmuş, yenisi küçültülerek yapılmıştır. İşte bu yeni dönemde, Alaeddin Camii, daha da genişletilmiş ve büyütülmüştür.

C. Kayseri ve Sivas

Bu iki şehir de Türkiye Selçuklularının paytahtlarından sayılabilir ve bunlardaki durum da Konya gibi, birkaç yönlüdür. Kayseri'deki Ulucami, kalenin içindeki genişletilmiş kale camiini göstermektedir. Buna karşılık sur dışında XIII. yüzyılda artmış olan iskânın gösterdiği yeni dönemi yansıtan camii, Hunat külliyesindeki camidir. Hatta "cami", surların içindeki Ulucamii olduğundan bir dönem için "mescid" olarak kabul edilmiş idi (H. Edhem, Kayseriye Şehri, Mebani-i İslamiye ve Kitabeleri, İstanbul 1334).

Sivas'a gelince orada da hem kale camii, hem de Ulucami, sözünü ettiğimiz şemaya tam olarak uymaktadır. Tepe üzerindeki kale içindeki cami günümüze kadar gelmemiştir. Ancak tepenin kuzeyinde sur dışındaki gelişen semte yapılan Ulucami XII-XIII. yüzyıl özelliklerini tam olarak yansıtmaktadır. Bu camiye, XV. yy. başlarında bir sergerdenin sığındığını M. Neşri'de naklen yukarda belirtmiş idik.
Türkiye Selçuklularının, Danişmentlilerden devraldıkları en namlı şehirlerden birisi kastra özellikleriyle de dikkati çeken Niksar'dır. Kaledeki Fetih Camii yanında, surlarının dışındaki Ulucamii, hemen bütün Selçuklu şehirlerindeki görünüşün en açık ve yalın misalidir.

Öteki Selçuklu şehirlerini, Ulucami özellikleriyle birlikte de tek tek söz konusu etmeyip saymakla yetineceğiz: Honaz, Homa, Uluborlu, Sivrihisar, Kütahya, Ermenek, Ereğli, Kastamonu, Çankırı, İskilip, Turhal, Zile, Amasya, Kalehisar (Karahisar-ı Demürlü), Kalecik, Tokat, Develi, Niğde, Divriği, Bayburt, İspir, Erzurum, Siirt, Silvan, Mardin, Urfa, Antep,Van ve Harput Ulucamileri sözünü ettiğimiz özellikleri aynen göstermektedirler.

Ulucamilerin de, kale camilerinin kiliseden bozulmuş olma özelliklerinin bir uzantısı olarak, kimi yerde eski bir mabedden çevrildiğine dair rivayetlere rastlandığını belirtmiş idik. Bunlar kesinlikle doğru değildir. Mesela Maraş Ulucamii'nin de, nedense bir Hıristiyan yapısından değiştirildiği söyleniyor. Oysa kale eteğinde bulunan ve öteki ulucamilerle aynı özellikler taşıyan bu camiin, Türk devrinde yapılması çok daha olağan bir gerçektir (Dr. M. Z. Bayburtluoğlu, "Kahramanmaraş'da bir grup Dulkadırlı Yapısı", Vakıflar Dergisi, X, 1973, s. 234-250).
8. Beylik Devri Şehirleri

A. Bursa Şehri

Bursa Kalesi, Beylikler Devri'nin şartlarına göre yorumlanabilecekse de, Selçuklu Devri'nin özellikleri burada da tam olarak kendisini göstermektedir. Çok büyük olmayan Kale Osman Gazi tarafından kuşatılıp, Orhan Gazi tarafından alınmıştı. Orada ilk olarak bir kilise camiye çevrilmiş, uzun bir süre bu cami kullanılmıştır. Şehrin batı ve daha çok doğu yönündeki yeni iskân gelişmeleri sonrasında yeni mahalleler ortaya çıkmıştır. Neticede XIV. yüzyıl sonlarında Yıldırım Bayezid, bu yeni iskân sahasında kale kapısına uzak olmayan bir yerde Ulucamii inşa ettirmiştir. Dolayısıyla Bursa Ulucamii de kale, kale kapısı, büyüklük ve öteki özellikleri ile, yukardan beri sözünü ettiğimiz genel şemanın tam içinde yer almaktadır.

Bursa'nın kale içinden taşması sırasında, doğu yakasındaki fizikî engeller, akan çay, gelişmeyi bir süre engellemiş idi. Çayın öte yakasındaki ilk yerleşmeler dolayısıyla, Şehre-küstü adı XV. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Fizikî şartları içinde gelişmesini bütünleyen şehirlerin, bu sınırların dışına taşmasını gösteren bu Şehre-küstü adı, sonraki yıl ve yüzyıllarda, bütün Osmanlı ülkesinde görülecektir.

Batı Anadolu'nun antik özellikleri güçlü şehirlerinde de aynı plan düzeni görülür. Selçuk/Ayasuluğ'da, kale camii yanında İsa Bey'in inşa ettirdiği Ulucamii, ana girişin fazla uzağında değildir (Şimdiki giriş, sonradan açılmıştır). Kale surlarının dışındaki yeni Türk yerleşmesinin büyüklüğü, İsabey Camii'nin büyüklüğü ile açıkça anlaşılıyor. Menteşeoğullarının namlı şehri, Balat'ta (Miletos) da tiyatronun üzerindeki Bizans kalesinin içindeki cami kaybolmuş gibidir ama, hemen yakınında ve muhtemelen kapısıyla ilgili bir yerde cami harabesi (Kırk Merdiven) vardır. İlyas Beğ Camii, daha geç bir tarihte inşa edilmiş olup, bu ayrı bir özellik gösteriyor. Beçin'deki durum da cami ile kale ilişkisini açık olarak gösterir. Birgi ve Tire'deki şehir gelişmeleri de en açık şekilde Ulucamiilerin yerlerinden anlaşılmaktadır. Mesela Tire'deki Ulucamii, daha kalabalık bir iskana hitap edecek şekilde düzlükte yapılmıştır. Bergama'da da Ulucamii, şehrin aşağısında, Bergama çayının hemen sol kenarındadır.

Anadolu'daki Türk iskanının hem de şehirlerdeki en belirleyici unsurlarından birisi Ulucamiilerdir. Çünkü gerek yerleri, gerekse büyüklükleri ile Türk mahallelerinin ortasında yapıldıklarından bunlara göre bazı neticelere ulaşmak imkanı vardır. Hele inşa tarihleri belli ise, zamanlarıyla ilgili daha kesin hükümler verilebilir. Anadolu sahasındaki şehirleşme hareketinin, zaman zaman hızlanıp, bazı zamanlarda gerilemiş olmasından dolayı (XIV. yüzyılda olduğu gibi) Ulucamilerin durumlarında bazı değişiklikler olmuştur. Bunların gerek yapı, gerekse doğrudan cami/mescid özelliklerine bağlı değişmeleri, bazı şehirlerde dikkate değer gelişmeler göstermiştir. Bunların, iskan yerlerine bağlı olan gelişmeleri, ayrıca ve ayrıntılı olarak ele alınabilecek değerdedir. Şimdilik, Ankara Kalesi'ndeki Alaeddin Camii'nin girişindeki kitabelerdeki farklılığı hatırlatmakla yetiniyoruz.
Ulucami, veya sadece camilerin bilinmesi, yer ve büyüklükleriyle tesbiti, XII-XV. yüzyıllar arasının sınırlı bilgi imkanlarına yenilerini katabilecektir. Sözlerimizi devrimizin ilk büyük Selçuklu tarihi araştırıcısı rahmetli Prof. Mükrimin Halil Yinanç'ın şu sözleriyle noktalayalım:

"Yeni Müslüman fatihler, fethi takib eden yıllarda henüz cami inşa edemediklerinden dolayı bir müddet Hıristiyan mabedlerini İslam mabedlerine çevirerek onlardan istiafede etmişlerdir. Fakat bilahare yavaş yavaş kendileri cami inşa ederek çok zaman geçmeden yeni fethedilen bu kıtayı, tam manası ile bir İslam diyarı haline getirmişlerdir" (Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, I, Anadolu'nun Fethi, İstanbul l944, s. 181-182)

Sosyal Hayat

A. Eğitim

İslam dünyasının geneline bakıldığında, Tebriz veya Şam'a göre yeni açılmış ve İslamiyet'e kazandırılmış olan Rum diyarı, oldukça geri durumda bulunuyordu. Hatta Rum'un cehaletiyle meşhur olduğu dahi söyleniyordu. Elbette nihayet birkaç on senelik, belki de bir 50-60 senedir İslam diyarı olan bu ülkedeki eğitim, öteki ülkeler düzeyinde değildi.

Gerek ilk Beylikler Devri'nde, gerekse sonraki birliği, yani Türkiye Selçukluları Dönemi'nde eğitimi, iki kademeli olarak ele almak gerekir.

1. Temel eğitim,
2. İhtisas=meslek eğitimi.


1. Temel Eğitim

Temel eğitim, bir yandan İslâmiyet'ten, öte yandan da İç Asya Türk eğitim geleneklerinden etkilenmiştir. Selçuklu ülkesinde, özellikle kalelerde yerleşen Türkler arasında mekteplerin, XII. yüzyıldan itibaren var olduğunu kesinlikle biliyoruz. Mektep, temel İslamî eğitimi, insana gerekli öteki bilgilerin verildiği bir kurum olarak 5 yaşında başlar ve 9-10 yaşlarına kadar devam ederdi. Sivas şehrinde varlığını kesinlikle bildiğimiz bu eğitim kurumunun, öteki merkezlerde de bulunduğu muhakkaktır. Çünkü Selçuklu Devri'nin sonlarında oluşan duruma göre, özellikle şehirlerde mevcud olan mahallenin iki temel kurumu, mescid ve mekteptir. Mescidde imamlık eden kişi, aynı zamanda mektepde de muallimlik edebiliyordu.

XIII. yüzyıl ortalarında Konya'ya gelmiş olan Şems-i Tebrizî' bir süre Erzincan'da mektep muallimliği yapmış idi.

Şehir ve kalelerde çözülmüş olan temel eğitim, kırsal alanlarda da göz önüne alınmıştır. Ancak orada eğitim, daha ziyade ezbere dayanıyor, bilgiler sözlü olarak aktarılıyordu. Türk hayatının yaylak ve kışlakta devam etmesi sebebiyle, her iki alanda da temel eğitim kurumları devam edebiliyordu.

2. İhtisas=Meslek Eğitimi

Selçuklu ülkesinde ihtisas eğitimin de iki ana kaynağı vardır. İslam aleminin eğitim mirası ile Asya Türk gelenekleri. Bu arada meslek eğitiminin temel kurumu olarak "medrese"yi biliyoruz. Medrese, gerek kuruluş, gerekse yapı olarak özellikle XII. yüzyıldan itibaren Diyar-ı Rum şehirlerinde görünmektedir.

Meslek eğitiminin en başında, insan hayatı için gerekli olan tıb=hekimlik eğitimi gelmektedir. Her şehirde ve iskân yerinde bulunan Darüş-şifalara hekim yetiştiren bu medreseler, genellikle yanyana iki yapıdan oluşuyordu. Dershane kesimi ve hastane kesimi. Kayseri'de Gevher-Nesibe Hatun'un XIII. yüzyıl başlarında yaptırdığı Darüşşifa, çok yönlü özellikle bu türün en çarpıcı ve güzel örneği sayılabilir. Bir kısım darüşşifalar, sağlam yapıları ile şehir surlarının dışında yapılıyordu. Böylece oradan sadece şehirlerdeki insanlar değil, hemen herkes yararlanabiliyordu.
Darüşşifalar, eğitim kuruluşu olarak önemli olduğu gibi, doğrudan bir sağlık tesisi olarak da önemli idiler.

Gökyüzü incelemeleri yapan yüksek eğitim kurumları, özel yapı ve tertibatları ile dikkati çeker. Selçuklu çağında bazı medreseler bu amaca uygun olarak inşa edildiklerinden bunlarda astronomi, matematik ve fizik bilimlerinin de okutulduğu anlaşılıyor. Mühendislik türünden bazı eğitim kuruluşlarının Artuklu ülkesinde bulunduğunu sanıyoruz; fakat bu türden mesleklerin eğitimi hakkında yeterli bilgilerimiz yoktur.

Dini etkili eğitim kuruluşları daha etkili ve yaygındır. Kimi zaman Dâr'ül-hadis veya Dâr'ül-kura diye anılsalar da medreseler, sonraki zamanlarda yanlışlıkla tamamen dinî eğitim veren kurumlar olarak algılanmış idiler.

Medreselerde eğitimi en yüksek dereceli görevli olarak "müderris" verirdi. Bunun yardımcıları "muid"ler olup, ayrıca öteki hizmetliler de medrese kadrosunu oluştururdu. Medreselerle ilgili vakıflar dolayısıyla özellikle XIII-IV. yüzyıl medreselerinin işleyişi ile ilgili bilgilerimiz çoktur.

Medresede eğitim dili Arapça idi. Bununla birlikte Beylikler Devri'nde Türkçe yazılmış tıp kitapları ile kuran çeviri ve tefsirleri sebebiyle, Türkçenin belirli bir önem kazandığını tahmin edebiliyoruz. Bununla birlikte, ülkenin Konya, Kayseri, Diyarbekir veya Niksar gibi önemli kültür merkezlerinde eğitim dili muhtemelen her zaman Arapça olmuştur.

B. Eğlence, Spor ve Diğerleri

Şehire dayalı hayatın ortaya çıkardığı bir sonuç, eğlence ve idman=spor hareketleridir. Şehirlerin içinde oldukça sıkışık durumda bulunulduğundan, şehrin kenarında, ona bitişik ve surun bir kapısının açıldığı uygun bir çimenlik, doğrudan bu amaca tahsis ediliyordu. Üzeri her zaman tertemiz yemyeşil çimenlerle kaplı olduğundan Gök-meydan diye anılan bu yerler, şehirlerin en önemli sosyal kurumu kabul edilebilir.

Buralarda halk topluca Bayram namazlarını kılabilir, hemen bütün şehir halkı bir araya gelebilirdi. Bayram sonrasındaki şenlikler de burada icra edilirdi. Şehir ve yöre halkını yakından ilgilendiren her türlü gösteri de burada yapılırdı. Konya gibi taht merkezi şehirlerde, tahta geçme cülus tören ve şenlikleri buralarda icra edilirdi. Öteki şehirlerde de her türlü şenlikler (donanma) buralarda yapılırdı. Bu arada toplumun görmesi gereken cezalandırmalar da burada icra edilirdi.

Gök-meydanlar, aynı zamanda birer idman=spor yeri idiler. Burada at koşuları yapılır, güreşler olur, ok atılır, kısacası hemen bütün idman=sporlar icra edilebilirdi.

Gök-meydanlar çok yönlü özellikleri ile Selçuklu çağının, daha doğrusu XII-XV. yüzyıllar arasının en önemli sosyal kurumları olmuşlardır.

Sonraları bunların üzerini kısmen mezarlık (Konyadaki Meydan Mezarlığı) kaplamış, başka yapılar da (cami gibi, Sivas'taki Meydan Camii gibi) yapılmıştır.

Bazı meslektaşlarımız şehrin temel kurumu olarak câmii almakta iseler, camiye şehrin sadece Müslüman ahalisi gelir. Oysa Gök-meydana şehrin bütün sâkinleri katılabilirdi. Ancak bu konuda yine de dikkatli olunmuştur.
Sosyal yardımlaşma gerçeği ve buna bağlı kurumlar, hem kırsal alanlarda, hem de özellikle şehirlerde mevcud idiler. Sonradan "imâret" adını alacak olan yapıların ilk örnekleri bu dönemde görülür.

C. Türklerin Yerli Halk ileİ lişkileri

Bir varsayım, Türkler bu diyara geldiklerinde sayılarının az, buna karşılık eskilerin oldukça etkin, kalabalık ve ülkenin de mamur olduğu yolundadır. Böyle olunca, sonradan bu ülkede kalabalıklaşan Türklerin, vaktiyle sayıca az gelenlerden çok yerli halkın Müslüman olması ile ortaya çıktığı da ileri sürülür.

Bu türden sözler, kimi zaman mesela Mevlana C. Rumî ile ilgili rivayetlerde abartılarak ifade edilir. Güya Mevlana binlerce gayrimüslimin Müslüman olmasına imkân vermiş. Burada asıl belirtmek istediğimiz husus, eskiler ile yeniler arasında ilişkilerin yumuşak ve hoşgörü içinde var olmasıdır.

XI. ve sonraki yüzyıllarda Türklerin dahil olduğu fikir ve kültür kümesi ötekilere göre üstündü. Onların hem manevî hem de maddî üstünlükleri vardı. Buradaki maddî üstünlükden kastım, geçim imânlarının çok daha iyi olması yolundadır. Gerçekten de XIX. yüzyıla kadar Türk ülkesinde geçim, karnını doyurma ve para kazanma imkânı dünyanın öteki köşelerinden daha etkiliydi, veya hiç olmazsa alt düzeyde değildi.

XI ve XII. yüzyıllarda da maddî ve manevî olarak üstün durumda olanlar Türklerdir. Türklere doğru bir yöneliş vardır, fakat bunun büyük kitleler halinde oluştuğuna dair kaynaklardaki bilgiler, dinî olanlar dışında genellikle abartılmıştır.

Şehirlerde (=kalelerde) ve kırsal alanlarda eskiler ve yeni gelenler yüzyıllarca yanyana yaşayabilmişlerdir. Bunların içinde din, eğer raiyet olup cizye vermeyi kabul ederse, hiçbir problem teşkil etmemiş, varlığını devam ettirmiştir. Burada dikkati çeken, onların varlıklarının aynen devamıdır; onların gelişme, genişmeye ve büyüme yolları sınırlıdır. Kale ve şehirlerdeki iskân sahaları belirgindir ve bunun içinde kaç hane iseler o şekilde devam edip gelirler. Böylece, sonradan bir kısım Ermenilerde abartılı olarak ifade edildiği gibi, evleri birkaç kat olabilmiştir. Ancak onların buna rağmen, doğrudan büyük kitleler halinde Müslüman oldukları bilinmiyor.

Bu arada dikkati çeken ve gerçekmiş kabul edilen bir diğer husus, Türklerin bu ülkeye bekâr ve yalın askerler olarak gelmiş olduklarıdır. Böylece tek ve bekar gelen bu askerler, bu ülkenin yerli kadınlarıyla evlenerek yeni bir insan kümesi meydana gelmiş olabilirdi. Öncelikle şunu belirtelim ki Türk seferlerinde, askerlerin, yalın veya tek olarak değil, aileleri ile birlikte gelmiş oldukları gerçeğidir. Türkler büyük seferlerine aileleri, hanımlar zile katılırlardı.

İkinci husus, Türklerin sayıca az olmaları ile ilgilidir. Türkler ilk fetih hareketi sırasında sayıca kalabalık olmayabilirler. Fakat, Rum diyarının açılması ile ilgili olarak hem Türk ellerinde hem de İslam dünyasında öylesine etkili bir haya ve haber yayılmıştır ki insanlar akın akın buraya koşup gelmişlerdir. Özellikle buralarda "garib"lerin, yalnızların ve tek başına yaşayanların büyük ve yeni imkânlara kavuşması, hepsinden önemlisi onların karınlarını rahatlıkla doyurabilmeleri sebebiyle, doğudan Asya içlerinden bu diyara insan akını sonraki zamanlarda da devam etmiştir.

Türklerin durmaksızın akını ile bu ülkelerin insan unsuru her geçen gün Türklerin lehine artmıştır. Zaten bilinen kesin göstergeler bunu açıkça göstermektedir.
Türklerin hem kırsal alanları, hem de şehirleri doldurmasıyla, ortaya yepyeni bir görünüş çıkmıştır. Bu görünüş, ülkenin isminin bazı Avrupalılar tarafından Türkia olarak söylenmesine yol açmıştır.

Sonuç olarak Türkler bu ülkeye geldiklerinde, Diyar-ı Rum'un kalabalık ve mamur olmadığı bir gerçektir. İkincisi Türkler bu ülkeye önceleri toptan büyük kitleler halinde değil, fakat sonraki yıllarda da devamlı olarak geldiklerinden kısa bir süre sonrasında hemen bütün ülke sathında genellikle üstün duruma gelmişlerdir.

D. Dinî Hayat

Gelenler Müslüman olmakla birlikte, önemli bir kısmı bu dini yeni kabul ettiklerinden Müslümanlıkları o kadar etkili değildir. Bunun izlerini sonraki yüzyıllarda da görüyoruz. Suluca Karahöyük civarındaki Kayı köyünde oturan Yunus-ı Mukri bir başka işe gittiği için bulunmayınca, bir ölü birkaç gün bekletilmiş idi.

İlk yüzyılın asker özellikli kişileri bir zaman sonra, İran ve öteki İslam diyarlarından gelenler tarafından eğitileceklerdir. Medreselerin kısa bir süre içinde artmasının sebeplerinden birisi ülkedeki eğitimli insan eksikliği olsa gerektir. Böylece dinî hayat daha sağlam esaslara bağlanmış olmaktadır.

Ülkeyi yönetenler, özellikle köylerde ve kırsal kesimlerdeki imam ve hatiplerin çoğalmasını sağlamak üzere bazı tedbirler de alıyorlardı. Mesela köy ve öteki boyların imamlarına bazı vergi kolaylıkları sağlanmış idi. Böylece dinî hayat ile ilgili ihtiyaçların karşılanması teşvik ediliyordu.

Mescid, şehirlerde mahalleyi belirleyen en önemli kuruluş idi. Aynı zamanda hem yaylak hem de kışlak alanında bulunabiliyordu. Kışlaklarda yapılan mescidler öteki köy evlerine göre daha sağlam yapılıyordu.

Camiler, Cuma namazının kılındığı, aynı zamanda civardaki Türk-Müslüman halkın bir araya geldiği önemli mekanlardır. Bu sebeple camilerin dinî hayat kadar sosyal yönü ile de önemlidirler. Camiin yanında aynı zamanda bir pazar da kurulabilir, Cuma'ya gelenler ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi.

Cuma mescidleri, günümüz Türkçesi ile camiler, yukarda şehirlerin gelişmelerini açıklarken ayrıntılı olarak verdiğimiz gibi, Türk devrinin en önemli imar hareketi sayılabilir. Böylece Bizans şehirleri, doğrudan kesin bir Türk çehresi de almış oluyorlardı. Aynı zamanda bu camiler, halk için önemli bir toplanma, bir araya gelme, birbirlerinin meselelerini tanıma ve çözüm yolları üretme çabalarının görüldüğü yerlerdir.

Merkezî büyük köylerdeki mescidlerde de cuma namazı kılınabiliyordu. Cami Cuma namazı kılınan yer olarak bilinir. Her köy mescidinde Cuma namazı kılınmaz ve bu sebeple Anadolu köylerinden Camili adını taşıyanlar hâlâ da çoktur.

Ekonomik Hayat

1. Toplayıcık ve Avcılık

Bu kesimde, bir sosyal tarihçi olarak ekonomik hayatı, ekonomi biliminin bir parçası olarak değil, fakat doğrudan Türk insanının geçimini sağlayan bir olay olarak söz konusu edeceğiz. Türk insanının karnını doyuran, yaşamasını sağlayacak bütün ihtiyaçlarının karşılanması, bize kalırsa ekonomik faaliyetler içinde ele alınabilir. Bunun en başında yiyecek ihtiyacının karşılanması gelmektedir. Bunun hemen ardından barınma ve korunma ile ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi vardır. Bunlar birkaç yönlü faaliyet cümlesinden ele alınabilir.
Bize kalırsa burada, ekonomik hayatı kendi içinde bazı kümelere ayırabiliriz. İlk olarak mesela gıda ihtiyaçlarını doğrudan kendileri üretim yaparak karşılayanlar vardır. Bir de bunları satın alarak karşılayanlar vardır. Satın alma için ya para, yahut da mübâdele için bir başka mal=ürün veya eşya gerekir. Para ile karşılayanlar, bir çeşit dirlik, yani gelir sahipleri olup, bunlar da kendi içinde birkaç kümeye ayrılabilir:

1. Yöneticiler, Bey, Han, Sultan ve maiyeti. Bunlara kadı başta olmak üzere adalet ve öteki görevliler de katılabilir.

2. Eğitim işleriyle meşgul olanlar; Talebeler ve diğerleri.

3. Askerler.

4. Diğerleri.

Şüphesiz bu kesimin ekonomik faaliyet olarak doğrudan bir etkileri yoktur. Bunlar iskân yerlerinin "şehir" sayılıp sayılmadığını gösterirler. Aile geçimini, yukarda da dediğimiz gibi, müşterek çalışarak sağlardı. Şehirlerde kadınların çalışma hayatı daha sınırlıdır. Devlet görevlileri, belirli bir gelir kaynağına, yani iktaa sahip, olabilirdi. İkta, belirli bir vergi geliri demek olup, Türk hayatında 1830'lara kadar devam edecektir. Burada söz konusu olan, bir yerin, köyün veya şehrin sadece vergi gelirleridir; yoksa öteki Türk toplumlarında ve devletlerinde olduğu gibi, Selçuklularda toprağa bağlı bir insan kitlesinin alınıp-satılması asla söz konusu değildir. Zaten milk, ancak emekle kazanılan ev veya bağlar, meyvelikler için geçerlidir. İnsanların, çalışarak karınlarını doyurabilecekleri bir düzen esas idi. Çalışamıyacak duruma gelenlere, ya sultan tarafından gelir tahsis edilir, ya da sosyal yardım kurumlarında karnını doyurabilirdi. Sonradan ortaya çıkan "Türk ülkesinde açlıktan kimse ölmez" sözü bu devirde şekillenmeye başlamıştır.

Buna karşılık, toplumda asıl büyük kitleyi bir şekilde "üretim" yapanlar teşkil etmektedir. "Üretim", bütün Türk hayatının olduğu gibi, XI-XIV. yüzyıllar Rum diyarı=Anadolu insanının temel meşgalesidir.

Türklerin bu ülkeye ilk olarak asker olarak geldikleri, bir zaman için savaş şartları sebebiyle, herşeylerini yanlarında getirmiş olabileceklerini düşünmek gerekir. Savaş şartlarında, insanlar her zaman başarılı ve dolayısıyla her zaman ganimet almayabilirler. Bu sebepledir ki Türkler de belirli bir zaman kendi yağlarıyla kavrulmasını da bilmişlerdir.

Bir zaman için, Fetih hareketinin başarılı geçtiğini, Türklerin eline birçok ganimet (meşru savaş kazancı) geçtiğini var sayalım. Böyle bir durumda Türkler yine de, bir kısım yurtlarını zorla ellerinden aldıkları orasının eski sâkinlerinin bir tür boykotu ile karşılaşmış olabilirler. Gerçi ekonomik hayatta, bu türden boykotların yerini, daha çok kazanç hırsı da alabilmektedir. Her iki şartta da ülkeye yeni gelen Türklerin, doğrudan yerli Hıristiyan tacirlere bağlı olmayan, gerektiğinde onlarsız da devam edebilecek bir hayatı tasarlamış oldukları şüphesizdir. Zaten sonraki zamanlardaki bazı kayıtlar bu türden düşüncemizin esasıdır.

Türk insanının temel ihtiyacı gıda=yiyecektir. Savaş ve askerî malzeme konusunda ise, yerli Hıristiyan halkın herhangi bir katkısı söz konusu bile olamaz. Bu ülkeye gelen Türkler özellikle bu konuda, muhakkak ki gerekli tedbirlerini almışlardır. Kısacası savaş malzemesi konusunda hiç de eski Hıristiyan tacirlere bel bağlamamışlardır. Onlar hem gıda, hem de askerî malzeme konusunda kendi teşkilatlarını da beraberlerinde getirmişlerdir.
1071'i takip eden ilk yüz yıl içinde Türk komutanlarının ve Türk askerî yetkililerinin bütün her türlü düşmanlığa karşı hazırlıklı oldukları muhakkaktır. Bu sebeple diyebiliriz ki, Türkler bu ülkeye geldiklerinde, burada kendisine mahsus bir iktisadî hayat elbette vardı. Ancak bu ülkeye yeni gelmiş olan Türklerin, bu eski hayata katılması zaman almıştır.

a. Toplayıcılık: Türk ailesi geçimini, öncelikle tabiatta mevcud olanlardan, her mevsimde yetişenlerden toplayarak sağlardı. Yenebilir otlar, mantarlar ve meyveler toplanıp yenebilirdi. Bunun için de ailenin tamamının ortak bir çalışma içinde olduğu görülür. Yiyecekler kadar, pazarda satılabilecek maddeler de toplanarak pazara götürülür, ihtiyaç maddeleri ile değiştirilirdi.

b. Avcılık: Türk insanının geçimini sağlayan en önemli hususlardan birisidir. Sadece yenebilir av hayvanları değil, yine satılmak üzere de avcılık yapılırdı. Derisi, kürkü ve diğer hususlarda kurt, tilki gibi hayvanlar avlanırdı. Mevlana çağında, bir köylü avladığı tilki derisini Konya sokaklarında satmış idi.

İç Asya'dan getirilen avcılık usulleri bu devirde de geçerlidir. Köpekle avcılık, geyik, ceylan, tavşan, tilki gibi kaçanların avcılığında yaygındır. Uçanların, yani kuşların avcılığında, eğitilen bir başka kuş yardımcı olabilir. Kaz, ördek, keklik, toy gibi eti yenebilir kuşlar en çok avlanmakta idi. Tatlı sularda yaşayan balık avcılığı İç Asya ırmak ve göllerinden gelen bir alışkanlık olarak oldukça yaygındır. Türkler ancak, uzun süreli olarak XIII. yüzyıl başlarında Akdeniz ve Karadeniz'e çıktıktan sonra tuzlu su balıkları ile temas etmişlerdir. Bu sebeple olsa gerek tatlı su balıkları genellikle Türkçe adlar taşırken (Alabalık-sazan balığı) tuzlu su balık isimleri İtalyanca veya Rumca kökenlidir.

Avcılık, aynı zamanda dikkate değer bir idman=spor etkinliğidir. Bununla birlikte avcılık, XI-XV. yüzyıllarda, muhtemelen %20 kadar bir ekonomik değere sahip idi. Akşehir ve Konya gibi şehirlerde daha XIII ve XIV. yüzyıllarda varlıklarını kesinlikle bildiğimiz balık pazarları, bu açıdan dikkati çekmektedir.

Türk tarihinde, Türk insanının hâkim ekonomik faaliyeti, geçim kaynağı üretime dayanmakta idi. Öteki geçim kaynakları, toplayıcılık, avcılık ve belki akla gelebilen "yağmacılık" çok daha az öneme sahiptirler.

Üretim, çok yönlü özelliği ile dikkati çeker. Üç ana kısma ayırabiliriz:

a. Hayvansal üretim,

b. Zirai üretim.

c. Sanayi, yani kullanılabilir eşya üretimi. Bunlara, konuyla ilgili öteki hususları da ekleyebiliriz.

2. Hayvansal Üretim

Türk hayatının geçmiş bin yıllarda etkin olarak hayvancılığa dayalı olduğu söylenir. Böyle olunca hayvancılık, Türk ekonomisinin de temeli sayılabilir. Gerçi Çin kaynaklarında Türklerin hayvanlarını takib ederek otlaktan otlağa göçtükleri ve bu sebeple göçebe oldukları belirtiliyordu. Oysa burada sözü edilen hayvancılıkta mevzu bahis olan, belirli bir çevre içindeki otlaklardaki göç hareketidir. Bizim yaygın olarak kullandığımız veçhile mevsimlik hayattır. Yani kış mevsiminde belirli bir yerde (kışlak), yaz mevsiminde de yine belirli bir yerde (yaylak) olmak. Bu, her sene aynı yerlere gidilerek uygulandığından buradaki göçebelik, doğrudan ekonomik hayatın bir gerekliliğidir.
Türkler Ön Asya ve Rum diyarına kendi geçim imkânları ile birlikte gelmişlerdir. Böylece hayvan beslemek, hem hayvanlarını hem de hayvansal ürünlerini pazara arz ederek öteki ihtiyaçlarını karşılamak onların temel ekonomik meşgalesi olmuştur.

Selçuklu Dönemi'nde özellikle kırsal alanlarda hayvancılık hakim bir ekonomik meşgale idi. Erken devirlerde bunların ayrıntılarını bilemiyorsak da, XIII. yüzyıl sonlarına ait kayıtlar bize önemli ipuçları veriyor. Osman Gazi, Söğüt-Bilecik dolaylarında iken, yaylaya çıktığında ağırlıklarını Bilecik tekfuruna emanet bırakıyor, yayla dönüşünde ona "yağ, peynir, kuzu ve halı-kilim" armağan edermiş (Aşıkpaşazade, Atsız). Yağ ve peynir, hayvanların sütünden elde edilir, koyunların yününden halı-kilim dokunur veya kuzu doğrudan bir "değer" olabilir.

Hayvancılık aslında çok yönlü nimetleri olan bir meşgaledir. Yukarda da dediğimiz gibi, et ve sütü, diğer türevleriyle birlikte insanların en önemli besinidir. Derisinden insan giyimi için pek çok yararlı eşya yapılabilir. Yünü, boynuz kemikleri, hatta aşık kemiği dahi yararlı olmaktadır. Bu üretim insanın gıda ve eşya ihtiyaçlarının pek çoğunu karşılıyordu. İnsanın en temel gıda ihtiyacı karşılandıktan sonra, Türk toplumunun öteki komşularına göre üstün durumda sayılması da olağandır.

Hayvan besleyiciliğin en önemli üretimi at sayılabilir. At, İslamiyet'ten önce yiyecek olarak da yaygın ise de Türklerin yeni ülkelerinde yenmiyordu. At, insana çok yönlü yararları olan bir hayvan olup, sütünden kımız da yapılabiliyor, ayrıca taşımacılık ve en önemlisi askerî yönü ile de dikkati çekiyordu. At yanında "deve" beslemek de, Anadolu sahasında sadece Türklerin uğraştığı bir meşgale idi. Koyun yiyecek olarak çok önemli idi. Dana, sığır eti sadece ziyafetlerde yeniyordu.

Daha eski dönemlerde sadece zenginlerin ekmek yiyebildiği, fakir sadece et yediği bir gelenekte hayvan beslemek, Diyar-ı Rum Türklerinin en başta gelen ekonomik faaliyetidir. Sadece ete dayalı üretim yanında, yiyeceklere yeşillik eklenmesi, çevredeki yenebilir otlarla sağlanıyordu. At aynı zamanda komşu ülkelere de satılabiliyordu.

3. Ziraat

Ziraatın doğrudan bir ekonomik faaliyet olarak 1071 öncesi Türk hayatında etkili bir yeri yoktur. Ancak, Türk ile özdeş gibi olan atın en önemli yiyeceği arpayı yetiştirmek için ziraat gerekli idi. Bu arada, Oğuzların vaktiyle yaşadığı bataklık sahalarda bol miktarda ürettikleri darıyı (mısır değil) da belirtmemiz gerekir. Darının (=Tarı) esası olan "tar", tarıkmak (ziraat yapmak), tarıglag>tarla (ziraat yapılan alan) gibi kelimelerin de köküdür.

Türkler Diyar-ı Rum'da yerli halkın yaptığı ziraata, bir süre sonra tam olarak katılmışlardır. Kendileri, yukarda kısmen belirttiğimiz gibi zaten ziraata yabancı değil idiler. Arpa başta olmak üzere buğday, çavdar ve burçak en çok ekilip biçilen ürünlerdi.

XII-XIII. yüzyıllarda ziraat yapılmakla birlikte, Türkler arasında hayvancılık daha etkin bir konumda bulunuyordu. Ziraaî mahsullerin daha verimli olması için ayrıca gübre ve sulama da önemlidir. İç Asya'dan bildikleri sulama tesisleri yapmak sanatını yeni yurtlarına da getirmişlerdir. Mesela "Beğ-arkı" ile "Hatun-arkı", Erzincan yöresindeki iki önemi sulama kalanıdır.

4. İmalat

Üretimin bu şeklini iki alt bölüme ayıracağız.

a. Hammadde üretimi yapılması,
b. Kullanılabilir eşya üretimi yapılması.
Hammadde üretimi, doğrudan mamul eşya değil, mamul eşya yapımı için gerekli olanları üretmektir. Bunlar genellikle taşrada, maden veya enerji yataklarına yakın yerlerde üretilirken, ikinci altkümedeki üretim şehirlerde yapılırdı.

Bu tür üretimin en önemlisi madenlerden ****l, mesela yüksek fırınlarda demir üretmektir. Bakır, kurşun gibi madenlerin üretimi de bu arada sayılabilir. Selçuklu ülkesinde, Bizans döneminden kalan madenlerden ****l elde edilirdi. Bu tür madenlerde, gerek cevher çıkartmada, gerekse yüksek fırınlarda çalışmak, çok ağır ve zahmetli bir iş olduğundan bu tür hizmetlerde Türkler çalışmazlardı. Anadolu sahasındaki madenci kasabalarda yakın yüzyıllara kadar Rum veya Ermeni nüfusun, öteki yerlere göre fazla olmasının sebebi budur.

Gümüş üretilen yerlerde, aynı zamanda para=sikke de kesilirdi. Dolayısıyla "Maden" veya "Maden-şehir" oldukça çok raslanan, fakat kesinlikle hangi maden olduğu bilinmeyen isimlerdir.

Hububattan un, hayvan derilerinden gön veya meşin üretimi de bu kümeye girer.

Elde edilen demir veya bakırdan, insanların yararlanacağı eşya ve malzeme üretmekle, artık doğrudan sanayi=el sanatlarına girmekteyiz. Kök-Türklerin (Göktürkler) atalarının demirci olduğu kesinlikle bilindiğinden, Türklerin bu türden sanatları bilmediği söylenemez. Mevlana devrinde, Konya şehrindeki kuyumcular dahi Türk kökenli idiler (Selahaddin Zerkub). Böylece Türklerin İç Asya'dan getirdikleri sanatlarını yeni yurtlarında da icra ettiklerini görüyoruz.

Selçuklu Çağı şehirlerinde isimlerini bildiğimiz sanatkârların çoğunun Müslüman olması, daha bu yıllarda Selçuklu ülkesindeki eşya üretiminin durumunu açıkça gösterir. Zaten şehir sakinlerinin önemli bir kesimi esnaf ve sanatkâr idiler. Ancak şehirlerde kadınların çalışma hayatı daha sınırlırıdır.

Selçuklu şehirlerinde üretimin yapıldığı çarşılar, aynı adla anılıyordu. Etkilerini Osmanlı döneminde de devam ettiren bu isimler, çoğunlukla 32 meslek dalı olarak tanınmış ve bilinmişlerdir. Gıda ile ilgili olanlar yanında (ekmekçiler, aşçılar, helvacılar, kasaplar) insan, evi ve mesleği için gerekli eşyaların üretildiği dükkanlar da bir araya toplanmış idiler. En kalabalık küme bunlar olup aralarında bakırcılar, demirciler, terziler, bezzazlar, neccarlar, debbağlar, keçeçiler, kömürcüler, saraçlar, semerciler vb. bulunurdu.

Belirli türden üretim yapanlar aynı sokakta toplanıp, mamüllerini belirli bir kalite ve güzellikte çıkarmaya mecbur idiler. Bunun için de XIII. yüzyıl başlarından itibaren Ahi teşkilatı kurulmuş ve etkili olmaya başlamıştır. Bir tür meslekî dayanışma demek olan ahilik sonraki zamanlarda Selçuklu ve hatta Osmanlı iktisadî hayatıyla özdeş gibi sayılmış idi.

Üretim yapanlar, mamullerini kendi dükkanlarında satabildikleri gibi, satıcılara vererek pazarlarda da ihtiyaç sahiplerine arz ediyorlardı. Bununla ilgili olarak aşağıda ticaret kesiminde de biraz bilgi verilecektir.

Neticede Türk insanı, büyük ölçüde kendi ülkesinde üretilen eşyaları kullanmakta idi.

b.Ticaret

Ticaret, günümüzde olduğu gibi XI-XIV. yüzyıllarda ekonomik hayatın etkili ve önemli bir yönü idi. Türk göçer-evlilerinin kendi gıdalarını temin etmelerinde bir problem yoktur. Onlar en sade şekilde ev eşyalarını da yapabilirlerdi. Fakat bu konularda asıl önemli olan ülkedeki kale=şehirlerde, doğrudan sultan veya bey tarafından savunmak ve elde tutmak üzere yerleştirilen insanların gıda ve öteki ihtiyaçlarının temin etmektir.
Ülkedeki gıda üretimini göçer-evliler yapıyorlardı. En çok et ihtiyacı, dolayısıyla koyun gerekli idi. Onu da hayvancı Türkler şehir=kaleler etrafındaki yayla ve dağlarda besliyor, en kısa zamanda ihtiyaç sahiplerine arz ediliyordu. Bu sebeple şehir ile çevresi, birbirinden ayrılmaz şekilde birlik teşkil ediyorlardı. Hatta bu birlik, idârî teşkilat bakımından da önemli idi.

Şehirlilerin ekmek=hububat ihtiyacı, yöredeki ziraatçı köylerin vergi=öşür gelirleri tahsis edilerek gideriliyordu. Hemen belirtelim ki XI-XII. yüzyılda olması gereken bu durumu, biz daha geç tarihli durumlara kıyas ederek belirttik.

Giyim, eşya ve askerî malzeme ihtiyaçı icin de XI-XII. yüzyıllarda doğrudan bir Türk teşkilatı, iğdişlik etkili olmuş olmalıdır. "İğdiş"ler İç Asya'da XI. yüzyılda merkezin her türlü ihtiyacını karşılayan bir tür müteahhitlik teşkilatı olarak görülüyor. İğdişlik, Türkiye Selçukluların da, kaynaklara ancak XIII. yüzyılda yansımıştır. Ancak biz, bu teşkilatın, Selçuklu Devlet teşkilatıyla birlikte, İç Asya'dan Batı'ya da gelerek XII. yüzyıldan itibaren Rum diyarında da var olduğunu söyleyebiliriz.

İğdişler, hem kale-şehir halkının, hem de sultan başta olmak üzere yöneticilerin ihtiyaçlarını, ülke içi üretimden veya daha önemlisi, gerekiyorla uluslararası ticaret yaparak karşılıyorlardı. Gerçi gerek Büyük Selçuklular zamanında, gerekse İlhanlılar Devri'nde, Türkiye Selçuklu ülkesi, bir büyük devletin ancak batısında yer aldığından bu ticaret, dış ticaret dahi sayılmayabilir. Zaten kaynaklarda bu ticarete "uzun mesâfeli ticâret" diyenler de vardır ki çok büyük devletlerdeki ticareti böyle anlamak daha doğru olsa gerektir.

1. İç Ticaret:

a. Yıl-pazarı;

b. Altıay-ay pazarı?

c. Hafta pazarı.

d. Gün-pazarı= çarşı.

A. Kırsal Alanlardaki Ticaret

Kırsal alanlarda yaşıyan köy veya yarı-göçebe ve geçerlerin ihtiyaçları, "pazar"larda karşılanıyordu. Bu sahadaki pazarlar, yukarda sözünü ettiğimiz ilk üç tür pazarlardır.

A. Yıl-Pazarı

Senede belirli bir zamanda, ulaşım ve öteki imkânları elverişli bir yerde kurulan pazarlardır. Bunlar Bizans Dönemi'nde, kısmen dinî bir nitelik kazanmış bir halde "panayır" olarak da mevcut idi. Bu panayırların bazıları, senede iki defa, yapılabildiğinden, Yıl-pazarı yanında bir de "altı-ay pazarı" diye de bir başlık açtık.

Panayırlar, hayvansal veya zirâî üretimin elde edildiği dönemlerde ortaya çıkardı. Hayvansal üretimde bahar dönemi de söz konusu olabilmesine rağmen, genelde panayırlar asıl güz mevsiminde çok canlı ve hareketli olurdu. Kısmen panayırlardan etkilenen, fakat daha çok Selçuklu ülkesinin kendi iç hareketliliğinden kaynaklanan yıl-pazarları, ülke sathında yayılmış olmalıdır. Bunlar arasında, güneydeki İslam ülkelerine yakın bir yörede oluşan Yabanlu Pazarı (ayrıntı için bk. F. Sümer, Yabanlu Pazarı) çok önemli idi.
Büyük yayla kesimlerinde, yayla mevsiminin bitiminde oluşan pazarlar da, yıl-pazarı kümesinde düşünülebilir.

Yıl-pazarı, Selçuklu ülkesinin en önemli kırsal alan iktisadî hareketidir. Ülke içindeki ticaret kervanları dahi, hareketlerini yıl-pazarlarının kuruluş günlerine göre ayarlar idi. İç Asya'da olduğu gibi, Diyar-ı Rum'da dahi kervanlar, bir tür yürüyen pazar olarak kabul edilebilir.

B. Altı-Ay / Ay-Pazarları

Kesinlikle iki mevsimde toplanan panayırlar, altı-ay pazarı olarak kabul edilebilir. Bunlar da halkın ihtiyacını önemli ölçüde karşılar idi. Bu arada teorik olarak da olsa akla gelen, ay-pazarlarının gerçekte de var olduğunu sanıyoruz.

C. Hafta-Pazarları

Köyleri ve kırsal nüfusu gittikçe gelişen ve artan yörelerde ihtiyaç da artacağından pazarlar artık her hafta belirli bir günde kurulur olmuştur. Etkilerini ve örneklerini günümüzde de gördüğümüz bu pazarlar, genellikle haftanın belirli bir günü, tercihen cuma günü oluşurdu. Çevrenin Türk-Müslüman halkı, yönredeki büyük merkeze hem cuma namazını kılmaya gelir, hem de gerekli ihtiyaçlarını temin ederdi.

Hafta pazarları, sadece kışlak alanlarda değil, yayla sahalarında da görülebilir.

Gayrimüslim nüfusu da önemli olan sahalarda pazarlar, cumadan başka bir gün kurulabilirdi. Çarşamba çok yaygın olduğunu gördüğümüz bir pazar günüdür. Bu pazarın etkisi dolayısıyla, Anadolu sahasında çarşamba adı, bir yer adı olarak da, haftanın öteki günlerinden, mesela perşembeden daha çoktur.

Selçuklu idârî birimlerinde, hafta pazarları, o vilâyet=idari birim içinde ayrı günlerde kurulurdu. Yakın yıllara kadar devam eden bu geleneğin bir neticesi olarak, haftanın günleri dahi, o gün pazar kurulan yerlere göre anılır olmuştur. En yaygın ve ortak olanı, hâkim pazarın bir önceki günün "dernek" olmasıdır.

Hafta pazarı kurulan sahalar, genellikle boş alanlar olup, buraları ayrı bir güvenlik ve malî düzene sahip idi. Baç pazara getirilen mallardan alınırdı ve satılan maldan belirli bir akça almak ayrı bir dirlik olabilirdi.

Pazarın güvenliği de çok önemlidir. Osman Gazi'nin Eskişehir yöresinde Ilıca'da kurulan pazarın güvenliğine dikkat etmesiyle burada ticaret artmış, dolayısıyla büyük gelir kazanmışlardır.

Hafta pazarı, kimi zaman bir büyük şehrin kenarına da dağılmış olabilir. İstanbul şehrindeki bazı semt adları, oralarda kurulan pazarları yansıtmaktadır: Salı pazarı, Çarşamba, Perşembe pazarı vb.

B. Şehirlerde Ticaret

Pazarların her gün oluşmasıyla da artık doğrudan Selçuklu şehrindeki iç ticarete geliyoruz. Kale=şehirlerde yaşayanların ihtiyacını karşılamak üzere, Kastra=kalenin yer aldığı şehrin yukarı kesiminde bir "pazar" kurulabiliyordu. Pazar genellikle kale ana giriş kapısı dışında kuruluyordu. Netekim Ankara Kalesi'nin dış kale kapısı haricinde bugün dahi bir pazar yerine sahne olan, tarihî olarak At pazarı diye anılan meydan, muhtemelen XII. yüzyıldan beri bu işlevini devam ettirmekte idi.

Kale=şehirlerdeki bu ilk pazar, haftanın belirli bir gününde kurulurdu. Bu pazar, haftanın her günü çok küçük ölçüde kurulabilse de, cuma günü, çok daha geniş ve adeta gerçek anlamıyla kurulabiliyordu. Burada, şimdilik bir-iki büyük dükkan her zaman bulunuyor, fakat çoğunlukla gezgin tacirler cuma günü buraya gelebiliyordu.
Şehirde, daha doğrusu şehir civarında, ayrıca eski Hıristiyan ahalinin büyük alışverişlerini yaptıkları panayır=yıl-pazarı da kurulabiliyordu. Türkler bu panayır=yıl-pazarına da giderek alış verişlerini yapabiliyorlardı.

Selçuklu şehri, temelde Bizans kastrasından oluşmuş idi. Kastralar ise sarp ve yalçın kayalık tepeler üzerinde yer alıyorlardı. Bu sebeple XII. yüzyılda, askeri nitelikleri güçlü Selçuklu kale-şehirlerinde çok yönlü bir ekonomik hayattan söz edemeyiz. Bu dönemde şehirler, sadece birer pazar yeri, bir tüketim merkezi gibidirler. Buna karşılık şehirlere yeni Türk yerleşmeleri ile Türk özelliklerini kazanmasından sonra, Selçuklu şehirleri, üretimi de içine alan çok yönlü bir ekonomik yapıya kavuşmuşlardır.

Mesela XII. yüzyılda şehrin kalesinin ihtiyaçlarını temin için oluşan çarşı, Yukarı-çarşı oluşmuştur. Buralardaki sayıca nisbeten az insanın ihtiyaçlarına yönelik bu çarşı, şehrin aşagı kesimlerindeki nüfus artışının yol açtığı alışveriş imkânı dolayısıyla, aşağıda ayrıca yeni bir çarşı, Aşağı-çarşı ortaya çıkacaktır. Hatta her iki Yukarı ve Aşağı çarşıları birbirine bağlıyan Uzun-yol, hem bu adıyla, hem de iki yanındaki dükkanlarıyla bir çarşı kimliğine de bürünebilecektir. Böylece oluşan Uzun-çarşılar, Selçuklu Dönemi'nden itibaren Türk şehirlerinin temel kurumlarından birisi olmuşlardır.

Selçuklu şehirlerindeki çarşı isimleri, üç şekilde oluşmuştur:

a. Pazardaki hakim insan kümesine göre adlanma: Türkmen pazarı, Ermeni pazarı, Garibler pazarı gibi.

b. Üretime göre adlanma: Bunlar önceki kesimde sözü edilen yerler olup burada hem üretim yapılır, hem de satış olabilirdi.

c. Satılan eşyanın türüne göre adlanma: At-pazarı, koyun-pazarı, balık-pazarı, tuz-pazarı, saman-pazarı, kağnı-pazarı, ot-pazarı, odun-pazarı vb. gibi.

Büyük şehirlerde, ayrıca çarşı içinde hanlar olurdu ve bunlar da, yaptıranın adıyla olduğu gibi, içinde satılan eşyaya göre de adlanıyordu: Pamuk-hanı, Pirinç-hanı gibi. Büyük şehirlerde ayrıca gelen her türlü malın tartılıp belirlendiği kapanlar da bulunurdu: Un-kapanı, Bal-kapanı, Yağ-kapanı gibi.

C. Dış Ticaret

Ülkeler arasındaki ticaret ilişkileri, Türkler için çok önemli olduğundan Hun-Çin, Göktürk-Çin ticaret ilişkileri sebebiyle, dış ticarete önem vermek zaten bir İç Asya geleneği idi. Bu geleneğin bir uzantısı olarak, tüccarların, vergilerini vermek kaydıyla serbestçe mal getirip götürmeleri her zaman mümkündü. Ancak kimi zaman komşu ülkeler bu ticarete engel olduklarından, Selçuklu ülkesi bazı kolaylıklar sağlıyordu. 1206'da Antalya şehrinde, Konya ile ticaret yapan tüccarlara yönelik olarak idarecilerin olumsuz davranışı ortaya çıkmış idi. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhusrev Antalya'yı almış, ticaret erbabına bazı kolaylıklar da sağlamış idi.

Yukarda da kısmen belirttiğimiz gibi, Selçuklu ülkesi, Büyük Selçuklular ülkesi gibi, İlhanlı ülkesinin katı kesiminde yer aldığından, buradaki ticaretin iç veya dış olarak ayrılmasında bazı problemler olabilir. Bununla birlikte ülkenin kuzey, güney ve batısıyla olan ticareti, doğrudan dış ticaret olarak alabiliriz. Zaten Selçuklu Türkleri Akdeniz ve Karadeniz'e açıldıktan sonra dış ticaret daha önemli olabilecektir. Beylikler Devri'nde de bu ticarete batıda Adalar Denizi yoluyla yapılan ticaret eklenebilecektir.
Selçuklu ülkesinin dış ticareti, üç ana eksen etrafında oluşmuştur. Bunlardan birisi doğu-batı, öteki kuzey-güney ve üçüncüsü de deniz yoludur. Doğu-Batı eksenindeki dış ticareti de ikiye ayırmak, ülkenin doğusu ve ülkenin batısı olarak kabul etmek gerekir. Doğusu bir yandan Selçuklu ülkesi ve öteki Asya ülkeleridir. Ülkenin batısı ise bu dönemde kendisi hayat-memat kavgasında olan Bizans ile yapılan ticarettir. Bizans ile ticaret, özellikle batı Anadolu'nun verimli ovalarındaki hububat üretimi esaslı da kabul edilebilir.

Anadolu sahasının kurak iklim şartlarında kıtlıkla karşılaşması sebebiyle, zaman zaman batı sahasıyla ile ticaret ilişkileri büyük önem taşıyordu.

Batıdaki ticaret, Beylikler Devri'nde daha etkili olmuştur. Aydınoğlu Umur Bey'in bu ticarete büyük önem verdiği, ülke içinden Adalar Denizi kıyılarına yönelen mallardan bedraka vergisini kaldırdığı Denizli'deki kitabesiyle bilinmektedir. Umur Bey, Sakız adasında, bir tür serbest pazar haline getirdiği Ceneviz tüccarlarıyla bu ticareti en iyi şekilde düzenlemiş idi.

Kuzey-güney eksenindeki ticaret de bir yandan Kafkaslar'dan güneye, Bağdad ve Memlük Devleti'ne uzanırken, öte yandan Karadeniz kıyılarına dayanır. Karadeniz kıyılarındaki ticaret, doğu kesimindeki Trabzon-Rum Devleti'yle yapılabilir. Bu sahada üretilen keten ve öteki yaz elbiselikleri önemli bir ticaret ****ı idi.

Fakat bu sahada asıl önemli olan Sinop başta olmak üzere, Samsun, Fatsa ve Ünye limanlarıyla Karadeniz kuzey ve doğu kesimi limanları arasındaki münasebetlerdir. Karadeniz kuzeyinin Selçuklu ülkesi ile çok yakın bağları bulunduğundan, özellikle Sinop Limanı XII. yüzyıl sonlarında etkili konumu korumuş, öncelikle bu liman XIII. yy. başlarında alınmış idi. Böylece Kırım ve Karadeniz kuzeyi ile ilişkilerde önemli bir kapı elde edilmiştir. Sonraki zamanlarda Selçuklu hakimiyeti doğuya doğru gelişmiş, Samsun, Fatsa ve Ünye limanları da Selçuklu idaresine geçmiş idi.

Bütün bu limanlar, Karadeniz kuzeyi ile yakın ilişkili idiler. Karadeniz kuzeyi ise sadece Selçuklu ülkesi için değil, fakat aynı zamanda İslam dünyası için de çok önemli idi. Memlük ve İslam ülkesinin çoğu ihtiyaçları, mesela köle ve kürk vs. bu ticaret yolu ile karşılanıyordu. Karadeniz kuzeyi ile olan ticarette, bu limanlar kadar ülke içindeki Sivas şehri de büyük bir önem taşır. Sivas ve buradan güneye giden yol da canlı bir ticarete sahne oluyordu.

Selçuklu ülkesinin güney kesimlerinde, Memlük ülkesine komşu bir alanda kurulan Yabanlu pazarı, (F. Sümer, Yabanlu Pazarı) sadece ülke içi ticarette değil, ülkeler arası ticaret için de büyük bir önem taşıyordu. Çünkü burası kuzey-güney ekseni üzerinde olup, adeta devrine göre bir açık-pazar özelliği göstermektedir.

Selçuklu ülkesinin güneyi ile olan ticaret, bu yolun büyük önemini gösteriyordu.

Burada dikkat edilecek husus, bu tür dış ticaret yapanların kimlikleridir. Türk ve Müslümanlar ülkeler arası dış ticarette de etkin idiler. "Hoca", Reşideddin'in de açıkça belirttiği gibi Türkçe bir kelime olup, din adamı veya eğitici olmayıp, doğrudan ülkeler arası büyük ticaret yapan etkili ve nüfuzlu kimselerdir. Böylece, XII. ve XIII. yüzyılda "Hoca" lakabı ile anıldığını bildiğimiz kimseler, büyük tüccar demektir. Bunlar arasında da Müslüman adı taşıyanlar bir hayli çoktur.
Bu arada Selçuklu ülkesinde, Avrupa ile Asya arasında ticaret yapan Avrupalı=Frenkler de mevcuddur. Bunlar Selçuklu Devleti'yle ticaret anlaşması imzalamış olan ülkelere mensub idiler. Samsun, Sivas gibi şehirlerde XIII. yüzyılda varlıklarını kesinlikle bildiğimiz bu tüccarlar, oralarda kendi kurallarıyla ticaret yapıyorlardı. Onların küçük kiliseleri ve kendi işlerini tanzim edebilecek noterleri vardır. Noter bu anlamıyla daha o dönemde, XIII. yüzyılda Farsçaya ve bu arada Türkçeye geçmiş bulunmaktadır.

D. Şehirlerde Ekonomik Hayat

XII. yüzyıl sonlarından itibaren şehirlerin gelişmesi ile Selçuklu ekonomik hayatı, çok yönlü bir gelişme gösterdi. Öncelikle kırsal alanlardaki üretim artmış, Türk boyları hem hayvan beslemekte, hem de onlardan elde edilen mahsullerde önemli bir artış sağlamış idiler. Özellikle gıda ihtiyaçlarının karşılanmasında bu türden üretim büyük bir önem taşır. Bu aynı zamanda yün, deri ve öteki maddeleri ile sanayî üretimini de beslemekte idi.

Şehir hayatının artması, şehirlerde ihtiyaçları orada giderecek mesleklerin ve sanat erbabının buralara yerleşmesi ile sonuçlanmıştır. Şehirlerde eski yerli Hıristiyan çarşıların yanında, doğrudan mensupları Türk ve Müslüman olan çarşılar da ortaya çıkmıştır. Vakıf kaynakları, XIII. yüzyılda hemen hepsi Müslüman olan şehir çarşılarını vermektedir. Konya, Kayseri, Sivas gibi şehirler yanında Ankara ve Kırşehir çarşılarında da böylesine Müslüman esnaf bulunmakta idi.

"Pazar" adıyla anılan çarşılar, bu şehirlerde etkilerini XX. yüzyıl ortalarına veya günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Ankara şehrinde At-pazarı, Saman-pazarı, Koyun-pazarı doğrudan şehrin içinde bulunmaktadır. Bunlar XII. ve muhtemelen XIII. yüzyılda oluşmuş idiler. Konya şehrinde XII. yüzyıl ikinci yarısında oluşmaya başlayan çarşı düzeni de ayrıntılı olarak bilinmektedir (T. Baykara, Konya). Vakfiyeler, Kırşehir gibi çok büyük olmayan bir şehirde dahi ekonomik hayatın çok yönlü çarşılarda devam ettiğini açıkça gösteriyor (Cacaoğlu Vakfiyesi). Bu şehirlerdeki çarşılarda çoğu üretici ve birazı da satıcı olmak üzere pek çok meslek adı da bilinmektedir (E. Merçil, Türkiye Selçuklularında Meslekler).

Burada yeniden vurgulamak istediğimiz husus, bu pazar ve çarşılardaki üreticilerin hemen tamamının Türk ve Müslüman olmalıdır. Şüphesiz bu oluşum, İç Asya'dan, İran ve öteki İslam ülkelerinden gelen sanatkarlar ile de sağlanmış idi. Aralarında mimar olmak üzere birçok gayrimüslim de bulunuyordu.

E. Paralar

Sikke=madenî para, ticaretin gelişmesinde en önemli unsurlardan birisidir. Selçuklu ülkesinde, XI-XV. yüzyıllarda da sikke=para basılması ve kullanılması kendisine mahsus bir seyir izlemiştir.

Fetih Yılları ve Beylikler Dönemi: Bu zamanda ülkede Bizans ve komşu zengin ülkelerin paraları kullanılıyordu. Mısır, Roma ve öteki ülkelerin paraları ünlü idi. Dakyanus altını, Selçuklu tarihlerinde de geçmektedir.

Türk Beyleri bir süre sonra ülkede etkili olunca kendi paralarını bastırmışlardır. Danişmentliler ilk olarak Grek harfleriyle yöredeki eski paraların kalıplarını pek az değiştirerek XII. yüzyıl başlarından itibaren sikke bastırdılar. Saltuklu, Mengücekli ve Artuklu beylerinin bastırdıkları (kestirdikleri) paralar da mevcuttur.
Türkiye Selçuklularında ilk paralar Bizans paraları modelinde basılmış (Mesud b Kılıçarslan, 1116-1156 adına bakır) idi. XII. yüzyıl sonlarında 573/1177 tarihinde Konya'da II. Kılıçarslan altın sikke de kestirmiş; bu Sultan'ın gümüş ve bakır paraları da vardır. Selçuklu ülkesinde kestirilen melik ve sultanlarının paralarının üzerinde kimi zaman atlı kabartmaları da bulunmakta idi.

635/1237 tarihinden itibaren altın sikke kesimi artmıştır. Dinar diye de anılan bu sikkeler (4,2*4,55 gr) XIII. yüzyıl boyunca sonraki yıllarda da kesilecektir. Dirhem diye de anılan gümüş para (2,8*2.9 gr) kesilmesi ise çok daha fazladır. Gümüş paralar; beyaz renklerinden dolayı, daha İç Asya Türk devletlerinde akça diye anılmakta olup, Selçuklu ülkesinde de bu ad yayılacaktır. XIII. yy. ortalarında ekonomik hayat çok arttığından gümüş para ihtiyacı dolayısıyla aynı sene içinde birkaç kere para kesildiği de olmuştur.

Türkiye Selçuklularının son paraları, İlhanlı hükümdarları ile müşterektir (700 tarihli Alaeddin Keykubad ve Gazan Han). Bu arada İlhanlılar, eski sikke kesim yerlerindeki darphanelerde sikke kestirmeye devam etmişlerdir. Selçuklular zamanında Konya'da kesilen sikkeler yeni dönemde Kayseri, Sivas ve Erzincan gibi yörelerde de kesilmeye başlanmış idi.

İlhanlı sikkeleri XIV. yy. ortalarında azalmaya başlamış idi. Bu arada beylikler de kendi sikkelerini bastırmaya çalışıyorlardı. Aydın, Saruhan, Menteşe, Germiyanoğulları ile Eşrefoğullarının sikkeleri de XIV. yüzyıla aittir. Denizli'deki İnançoğulları da sikke kestirdiler.

Karamanoğullarının sikkeleri oldukça azdır. XIII. yüzyıl sonlarındaki nadir sikkeleri sonrasında XIV. yy. sonlarında artmıştır. Ama gümüş sikkeleri, Selçuklu sikkelerine göre hafiflemiştir: 1,55-1,85 gr kadar. Karamanoğulları da Osmanoğulları gibi XV. yy. başlarında Temür ile müşterek sikke kestirmişlerdir.

Osmanlı Beyliği'nin ilk zamanlarında altın ve gümüşün az olduğu kaynaklarda ifade edilmiş idi. Bununla birlikte Osman Gazi'nin dahi sikke kestirdiği anlaşılıyor; sonraki zamanlarda da bakır ve gümüş sikkeler bastırılmıştır. XV. yy. başlarında bir ara Temür ve oğlu Şahruh ile de ortak sikke kestirmişlerdir. XIV. yüzyılda beylerin hiçbirisi altın sikke kestirememiştir. Bu yıllarda Venedik Duka altını ile Ceneviz filorini ve Mısır Eşrefî altınları oldukça çok kullanılmakta idi.

Osmanoğullarının altın sikke kestirmeleri, Fatih S. Mehmed'in ancak son senelerinde 1477 sonrasında gerçekleşmiş olup, artık onların bir cihan devleti olduklarını gösterir.

Sikke Kesim Yerleri: Sikkeler, ya maden olan yerlerde, ya da önemli ekonomik merkezlerdeki darphanelerde kesilirdi. Bu sebeple sikkelerin, bilinen kesim yerleri kimi zaman beyliğin en önemli şehrini gösterdiği gibi, kimi zaman da maden çıkan yerleri göstermektedir. Maden-şehirde kesilen sikkeler XIII. yüzyılda bir hayli çoktur. Bu arada kalabalık bir alıcı kitlesinin bulunduğu hükümdar ordugâhları da sikke kesim yerleri idiler.

F. Vergi

Selçuklu ülkesinde, günümüzde "vergi" olarak alınan hususları üç türlü ifade edebiliriz.

a. Mükellefiyet=yükümlülükler,
b. Aynî vergiler,
c. Nakdî vergiler.

Selçuklu ülkesindeki insanların, öncelikle kendileri veya hayvanları için bazı mükellefiyetleri vardı. Erken dönem Osmanlı kayıtlarında dahi hisar yapmak, toprak sürmek, arık açmak vb. hususlarda hem insanların, hem de sahip oldukları hayvanların yükümlülükleri bulunuyordu. Bunu, mesela köy imamlarının hayvanlarına bazı işler yüklenmesin diye ayrıcalık verilmesinden daha iyi anlıyoruz.
İkinci kümede elde edilen veya bir şekilde imâl edilenlerden ürün türüne göre alınanlardır. Mesela hububat üretilmişse, aynen öşür alınması gibi. Bu hayvan üretiminde de hemen aynı şekilde söz konusudur ki genelde bu nisbet 1/40 etrafında olurdu. Bez dokuyanlardan da bez alınması gibi. Bu türden vergiler, yaygın deyimi ile aynî vergiler olarak kabul edilebilir.

Üçüncü kümede ise, nakit=para olarak alınan vergilerdir. Haraç, cizye, baç vs. bu türden nakit=para olarak alınan vergilerdi.

Selçuklu ülkesinde; öteki Türk ülkelerinde olduğu gibi, bazı vergiler şer'i=dinî kökenli, buna karşılık bazıları Türk örfünden gelmektedir. Vergilerde açıklık ve belirlilik en önemli hususlardan birisidir. Yeni konan, kaldırılan vergi veya mükellefiyetler herkesin haberdar olabileceği bir şekilde ilân edilirdi. Herkesin görebileceği yerlerde taş yazıtlar üzerine kazılmış vergi yazıtları, günümüze kadar gelmiştir. Kale kapıları, herkesin girip çıktığı yerler olarak vergi yazıtlarının en çok bulunduğu yerlerdir: Ankara kale kapısı üzerindeki yazıt gibi. Kimi zaman da Ulucami duvarları, böylesine emirlerin kazıldığı yerlerdir (Ani, Diyarbekir ve Bayburt Ulucamileri gibi).

Öşür, haraç, cizye, baç, ubur, cevaz-ı rah, bedraka, yasama, kalan, kopçur, tuzgu, tagar, tamga, resm-i kudüm, ulak, tabkur gibi pek çok vergi ismi vardır. Bunların bir kısmını kesin olarak biliyorsak da, bunlar ve daha birçok vergi adı incelenmeyi beklemektedir. Bunlar arasında "Bac", İç Asya'dan gelen ve hatırası günümüze kadar devam eden en namlı vergilerden birisidir.

Beylikler Devri'nin Özellikleri

Türkiye Selçukluları Devleti'nin İlhanlı etkisine girmesi, zaman içinde Selçuklu ordusunun inhilaline yol açmıştı. Varlıklarını Selçuklu ordusuna katılmakla sağlayan Türk boyları, kendi askerî güçlerini devam ettirdiler. Fakat bu askeri güçlerinin yerinde kullanabilecekleri merkezî ve güçlü bir devlet yoktu. İlhanlılar ülkenin dış güvenliğini kendi askerî güçleriyle koruyorlardı. Böylece onların askere ihtiyaçları yoktu. Oysa Selçuklu ülkesi asker çıkaran boylar ile meskûn idi.

Böylece askerî güçlerini korumak üzere, bazı güçler dikkati çekmeye başladı. Bir zaman için Selçuklu idaresi görevlisi olarak tayin edilenler zaman içinde bu görevlerini devam ettirdiler. Selçuklu Devleti'nin bir "sübaşı"sı, günümüz ifadesiyle bir valisi olan ve "Beğ" unvanlı kişiler, zaman içinde idare ettikleri yörelerde daha etkili olmaya başlamışlardı. Böylece Osman Beğ'in dahi bir zaman Selçuklu Devleti'nden tuğ ve tabl u alem alan bir görevli olduğu seziliyor.

Beylikler Dönemi denilen XIV. yüzyıl içinde, Selçuklu ülkesindeki beyler, sonradan Osmanoğulları kendilerine 1299 tarihinde bağımsızlık kabul etmelerine rağmen, böyle bir hareket söz konusu değildir. Ülkedeki yüksek hakimiyet, 1356 senesine kadar İlhanlılarda bulunmaktadır.

Bir "Beğ", Türk devlet anlayışı gereğince, yönetim mıntıkası dahilinde, tebaası indinde adeta tam bağımsız bir özellik taşır. Bu binlerce yıldır devam eden bir örfdür. Aydınoğlu Umur Beğ'in, Denizli/Tonuzlu beylerinin ve bu arada Orhan Beğ'in 1350 İlhanlı Devleti'nin bütçesine katkıda bulunmaları, sözü edilen yıllarda "Beylik" devrinin tam olarak devam ettiğini gösterir.

Beylikler Dönemi'nin 1356 sonrasındaki tarihi ise, beyliklerin kendi iç çekişmeleri ile geçer. Orhan Gazi, Germiyan beyleri ve bu arada Karamanoğulları dikkati çeken beyliklerdir. Bu arada İlhanlı ülkesinin orta ve doğu kesimlerinde de beylikler vardır. Akkoyunlu ve Karakoyunlular ile daha güneydeki Celayirliler gibi. Bu arada mahallî idaresini devam ettiren Artukoğullarını da unutmamak gerekir.
Bütün bu sayılan beyliklerin ortak özellikleri vardır. Bunlar, kısmen Selçuklu, fakat daha çok İlhanlı Devleti'nin geleneklerinin izindedirler. Anadolu sahasının çoğu yerleri için, halk ve insan unsuru değişmemiştir. Bu arada bu sahanın orta ve batı kesiminde yerleşik hayat, kışlaklardaki köyler ve şehirlerdeki hayat oldukça artmış bulunmaktadır. Buna karşılık ülkenin özellikle doğu kesiminde birbirine düşman görünen iki Türkmen taifesinin idaresi vardır. Akkoyunlular ve Karakoyunlular.

Akkoyunlular ve Karakoyunluların insan unsuru, hemen aynıdır. Bu boyların arasındaki çekişme doğrudan bir kardeş kavgası, bir kardeş çekişmesinden ibarettir.

Sivas ve Kayserişehrinde, Türkiye Selçuklularından beri devam edegelen canlı ekonomik hayat bu dönemde de devam etmektedir. Sadece şehrin gelişme çizgisi, yükselmekten ziyade, artık biraz yatay gitmeye başlamıştır. Yoksa Sivas olsun, Kayseri olsun ve hatta Ermeni nüfusunun fazla olduğu rivayet edilen Erzincan olsun, şehir hayatının bütün canlılığı ile devam ettiği yerlerdir.

1. Türk Dilinin Rağbet Kazanması

Beylikler Devri'nin en önemli sosyal neticelerindenbirisi Türk dilinin bu dönemde büyük bir önem ve rağbet kazanmasıdır. Daha XIV. yy. başlarında Aşyık Paşa'nın Türk diline kimesne bakmaz idi demesine alışan bizler, Türkçenin XIV ve XV. yüzyıllardaki büyük rağbetine şaşırabiliriz.

Türkçenin ve Türklüğün XIV. yüzyıldaki büyük rağbeti, XVI. yüzyıldaki yadırganışından da açıkça görülüyor. Ünlü Osmanlı Müverrihi Âli, Germiyanoğlu'nu, böylece kabul etmiş, ozanın birisinin "Yürüdügün çayır, akibetin hayır, yadiğin bal ile kaymak olsun" demesini çok beğendiğini ve bir sıpa bağışladığını alaylı bir şekilde yazmış idi. Germiyanoğlu, nihayet Anadolu beylerinden Türkçeyi bilen bir bey olup, onun Türk diline rağbeti sebebiyle Türkçe, Osmanoğulları zamanındaki büyük işlekliğini kazanabilecektir.

Türkçe bu dönemde gelişmiş, yeni kavramlar kazanmış, hatta İç Asya'dan gelen dil özelliklerini de kaybetmeye başlamıştır. Türkçenin gelişmesi, işleklik ve ayrıntıda özellikler kazanması ile Türk beyleri, dinlerini daha iyi anlamak için Kur'an'ın çevirisini okumak istemişlerdir. Türk beylerine yapılan Türkçe Kur'an çevirileri, başlangıçta bazı kısa sure ve ayetlere münhasır kalsa da Türkçenin üstünlüğünü sağlamıştır.

Türk bilim adamları, Türkçe bilim kitapları, mesela tıb kitapları telif etmeye başlamışlardır. Türkçenin bilim dili olmasında bu yüzyıldaki çabaların büyük bir yeri vardır. Türk bilginleri, Türk Beyleri için Türkçe yazmaya kendilerini mecbur hissediyorlardı. Hatta Türk beyleri, daha eski Türkçe ile yazılmış bazı kitapları da, rahat ve kolay anlamaları için olga-bolga dilinden çevirtiyorlardı.

Türkçenin rağbet kazanması, Türk dilinin ve Türk edebiyatının da önemli eserler kazanmasına yol açmıştır. Türk beyliklerinde Türkçe yazanlar etkili olmuşlar, önemli kazanç sahibi olmuşlardır. Türk beylerinin, Türkçe eser yazanları teşviki ve onlara hatırı sayılır bağışlarda bulunmaları, Türk yazıcılığının yeni eserler kazanmasına yol açmıştır.

Sonuç olarak XIII. yüzyılda çok az örnekleri olan, 1320'lerde dahi kimsenin bakmadığı Türkçe, Türk beylerinin de himaye ve teşvikleri ile sonraki zamanlardaki işlek ve zengin özelliğini kazanacaktır.
Türk bilim hayatı da bu devirde, Selçuklu Dönemi'nin özelliklerini devam ettirmiştir. Medreseler işlemeye, bilimsel çalışmalar yapılmaya devam etmiştir.

2. Yunus Emre-Hacı Bayram Veli

Kültürel birliğin timsali sayılabilecek şahsiyetler arasında, Beylikler Devri'nin başında ve sonundaki iki şahsiyeti özellikle anmak gerekir. Yunus Emre (ölm. 1324), Selçuklu hâkimiyeti sonrasındaki dağınıklığın insanlarda ve özellikle ruhlardaki etkisini, güzel bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinde Allah birliği etrafında yeniden değerlendirmeye, birliği işlemeye çalışır. Onun açık, sade ve yalın bir şekilde söyledikleri, bütün Türkleri etkilemiştir.

XIV. yüzyılın kültür ortamında, Yunus Emre, bir bakıma yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türklerin ve köylülerin duygularını seslendirir. Bir kısım şairler de beylerin saraylarında yazdıklarına karşılık arıyorlardı. Böylece onlar da bir bakıma değişen siyasîler ortasında, değişmeyenler olarak kalıyorlardı. Böylesine bir kültür temeli, sonraki birliğin de müjdecisi gibidir.

Hacı Bayram Veli (ölm. 1430) beyliklerin sonuna tesadüf etmekte, Ankara şehri ile adeta özdeş sayılmaktadır. Yunus Emre'nin aksine o, doğrudan şehre (şar) öncelik vermiş, manevî alanda yorumlanmak birlikte, gelişen ve büyüyen şehir hayatına da işaret etmiştir. Hem beyliklerin kavgalarına şahit olmuş, fakat daha da önemlisi Temür Beğ'in Batı Asya'daki şiddetli fırtınasını da yaşamış idi. Bu sebeple o da, artık böyle olumsuzluklardan uzak, Anadolu sahasının bir ve beraber olmasını ister ve beklerdi. o, Osmanoğullarının böylesine birleştirici özelliklerini yakından görmüştür.

Beylikler Dönemi'nin dağınıklığında siyasî hudut tanımayan dervişlerin, Tanrı birliği esasındaki fikirleriyle, ayrı bir birliğin ümidini taşıdıkları ve bir bakıma onu da şekillendirdikleri sezilir.

Anadolu kavramının ortaya çıkması, XIV. yüzyılın bir diğer önemli sosyal neticesidir. Anadolu, Grekçe bir kelime olarak doğrudan doğu, bir başka deyişle güneşin doğduğu yerdir. Burasının doğu olması, tabiatıyla kendisinde oturan bir insan için söz konusu değildir. Konya'da oturan Selçuklular için, Anadolu ancak ülkenin doğusu, Diyarbekir tarafları olabilirdi ki böylesine bir tanım ve tarif veya terim yoktur.

Aydınoğlu Umur Beğ ile Osmanlı Türkleri XIV. yy. ortalarında Çanakkale Boğazı'nın ötesine geçince, oralardan Asya yakasına baktıklarında, oralar insanlarının bu yakaya doğu anlamında Anadolu dediklerini duymuş olmalıdırlar. Sonraki zamanlarda da Osmanlı Türklerinin her geçen gün Rumeli sahasına geçmeleri, oralarda yurt tutmaları sonucunda mesela Edirne söz konusu olunca Bursa'nın içinde yer aldığı topraklar artık Anadolu sayılabilirdi.

Böylece Türkiye Selçukluları ve Diyar-ı Rum beylikleri zamanında bir anlam ifade etmeyen Anadolu, XIV. yüzyılın ikinci yarısında belirli bir anlam yüklenmiş oldu. Böylece Anadolu, artık günümüze kadar devam eden anlamını kazanmış oldu. Bu anlam, İstanbul'un devlet merkezi olmasından sonra daha da gelişti. Neticede Osmanlı Devleti'nin bütün doğu ve hatta Asya toprakları da bu adla anılır oldu. Kırım'ın doğusundan, Trablus-şam kıyılarına ve hatta Afrika'nın kuzeyi de bu adla anılır oldu. Piri Reis'in, XVI. yüzyılın ikinci çeyreği başlarında kaleme alınan Kitab-ı Bahriye'sinde bu konuda çarpıcı kayıtlar bulunmaktadır. Biz de artık XIV. yüzyılın ikinci yarısındaki olayları söz konusu ederken Anadolu terimini rahatlıkla kullanabiliriz.

3. Ülkenin Eski Sahaları
Ülkedeki iç siyasî parçalanma sebebiyle, ülkede ve özellikle kırsal alanlarda güvenlik kısmen gerilemiştir. Kale ve şehir surlarının dışına taşan ve büyüyen şehirler, zaman zaman tehditlere maruz kalmıştır. Güvenliğin azalmasıyla, bir kısım şehir halkı, surların dışındaki sahalardan içerilere sur içlerine çekilmiştir. Beylikler Devri'nin, toplum bakımından dikkati çeken birinci gerçeği şehirlerin küçülmesidir.

Beylikler Devri'nde artık Anadolu lafzı da kullanılabilecek olan eski Diyar-ı Rum şehirleri oldukça küçülmüşlerdir. Gerçi XIV. yüzyılın ikinci çeyreği içinde, şehirlerdeki hayatı ve şehirlere yerleşmeyi teşvik için bazı tedbirler de alınmıştır. Bunların içinde en çarpıcı olanı Niğde şehrine yerleşecek Hıristiyanlardan cizye alınmayacağına dair vergi kitabesidir. Bununla Niğde şehrine yeni yerleşmeler teşvik edilmeye çalışılmıştır. Bu ferman bize, şehir nüfusunun gerilediğini, şehirlerde bazı işleri görecek kimse bulunmadığını açıkça gösteriyor. Şehirlerdeki bu iş gücü açığını gidermek amacıyla şehirlere yerleşmeler teşvik edilmiştir.

Bu türden teşviklerin neticeleri hakkında, kaynaklarda çok açık bir bilgiye sahip değiliz. XIV. yüzyıl sonlarında, şehirlerin sur dışı alanlarındaki nüfusun hemen hiç kalmadığını açıkça görebiliyoruz. Bunun iki kesin örneğini Turhal ve Sivas'ta görüyoruz: Bir kayalık tepe üzerinde küçük bir kaleye sahip Turhal'da halk daha ziyade aşağıdaki Turhal nehri kıyılarına yerleşmiş idi. Fakat güvenlik azalınca halk da dağılmış, kaleye veya civardaki uygun köylere çekilmiş idiler. Bu sebeple, sur dışındaki şehir sahasının hemen tam ortasında yer almış olan Ulucami işlevsiz kalmıştı. Kadı Burhaneddin, hasmını Turhal kalesinde kuşatınca Ulucamii kendisi için bir kışla ittihaz etmişti. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla artık Ulucamiin cemaati söz konusu değildi.

Benzer bir durumu, XV. yüzyıl başlarında Sivas şehrinde görüyoruz. Sivas Ulucamii de, buralardaki şehir nüfusunun azalması hatta tamamen kaybolması üzerine işlevsiz kalmış, bir âsinin karargahı olmuştu. Sivas şehrindeki bu nüfus gerilemesi, Beylikler Devri'nin genel özelliklerine de uygundur. Bu arada şehirde, Kadı Burhaneddin zamanında belirli bir canlılığın varlığını ayrıca belirtelim.

Anadolu sahasındaki beyliklerde, şehir hayatına bağlı bir ekonomi yerine, hayvansal ve ziraî üretim canlanmış idi. Osmanlı-Karamanlı mücadelesi sırasında Konya halkının kale surları dışında harmanları bulunduğu Osmanlı tarihlerinde nakledilmiştir. Aynı şekilde Karamanoğlu'nun bundan böyle "dana ve buzağı kovalamaktan gayri bir iş yapmayacağı" da belirtilmiştir. Bu ise doğrudan hayvan besleyicilik demektir.

4. Uç Şehirleri

Selçuklu eski sahası, İç Anadolu ve çevresindeki şehirlerdeki gerileme bir gerçekse, Uç'taki beyliklerin merkezi olan şehirler ise, ayrı ve yeni bir gelişmenin içinde olmuşlardır. Menteşe Beyliği'nden başlayarak (merkezi Beçin) Aydın, Saruhan, Germiyan ve nihayet Osmanlı Beyliği'ninmerkezi olan şehirler, XIV. yüzyılda dikkate değer bir gelişme göstermişlerdir.

Sosyal bakımdan böylesine bir gelişme, merkezî sahalardaki küçülen şehirler insanının nerelere gittiğini de açıkça göstermek bakımından önemlidir. Çünkü, yeni gelişen, önemli bir gelir imkânına kavuşan bu Uç beyliklerinin şehirlerine, ülkenin iç kesimlerinden önemli sayıda şehirli nüfus göçmüş olmalıdır. Böylece, klasik Selçuklu Dönemi'ndeki Anadolu sahası Türk şehir özelliklerini bu beyliklerin şehirlerinde de açıkça görmekteyiz.
Bunlarda (Beçin, Ayasuluğ-Tire, Manisa, Bergama ve Bursa) yukardaki bölümlerde, sadece Ulucami vesilesiyle temas ettiğimiz özellikler dışında başka hususlar da etkindir. Bu şehirlerde de sanayi üretimi başlamış, Türk-Müslüman esnaf ve sanatkarlar şehir hayatında etkili olmaya başlamışlardır. Daha da önemlisi, bu şehirlerin önemli bir kesiminde dış ticaret de, özellikle Adalar Denizi ile söz konusudur.

Aydınoğlu Umur Bey başta olmak üzere, ufku ve hedefleri büyük olan beyler, siyâsî dağınıklığın etkisini dostluklarla gideriyor, birbirlerine destek oluyorlardı. Ayrıca ülke içi ticarî hareketliliği teşvik için de önemli tedbirler alıyorlardı. Aydınoğlu Umur Bey, Sakız adasını (karşısındaki Çeşme ile kontrol ederek) bir dış ticaret merkezi haline getirmiş ve bu durum, XVI. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Böylece Beylikler Dönemi'nde oluşan ekonomik düzen, ancak XVII. yüzyıl başlarında değişecektir. Bunun sonucunda, Beylikler Devri'nin eski merkezleri, şehzadelerin sancak merkezi olan Manisa dışında, önemli ölçüde gerileyeceklerdir.

Sonuç olarak, Beylikler Dönemi, çok yönlü gelişmeleri ile; sonraki Osmanlı Cihan Devleti'nin doğuşunu hazırlamıştır. Bir başka deyişle, Beylikler Devri'nin siyasî dağınıklığı, birlik özlemini pekiştirmiş ve Osmanlıların kurduğu birliği sağlamlaştırmıştır.
İzmir Şehri ve Tarihi (İzmir 1974); İzmir şehrinin XIV. ve XV. yüzyıllardaki durumu nispeten az işlenmiştir.

Yatağan, Tarihi Yeniden Yaşatma Denemesi (Tokyo, 1984); Rum diyarına Türklerin gelmesi ve bir köyün iskânı ile ilgili konular bu ök monografisinde, mahallî ve sözlü kaynaklar yardımıyla incelenmiştir.

Türkiye Selçukluları Devrinde Konya adlı kitabı, doçentlik çalışması olup, Konya şehrini değişik bir bakış açısıyla incelemiştir. (Ankara 1985, 2. baskı, Konya 1999) Türk şehircilik geleneklerinin içinde, Konya şehrinin özellikle XIII. yüzyıldaki düzeni bulunmaya çalışılmıştır.

Denizli Tarihi, 1070-1429 (İstanbul 1969) adlı çalışması doğrudan devrimizle ilgilidir. Burada sadece siyasi tarih değil, öteki hususlar da ele alınmışsa da sonraki yıllarda yaptığımız gözlemlerin yer alacağı 2. baskı hazırlanmaktadır.

Anadolu'nun Tarihi Coğrafyasına Giriş, Türk Devri İdari Taksimatı, Ankara 1988, 2. baskı, Ankara 1999 (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü); Fetih döneminden itibaren ilk Beylikler, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlılar devrinin idarî meseleleri ele alınmıştır.

Anadolu'nun Selçuklular Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihine Ait Araştırmalar, İzmir l990, bir kısmı önceden kaleme aldığımız Antalya, Denizli, Niksar ve Tokat ile ilgili makaleler olup, bir kesimi ise eski doçentlik calışmamızdan bazı bahislerdir.

Aydınoğlu Gazi Umur Bey, Ankara 1991 (Kültür Bakanlığı Yayını); XIV. yüzyılın bu namlı beyinin halk için yazılmış hayat hikâyesidir. Ancak bazı yeni konulara da temas edilmiştir.

Gıyaseddin Keyhusrev, Gazi-şehid, Ankara 1996 (Türk Tarih Kurumu Yayını). Türkiye Selçuklularında bir dönemin sonunu ve yeni bir dönemin başlangıcı demek olan sultanın hayat hikayesidir; Mahallî bilgiler ile de desteklenmiş, Antalya ve Denizli yöresinin fetihleri ele alınmıştır.

Kaynak: Baykara, Tuncer, "Türkiye Selçuklu Döneminde Toplum ve Ekonomi", Türkler, C. 7, Ankara 2002, s. 223-257.