Anadoluda Hristiyanlık Tarihi

SUNUŞ:

Hıristiyan inancının kuşkusuz en önemli ismi İsa Mesih’tir. İsa Mesih Filistin’in Galile bölgesindeki Nasırada doğdu. Aslında Yahudi inanç ve şeriatından kaynağını alan bu yeni inanç museviliğin aksine belirli bir topluluğun inancı olarak kalmadı. İlk üç yüz yıldaki amansız zulüm ve baskılara kıyımmlara karşın gelişti, ve evrensel bir inanç oldu.
Ama bu evrenselliğin temelleride Anadoluda atıldı. Hıristiyanlığın kuramlarını ortaya koyan kişi, pavlus bir anadolulu idi.

Hıristiyan dünyasını bağlayıcı kararların alındığı ilkçağ konsilleri Anadoluda toplandı. Hıristiyanlık dünyasınca kutsal sayılan çok yer yine anadoludadır. Dahası bu evrensel inancın adı olarak geçen “Hıristiyan” sözcüğüde anadoluda telaffuz edildi ilk kez ve anlam kazandı.

Anadolunun hıristiyanlık inancına kaynaklık ettiğini belirleyecek öylesine çok kanıt varki, hangi birinden söz etmeli? Yalnızca yerler değil, yapılar, kişiler var bu kanıtların arasında.

Anadolunun sadece Hıristiyanlık gibi yüce bir inanca kaynaklık ettiği düşünülmemelidir elbette örneğin Yahudilerin atası İbrahim de anadoluda bir süreliğine yaşamıştır. Ve anadolu bir sürü inanca kaynaklık yapmıştır.
Anadolu inançların hangi bakımlardan kaynağı oluyor?
Doyurucu bir yanıt bulabilmek için konuyu musevilik ve hıristiyanlık açısından ele almak doğru olur kanımızca.

Aslında bu dinlerin kaynakları ortadoğudur. Doğum yerleride öyle. Kaynaklar, ortadoğu denildiğinde özellkile de Mezopotamya ve Filistin.
Ama kaynakları bu kadarla sınırlamayarak biraz daha geniş tutmalı coğrafyayı.işte o zaman anadolu girer işin içine ve bu iki büyük dini besleyen kaynaklar arasında yerini alır. Yalnızca o kadarla da kalmaz, bir de üstelik kavşaklıkta eder bu dinlere.
Yalnızca göksel dinlere mi?

Değil elbette ki. Anadolu nice çok tanrılı inanışlarında hem kaynağı hemde kavşağı olmuştur tarihin sonsuzluğuna uzanan yaşamı boyunca.
Bugün ülkemize bir çok yabancı ülkeden insanlar akın akın gelmektedirler acaba neden belirli bazı bölgeleri gezmektedirler diye düşündünüz mü acaba? Bu programda Tarihsel olarak anadolunun Hıristiyanlık inancına nasıl bir zemin oluşturduğunu ve bu zeminde nasıl geliştiğini bulacaksınız. Birlikte bu toprakların nasıl bir geçmişe tanıklık ettiğine hep beraber bakacağız.

Madem konumuz hıristiyanlık bizde bu sözcüğün ilk kez telaffuz edildiği yer olan Antakyadan başlayalım yolculuğumuza.

GİRİŞ :

Hıristiyan sözcüğünün anlamı ve Antakyada ilk kez söylenişi:

Önce “Hıristiyan” sözcüğünün anlamını görelim.
Sözcük, ibranicedeki “maşia” dan kaynaklanmaktadır. “yağ sürülmüş, yağla
kutsanmış” demek. İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı.Tevrat’ın bir çok yerinde bu işlemin yapıldığını görmekteyiz. “maşia” sözcüğü israil krallarının bir ünvanıydı. Geniş anlamıyla bu ünvan “Tanrının bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileride kapsıyordu. Tevrat’ın “işaya” kitabında yahudileri sürgünden kurtaran pers kralı kyros’unda bu ünvanla hitap edildiğini görüyoruz.

Dilimizdede kullandığımız bu sözcük “maşia”nın arapçadaki karşılığı. Anlamıda aynı. “üzerine yağ sürülmüş” demek. Bu sözcüğün yunancadaki karşılığı ise “khristos” buradan da “khristianos” sözcüğü türüyor “Hıristiyan” anlamına. İşte bu sözcük ilk kez Antakyada telaffuz ediliyor. “Hıristiyan” “Mesih’in yandaşı, Mesih’e bağlı” anlamına geliyor.

Peki, İsa’ın yahudilerce beklenen o Mesih olduğunu kim dile getirmiş önce?
İsa’nın beklenen Mesih olduğunu tanıyan ilk kişilerden biri on iki havarilerden biri olan Simon (İbranicesi “şimeon”) dur. Onun bu tanıklığı üzerine İsa’da Simon’a “kaya” anlamına gelen Petrus adını veriyor ve şöyle diyor:
“...ben Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım; ve ölüler diyarının kapıları onu yenmeyecektir. Göklerin krallığının anahtarlarını sana vereceğim.” (Matta 16:16-20)

İsa’nın bu sözlerinden yola çıkan .katolik Kilisesi İsa’yı ilk papa olarak kabul etti. Ve işte ilk Kilisede antakyada bir kayaya oyulmuş oldu. Sayıları gitgide artan Mesih inanlıları aziz Barnabas’ın önderliğinde bir yıl boyunca orada toplantılar yaptılar ve bu kişiler ilk kez orada “Hıristiyan” diye adlandırıldılar. (Elçilerin İşleri 12:26)

Peki bu insanlar Yeruşalimden Antakyaya nasıl gelmişlerdi yani Mesih inancı ilk olarak ortadoğuda ortaya çıktı demiştik ama Antakya ve çevresi bahsettiğimiz bu bölgeden epeyce uzakta kalmaktaydı nasıl olurdu da Mesih inancı bu kadar kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılmıştı. Bunun cevabını yine Yeni antlaşmada görmekteyiz. Elçilerin İşleri kitabında bahsedilen Pentikost gününü bu olayların cereyan ettiği gün olarak bilmemizde fayda vardır. Diasporaya dağılmış olan Yahudiler (İsrail bölgesi dışında yaşayan) Yahudiler senede belirli aralıklarla bir araya geliyorlar ve ve orada hep beraber tapınıyorlardı işte tam bu sırada Tanrının yapmış olduğu bir mucize aracılığıyla tüm dünyadan gelmiş olan Yahudiler müjdeyi kendi dillerinde duyabilme fırsatını bulabilmişler ve bir çoğuda Mesih İsa’yı kurtarıcıları olarak kabul etmişlerdi. Şimdi konumuz biraz daha açıklığa kavuşmaktadır.

Bu yeni inanç hala varlığını Yeruşalimde sürdürüyordu ve İsa Mesih’in göğe alınmasından sonra elçilerin bir kısmı hala oradaydı. Sonraları Yeruşalimde yapılan bu toplantılarda, yahudi adıyla “saul” diye bilinen ve sonradan havariler arasına alınan Pavlus’ta bulunmaktaydı. İsa Mesih’in ortaya koymuş olduğu ilkeler ve görüşler Yahudiliğin yeni, değişik bir yorumundan başka bir şey değildi aslında. İsa Mesih’de yeni bir inanç getirdiğinden söz etmiyordu zaten. İsa Mesih Musa’nın şeriatı üzerine yorumlarda bulunuyordu. O haliyle Hıristiyanlık, yeni bir inanç olmaktan çok, bir yahudi mezhebi olarak kalacaktı belki de. İşte bu yeni inancın örgütlenmesinde en aktif rol oynayan insanlardan biriside Pavlus oldu. O bu amaçla uzun yolculuklara çıktı. Başka ülkeleride kapsayan bu gezileri sırasında Anadoluyu üç kez dolaştı.

Onun Anadoluda yaptığı bu gezilerinden kimi kesitler sunmaya çalışalım şimdi.

Pavlus’un Anadoludaki gezileri :

Kendisi de bir Anadolulu olan bu inatçı ve dirençli insanı kısaca tanıyalım ilk önce.

Pavlus Tarsus’ta doğmuştu. Doğum tarihinin İ.S.10.yıllarında olduğu sanılıyor. Yahudilikte kullandığı asıl adı Saul idi. Zaten “elçilerin işleri” kitabının ilk bölümlerinde adı Saul olarak geçmektedir. Yöredeki pek çok Yahudi gibi oda Roma yurttaşlığını kazanmış bulunan bir aileden geldiği için Romalı adı “pavlus” u da kullanmaktaydı. Öteki Yahudi çocukları gibi o da bir sanat öğrendi ve çadır ustası oldu. Kudüs’te dini bir eğitim gördü.

Başlangıçta koyu bir Ferisi olarak bu yeni akıma ve yandaşlarına karşı cephe aldı ve etkin bir biçimde izledi onları. Dahası ilk Hıristiyan şehidi İstefan’ın taşlanarak öldürülmesinde de katkısı oldu. İstefan’ın gömülmesinden sonra Kilisenin altını üstüne getiriyor, evlere girerek içeridekileri kadın, erkek demeden dışarı sürüklüyor ve zindana atıyordu onları.

İncil’in elçilerin İşleri bölümünün bizlere anlattığına göre Yahudi yetkililerden almış olduğu bi mektupla Şam’a giderken, gökte bir ışık parlar. Saul yere düşerken kendisine bir sesin “Saul, saul neden bana zulmediyorsun” diye seslendiğini duyar ve “sen kimsin ey efendim?” diye sorar. Ses de “ben senin zulmettiğin İsa’yım!” diye yanıtlar.(Elçilerin İşleri 9:5)

İşte bu karşılaşma Saul’un yaşamında bir dönüm noktası olur. Daha önce amansız bir biçimde karşı çıktığı bu yeni inncın en ateşli savunucusu olur ve onu yaymak için yolculuklar yapar, topluluklara mektuplar yazar.bilinmelidir ki Mesih inancının ilk yayıldığı sıralarda Pavlus zamanının çoğunu yine Anadoluda geçirmiştir. Anadolunun Pavlus’un hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır ve bunu mektuplarında bunu sık sık yinelemektedir.

Yolculuklarının başlangıç noktası Antakyadır yine. Bunların Anadoludaki uğrak merkezlerinden en önemli olanlarını görelim.

Pavlus’un ilk yolculuğu Konya ve çevresi :

Pavlus, ilk yolculuğuna başlamk üzere Barnabas ve bir kaç kişi ile Antakyadan yola çıkar. Liman kenti Seleukeia Pieria’dan (Samandağ) gemiy binerek kıbrıs’a yelken açarlar. Salamis’ten Pafos’a kadar adayı dolaşarak vaazlar verirler. Pafos’tan Pamfilya pergesine, oradan da Pisidya Antakyasına (Yalvaç) gelirler. Orada da halkı bu yeni inanca çağıran konuşmalar yaparlar. Ne var ki Yahudiler, Pavlus ve Barnabas’ın sözlerinden hoşnut kalmadıkları için halkı onlara karşı kışkırtırlar ve oradan kovdururlar iki arkadaşı. Onlar da Konya’ya gelirler.

Ama aynı kargaşa Konya’da da meydana gelir. Yahudiler orada da kışkırtıcılık yaparlar. Halk ikiye ayrılır. Pavlus ve Barnabas saldırıya uğrayacaklarını ve taşlanacaklarını anlayarak yakındaki Lykaonya bölgesi şehirlerinden Lystra ve Derbeye kaçarlar. İncil’i yani müjdeli haberi yaymayı orada da sürdürürler.

O yörede fena karşılanmazlar başlangıçta. Pavlus lystra’da bir mucize göstererek doğuştan kötürüm bir adamı ayakları üzerinde doğrultup yürütür. Bu gördüklerinden şaşkına dönen Lystralılar bu iki Tanrı adamını gökten inmiş iki Tanrı sanarak Barnabas’a Zeus, Pavlus’a da Hermes derler. Bununla da yetinmezler, onlar için boğalar kurban etmeye kalkışırlarsa da bu iki tanrı adamı güç bela engellerler onları.

Ne var ki Konya’dan ve Antakya’dan kimi Yahudiler gelerek halkı kışkırtırlar yine. Bunun sonucu olarak Pavlus taşlanır. Öldü sanılırken o yine Barnabas ile Derbe’ye çıkar ve bir çok kişiyi yeni dine kazandırır. Daha sonra da geri dönüp Lystra, İconium(Konya) ve Yalvaç’a gelirler, oradaki halka vaazlar verirler. Sonra Perge üzerinden Antalya’ya varırlar. Oradan da Antakya’ya geri dönerler. Ve ertesi yıla dek bu bölgelere iknci bir misyon düzenlenmedi.

Pavlus’un ikinci yolculuğu Galatya ve çevresi :

Bu kez Barnabas Pavlus ile birlikte gitmek için Markos’un da gruba katılmasını koşul olarak ileri sürdü. Pavlus buna razı olmayınca, iki habercinin yolları ayrıldı. Barnabas, Markos’la Kıbrıs’a gitti, Pavlus ise, Yahudi olmayan inanlıların başlarının dertte olduğu Galatya’ya döndü.
Burada Galatya ile ilgili kısa bir açıklama yapmak doğru olur kanımızca Galatya bugün anadolunun ortalarında yer alan bir bölgedir bu bölge Ankara’da dahil olmak üzere çevre illeri de kapsamaktaydı. Galatya isminin ise o tarihten önce bölgeye göç eden kelt kökenli kavimler tarafından verildiği bilinmektedir.

Neyse burada konumuza tekrar dönelim ve o zamanın nadolusunda yaşanan olayları daha yakından inceleyelim.

Eskiye bağlı Yahudiler baştan beri baştan beri bunlara itibar etmiyorlardı. Yahudi olmayanlara karşı çıkarılan toplumsal olaylarda kimi Yahudi babaları Pavlus’un öğretisini alttan alta yıkmaya kalkışmış, giderek havarilik yetkisini sorgulamışlardı. Onun belki iki yolculuğu arasında Galatyalılara yazdığı Mektup’ta, bu durum ve yaratmış olduğu üzüntü fark ediliyor. Çoğu kez olduğu gibi, bu kez de sorumlulukları sabrını taşıracak kadar onu sıkmaya başladığında, öfke ve şefkat gözyaşlarının kapıya dayandığı görülüyor. Sonunda, yeniden doğru dürüst bir uyum havası sağlamak için, kendisinin orada bulunup büyük bir baskı kurması gerekiyor, uyum sağlayıncaya dek misyon gezilerini sürdüremiyordu.

Lystra’ya iade-i ziyaret için gittiğinde Timoteyus adında yarı Yahudi bir gencin yardımını gördü. Sonra bu genç uzun yıllar onun yanından ayrılmadı. Yine büyük bir olasılıkla ikinci gezisinde Elçilerin İşlerini yazmayı üstlenmiş olan “sevgili doktor” luka’da ona katıldı. Çünkü bu noktadan başlayarak anlatıda zaman zaman ünlü “biz parçaları” geçer: bu parçalarda yazar, kendisinin tanık olduğu olayı, birinci çoğul kişi ile anlatmaktan kendini lamaz. İşte böyle, sonunda belki üçü birlikte, İ.S.50 yılının sonbaharında Galatya’dan ayrılıp tekrar yollara düştüler. Pavlus başta batıya yönelip Asya eyaletine ya da kuzeye vurup bithinya’ya (Marmara bölgesi) gitmek düşüncesindeydi. Ancak üstün bir sezgi gücüyle her iki tasarınında o an için uygun olmadığı kanısına vardı. Sonra çankkkale boğazının girişinde Aleksandreia Troas’ta görüyoruz onları. Pavlus’un düşünde, avrupaya geçmesini bildiren çağrıyı aldığı yer burasıdır. Luka’nın sözleriyle “hemen makedonya’ya gitmenin bir yolunu aradık Tanrı’nın sevinç getirici Haber’i onlara müjdelemek için bizleri çağırdığı sonucuna vardık.” Filipi’de Selanik’te, Bercia’da Atina’da vaazlar verdiler; daha sonra Pavlus iki yıl Korinthos’ta arkadaşı Akvila ile Priskila’nın evinde kaldı.

Pavlus’un ilk asya ziyaretini erteleme kararı üzerine bir çok tahmin ileri ürülmüştür. Bazı yorumculara göre, yuhanna o sıralar Efes’te ikamet ediyordu, İon şehirlerindeki Hıristiyan topluluklarıda özellkile onun faaliyet alanına giriyordu. Gene çoğu kimse Yuhanna’nın Yeruşalim’den çıkıp Efes’e artık orada yaşamak üzere giderken, özel olarak onun nezaretine verilmiş olan Meryem’i de götürdüğüne inanmaktadır. Meryem’in Efes’te ikamet etmiş olam olasılığı bu noktada konudan epeyce sapmamızı haklı kılacak ölçüde ilgi toplamıştır.

Meryem ve Efes :

Meryem’in İsa’dan sonraki yaşamıyla ilgili olarak sözlü geleneğin bize sunduğu iki almaşık kuram vardır; kisi de yazılı herhangi bir belgeyle desteklenemiyor. Bugünkü değişik Kiliselerin bu kuramlara inanmada şağı yukarı eşit olarak bölündüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu kuramlardan birine göre, meryem Yeruşalimde kalıp ölünceye değin Yuhanna’yla birlikte yaşadı. Diğerine göreyse Yuhanna’yla birlikte Yeruşalimden Efes’e gidip orada Yuhanna’nın ya da Pavlus’un kurmuş olduğu Kilisenin koruması altında yaşadı. Her iki kuramı destekleyen belgelerin, ister sözlü gelenek biçiminde ister daha sonra Kilise tarihçilerinin göndermeleri biçiminde olsun, ayrıntılı olarak sıkça ele alınmış olduklarından, burada incelenmesine gerek yoktur. Yalnız iki nokta Efes kuramının dayandığı usa vurumu göstermeye yetecektir.

Birincisi tamamen olumsuz kanıttır ve İ.S. 375 yılında, ilk dönem Hıristiyan yazarlarından Epiphanios’un bir düşüncesinden çıkarılmıştır. Epiphanios’a göre “Kutsal Kitapta Meryem’in ölümüne ilişkin bir söz yok: öldümü kaldı mı, gömüldü mü, gömülmedi mi? Kutsal kitapta, Yuhanna, Asya eyaletine gittiğinde, onu yanında götürdüğüne ilişkin görüşü doğrulayacak hiç bir yetke de yok.” Demek ki, Kilise ihtiyarları, dördüncü yüzyılın sonlarına doğru böyle bir uyarı notunun düşülmesini gerektirecek kadar güçlü bir Efes geleneğinin oluştuğunu zaten biliyorlarmış. İkinci nokta, İ.S. 431’den az sonra toplanan Efes konsiliyle ilgilidir.

Göründüğü kadarıyla konsilin başlıca amacı, Nestories ile yandaşlarının Tanrı’nın bakire anasına tapınmayı küçültücü niteliklerini kınamaktı. Konsilin tutanakları arasında İ.S.429 yılında kyzikos piskoposu Proklos’un verdiği vaazın metnide vardır. Proklos’un konusu “kadın soyunun yüceltilmesi” özellikle de “tam vaktinde hem ana olan hem bakire kalan onun” övülüp yüceltilmesiydi, çünkü, cemaatin önünde söylediği gibi, “Tanrının nası Kutsal Meryem bizi orada bir araya getirmişti.” Ancak, öykünün en ilginç yanı, konsilin toplandığı yerin “meryem adlı en kutsal Kilise” olmasıydı. Efes’te Roma dönemi kentini kazan Avusturyalı arkeologlar bu Kilisenin, yıkıntılarını gören herkesin iyi bildiği, çifte bazilika olduğu kanısındadır. Bu yapıda gerçekten iki Kilise vardır; en doğudaki Justinyanus zamanından kalmadır, batı kısmındakinin ise, İ.S.431 yılında var olduğu hemen hemen kesindir. Daha önce de söylendiği gibi Meryem’in efes’te oturduğu savının dayandığı bu ve başka kanıtlar son zamanlarda yeniden ilgi çekmeye başladı. Bu kez olay, Meryem’in evi denmiş olan yerin yeniden bulunmasıyla bağlantılıydı. Kentin güneyinde Solimissos(Aladağ) dağının yamaçlarındaki güzel küçük, Kutsal yapı, ününü, doğrusu, geçen yüzyılın başlarında meydana gelen doğaüstü bir olaya borçludur.

Anne Catherine Emmerich’in gördüğü görüntü, 1818 yılında kendi vardır. ağzından ozan Brentano’ya yazdırıldı. Brentano 1841 yılına değin bir şey yayımlamadı, yayımladığında da dağıtımı çok kısıtlıydı. Bu da kadıncağızın 1824’te ölümüyle İzmir Katoliklerinin buluşu arasında niçin bunca zaman geçtiğini açıklamayı kolaylaştıracaktır. Yaşarken bulunsaydı, onu ne çok sevindirecekti! Görüntüdekine öylesine gizemli bir biçimde benzeyen yıkık yapı, apsisli küçük şapelimsi bir şeydi ve komşu köyde oturan Rum topluluğu burayı zaten Kutsal yer olarak biliyor, zaman zaman burada dinsel törenler gerçekleştiriyorlardı. Gene yunanca-türkçe adıyla buraya geleneksel olarak Panaya Kapulu deniyordu. Sözcük anlamı”kutsalın kutsalı kapılı [bakire]dir. Yapı şimdi kısmen onarılmış olup Ayasoluk’tan (Efes’in bugünkü adı) gelen bir yol bizi buraya ulaştırmaktadır. Dinleyiciler arasında söz konusu yeri ziyaret etmiş olanlar, hatta şimdi yurtdışındaki ülkelerde gelip düzenli olarak yapılan hac yolculuklarına katılmış olanlar bile

Pavlus’un üçüncü yoluluğu Efes :

Pavlus sonunda üçüncü misyon gezisinde Efes’e geldi. On sekiz ay kaldığı uzun korint durağından sonra, ilkin Suriye Antiokheiasına gitmesi gerekiyordu. Ancak gemisi Efes’e uğrayacağı için, yanına akvila ve Priskila’yı alıp dönüşüne değin onları orada bıraktı. Daha sonra, Antiokheia’daki işini bitirip Yeruşalim’e geçtikten sonra, gene küçük Asya üzerinden yola koyuldu; sevgili Galatyalı cemaatlere uğrayıp olağan teftişinide aradan çıkarmak istiyordu. Sonunda Efes’teki arkadaşlarıyla buluştu ve üç yılın büyük bir bölümünü orada geçirdi.

Bu süre onun görevinin en mutlu bölümü değildi. Günlük gereksinimlerini karşılayamayacak kadar para sıkıntısı çekmesi de dahil, akla gelebilecek her türlü maddi güçlükle yüzyüze gelmekle kalmadı, özellikle Korint’ten aldığı haberlerle ilgili olarak, manevi olarak da sürekli kaygı içerisindeydi. Burada da daha önce Galatya’da olduğu gibi, yetkisi söz konusuydu ve Kilise görevlileriyle olan ilişkisi bozulmuştu. Korintlilere yazdığı birinci mektupta da, “hüzün” denen mektupta da bu durum açıkça görülmektedir. Bunların ikiside o sıralar yazılmıştı. Sonuçta efeslilere verdiği vaazlar etkisini göstermeye başlıyor, onu izleyenlerin sayısı artıyordu ki, gümüşçülerle put tacirleri, onun etkinliklerine karşı eyleme giriştiler ve halkı ona karşı ayaklandırıp sonunda kentten ayrılmasını sağladılar. Halkı ayaklandırmakta etkin olan bu gümüşçüler bizlerin hiçte yabancısı olmadığı ve bu ülkede doğan hemen hemen herkesin bildiği Artemis’in heykelini yaparak para kazanmktaydılar bugün Efes’e gidenlerimizin bildiği bu pagan merkezini İsterseniz burada durup biraz daha açalım ve neden Pavlus’a karşı olduklarını biraz daha kavrayalım.

Pavlus Ephesoslu Artemis’e karşı :


Üçüncü yolculuğuna Pavlus’un Efes’te üç yıl kaldığını söyleyerek başlamıştık. Elçilerin İşleri kitabında belirtildiği gibi “Tanrı Pavlus’un eliyle olağanüstü mucizeler yaratıyordu. Şöyle ki Pavlus’un bedenine değen Peşkir ve peştemaller hasta olanlara götürüldüğünde hastalıkları yok oluyor kötü ruhlar içlerinden çıkıyordu.” (Elçilerin İşleri 19:12)

Pavlus Efesteki sinagog’ta vaazlar veriyor, Tiranus’un okulunda da derslere gidiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla bu vaazları ve dersleri sırasında durmadan verip veriştirmişti Efes’in ve Efeslilerin en değer verdikleri tanrıçaları Artemis’e. Onunla birlikte, tanrıça’nın gümüşten heykelciklerini yapan zanaatkarlar da paylarını alıyorlardı bu kötülemelerden.

Bu durumdan şikayetçi olan pek çok insan vardı kuşkusuz. En başta da bu işten geçimlerini sağlayanlar. Günün birinde Demetrios adında bir kuyumcunun canına tak etmiş olmalı ki, toplar bu işle uğraşanları ve şöyle konuşur:

“efendiler bilirsiniz ki zenginliğimiz bu iştendir ve yine görüp işitiyorsunuz ki, bu Pavlus, yalnız Efes’te değil ama neredeyse bütün Asya’da, ellerimizden çıkan tanrıların tanrı olmadıklarını söyleyerek pek çok kişiyi inandırıyor ve onları kışkırtıyor. Bu işte kötülenen yalnızca mesleğimiz değildir. Ama ulu tanrıça Artemis’in tapınağı’da hiçe sayılmakta. Bütün dünyanın ve Asya’nın taptığı tanrıça’da yakında görkeminden çok şey yitirecek böylece.”

Bu sözleri dinleyen halk büyük bir öfkeyle galeyana gelir ve “Efeslilerin Artemis’i uludur!” diye bağrışırlar. Şehir karışır. Halk iki saat boyunca bir ağızdan Artemis’in ululuğunu bağrışır. Sonunda Belediye Yazmanı gelip bir konuşmayla halkı yatıştırır. Bu konuşmasında yine Artemis’in yüceliğini över ve Efes’in bu yüce tanrıçanın ve onun gökten düşen yontusunun kutsal şehri olduğunu yineler. Demetrios ve yandaşları bu konuyu mahkemelerde çözümleyebileceklerdir isterlerse. Ama halkın, bu karışıklığın suçlusu sayılmaması için dağılması gerekecektir.

Belediye yazmanının bu konuşmasından sonra kalabalık dağılır.
Bu olayların geçtiğin yerin Efes’in o görkemli tiyatrosunun olduğunu da belirtelim.

Pavlus’un; Efes’te tanrıça Artemis’i hedef alan konuşmaları emekleme aşamasındaki yeni inancı nasıl etkiledi ve nasıl bir sonuç yarattı dersiniz?

Konuşmaların yarattığı olaylar Pavlus’un Efes’ten ayrılmasıyla sonuçlandı. Pavlus bir daha ayak basamadı Efes’e. Çıktığı Makedonya yolculuğunda dönüşte Efes önünde durmadan geçerek Miletos’a gitti ve Efesos Kilisesi ileri gelenlerini oraya çağırdı.

Etkiye gelince...

Bu etki asıl Artemis yönünden gerçekleşmişe benziyor. Dahası Hıristiyanlığın artık iyice yerleşip çoktan resmi bir inanca dönüşmüş olduğu beşinci yüzyılda bile. Unutmayalım ki, vaaz verdiği yerlerde Pavlus’a karşı çıkanlar puta taparlar değil Yahudilerdi. Oysa Efes’te bu kez Artemis inananlarının, bir başka deyişle puta taparlar’ın coşkulu direncini görüyoruz. Bu olayda bize, aslında geleneksel anatanrıçanın bir uzantısı olan Efesli Artemis’in orada ne denli yüceltildiğini ve saygı gördüğünü kanıtlıyor.

Buradan tekrar konumuza dönecek olursak Pavlus’un Anadoluda çekmiş olduğu sıkıntılar onun için çok fazla bir şey ifade etmiyor ve o hala yoluna devam edecek gücü vermesi için Tanrıya yakarıyordu.

Makedonya ve Yunanistan’da son bir yolculuktan sonra, Pavlus Küçük Asya’da son kez görüldü. Egeyi bir kayıkla geçip Troas’a geldi. Kendisini kıyıdan götürecek bir gemiyi beklemek için bir kaç gün orada kaldı (bu arada bir evin üst katında vaaz verirken Eutykhos adında genç bir adam pencereden sarkmış durumda onu dinlerken oracıkta uyuya kalıp aşağıya düştü). Sonunda Assos’tan bindiği gemi Miletos’ta onu karaya çıkarmadan önce Mytilene(Midilli), Khios(Sakız), ve Samos adalarına (Sisam) uğradı Mitetos’a Efes’ten Kilise ihtiyarlarını çağırdı, çünkü görevinin sonuna yaklaştığının artık bilincindeydi. Kentin dışında kıyıda bir veda konuşması yaptı. “Ve işte bütün Ruh’umla Yeruşalim’e gidiyorum”, diyordu son olarak. Bindiği gemi onu Kos, Rhodos ve Patara üzerinden Lykia’ya götürdü, orada Tyros ve Suriye kıyılarına giden başka bir gemiye bindi. Bu olay İ.S.56’da olmuştu, ama yıl bitmeden kendini Yeruşalim’de hapiste buldu. Kaisar’a (İmparator) davasının üst mehkemede görüşülmesi isteğiyle başvurması üzerine, duruşma için Roma’ya gönderilmesine karar verildi.

Pavlus gitmişti ama Anadoluda kurmuş olduğu Kiliseler büyüyüp gelişti, sayıca çoğaldı. Pavlus’un bizzat öğrettikleri, sürekli mektupları ve bildirgeleriyle verdiği öğütler sayesinde kazanılan dayanma gücü, onları inançları yüzünden uğradıkları baskıları tevekkülle karşılamaya yöneltti. Romalıların gözünde şimdi onlar, şüpheli ve belki de istenmeyen bir mezhepti. İ.S 64’te, Pavlus’un yola çıkmasından az sonra, Neron tarafından kundakçılık bahanesiyle cezalandırılmaları daha sonra gelecek aralıksız zulmün ilk halkasıydı. Pilinius, Hıristiyanlığın Bithyna’da(Marmara bölgesi) kaygı verici hızla yayıldığını Traianus’a rapor verdikten sonra, yeni inanışa ibadet edenlerden ahali önünde tövbe etmeyenleri idam ettirmeye başladı. İmparator’da bu eylemi onayladı; ancak muhbirlik yapanların tanıklığının dikkate alınmaması gibi küçük bir çekince koydu. Ona göre, “bu kimseler çağın ruhuna yabancı”idiler. Gene de, Hıristiyan inancına bağlanmanın canlarına mal olabileceğini bilmelerine karşın, yeni katılanlar onu benimsemenin verdiği huzura kavuşmaya koşuştular. Şimdilik ülke çapında örgütlü bir baskı yoktu, ama her an, eyaletin birinde hasatın kötü olması gibi bir kamusal işin kötü gittiği bir olayda, Hıristiyan topluluğu günah keçisi olabilir, halkın sevmediği Romalı vali’de ilgiyi başka yöne çekmek için buna destek vermeden edemezdi. Aynı şey bütün Roma dünyasında olup duruyordu. Suçlanan kişiye, İsa’yı inkar ettirmekten çok, cinsiyeti ve toplum içindeki yeri ne olursa olsun işkence ediliyor ve cezası çoğu kez anfi tiyatroda, halkın gözleri önünde infaz ediliyordu. “Şehit” sözcüğünün anlamı “Şahittir” ve bu şehitler inançlarının şahidiydiler. Polikarp şöyle haykırıyordu: “86 yıl efendime hizmet ettim, bana hiç kötülüğü dokunmadı. Şimdi, beni kurtarmış olan Kralıma nasıl lanet ederim?” verilen yargıyı “Tanrıya şükürler olsun!” sözleriyle karşılayan Afrikadaki Scili halkının galeyanıda o ölçüde dokunaklıdır.

Zamanla, yavaş yavaş putperestler arasında, giderek bizzat infazı gerçeklştirenler arasında, bu dikkate değer dayanma gücüne karşı, istemeyerek de olsa, gözle görülür bir hayranlık, bu gücü doğuran inanca gittikçe artan bir ilgi oldu. Hıristiyanlığın ilkelerine karşı, bu arada, akılla çürütücü girişimlerde bulunuldu ve İ.S.170 yıllarında Celsus “gerçek ilke” sini yayımladı. Buna karşı Tertulyanus, Clemens ve Origenes gibi Hıristiyan düşünüşünün önderlerinden yanıtlar geldi. Bu eğitimli zihinler yeni öğretinin getirdiği basit gerçeği değilse bile, ussallığını gösterebiliyorlardı. Üçüncü yüzyılda Hıristiyanlığın tüm konuları, yasaklanmış bir tapınmanın gizlendiği karanlıktan çıkıp sağlıklı bir toplumsal tartışma ortamına girdi.

İ.S.324’te büyük Konstantin İmparator oldu. Bu çok yetenekli devlet adamı İmparatorluğun yaşamaında devrim yapan, imparatorluğun önüne yeni yollar açan iki büyük siyasal etkinliğinden ötürü ileride anılacaktır. Bunlardan biri İstanbul’un kurulması,diğeride Hıristiyanlığın devlet dini olarak da kabul edilmesidir. Gerçekte bu devrimin tam olarak duyumsanması üç yüz yıl sürdü; çünkü Konstantin’in yaptığı iş en azından yeni bir doğu Roma ya da Bizans devleti yaratmaya eşitti.

ANADOLUDA HIRİSTİYANLIĞIN GELİŞMESİ :

Pavlus’un Hıristiyanlığı tanıtmak ve yaymak amacıyla önemli gezilerini Anadoluda yaptığını görmüştük. Bu gezilerde yine çoğunlukla Antakya’da başlıyor ve orada son buluyordu.

Yeni Antlaşmada lçilerin İşleri, mektuplar, vahiy kitaplarında anadoludaki çeşitli yörelere ve topluluklara sık sık göndermeler yapılır. Pavlus mektuplarından Galatyalılar, Efesliler ve Koloseliler olmak üzere Anadoluda yaşayan topluluklara göndermiştir. Galatya Ankara ili ve çevresinin İ.Ö.3.yüzyıldan başlayarak taşıdığı addır. Kolose günümüz Denizli ilinin Honaz ilçesi yakınlarında kalıntıları bulunan antik bir kenttir. Bu mektuplarda başka Anadolu kentlerinin sık sık adları geçer.

Ekümenik konsiller ve Anadolu :


Hıristiyanlıkta Kilise önderleri ve ileri gelenlerinin dinsel öğreti ve kuralları görüşüp karara bağladıkları toplantılara konsil adı veriliyor. Bir konsilin ökümenik sayılması için bütün piskoposların bu toplantılara katılması gerekiyordu. İşte miladın ilk bininci yılında 8 evrensel konsil düzenlenmişti. Bunların hepsi de Türkiye opraklarında gerçekleştirilmişti.

Bu toplantılardan ilkinin eski adıyla Nicea diye bilinen İznik’te toplandığını görüyoruz. Zaten “ökümenik” sözüde 325 yılında toplanan bu konsil için kullanıldı ilk kez. Konsil İmparator 1.Constantinus’un çağrısı üzerine toplanmıştı. Bu toplantı sonucunda İsa’nın sadece bir insan olduğunu savunan Arius’çulara karşı İsa’nın Tanrılığını, babanın oğlu olarak onunla aynı özden geldiğini ileri süren Kutsal Kitap görüşü kabul edildi.

İkinci Konsil Konstantinapolis’te (İstanbul) toplandı. 381 yılında düzenlenen bu konsilden Kutsal Ruh’unda Tanrı sayılması gerektiği, çünkü onunda baba ve oğul’la aynı özü taşıdığı kararı çıktı.

Üçüncü konsil 413 yılında Efes’te toplandı.

Bundan sonra 451 yılında Kalkedon 553, 680 ve 869 yıllarında olmak üzere değişik yüzyıllarda İstanbul’da dört konsil daha toplandığını görmekteyiz. 869 yılındaki konsil ilk bininci yılın son evrensel Kiliseler toplantısı oluyordu aynı zamanda. Ve buradaki tartışmalar doğu ve batı kiliselerinin ayrılmalarıyla sonuçlandı.

Son İstanbul konsilinden önce bir toplantı da II.Nicea(İznik) konsili adıyla İznik’te düzenlenmişti.

Hıristiyan dini miladın ilk bininci yılında düzenlenmiş bulunan 8 konsilde alınan kararlar sonucu ilkelerine kavuşur. Bu kararları onaylayanlar ya da onaylamayanlar da kendi bağımsız Kiliselerini yine bu konsil sonuçlarına dayandırarak kurarlar. Bu 8 evrensel Kilise toplantısının tümünün de Anadoluda yapılmış bulunması, anadolunun Hıristiyanlık açısından ne denli önemli bir yer tuttuğunu açıkça gözler önüne seriyor.


Yuhanna ve Yedi Kilise :


Proğramımız içerisinde Yuhanna Hakkında biraz da olsa bildi vermiştik Yuhanna İsa Mesih’in ölümünden sonra kendisine emanet edilen Meryem ile birlikte Efes’e geldi. Burada zamannının bir çoğunu beki Efes Kilisesinde hizmet ederek geçiriyordu. İsa Mesih’in havarilerinden birisi olarak yaşadıkları hala gözünün önünden gitmiyodu belki. Ama o bütün bu olanlara rağmen hayatını adadığı Rab İsa Mesih’e hizmet etmekten başka bir şey düşünmüyordu.

Kiliseye karşı olan baskılar artmıştı ve Yuhanna’da bütün bu olanlardan nasibini almış sürgüne gönderilmişti. Aslında yuhanna’nın Efes’te çok uzun bir süre kalmadığı yaygın bir kanıdır fakat bu onun Bölge hakkında hiçbir şey bilmediği anlamına gelmiyordu. O Anadoluda geçirdiği zamanını boşa harcamamıştı bölge hakkında büyük bir bilgi birikimine sahip olduğunu biliyoruz. Evet konumuzu fazla dağıtmadan Yuhanna’nın sürgüne gönderildiği dönem o zamanki Hıristiyanların büyük baskılar altında kaldıkları bir dönemdi. Kendisi bugün Efes ve Kuşadasını ziyaret eden dinleyicilerimizinde çok iyi bildikleri Samos adasına sürgüne gönderilmişti. Samos kuşadasında bakıldığı zaman sanki yüzerek gidilecekmişçesine yakın olan bir adadır. Kendisi sürgünde kaldığı zaman zarfında bugün Kutsal Kitabın son bölümü olan Vahiy bölümünü yazmıştır tabi ki Tanrı’nın kendisini yönlendirmesiyle. Anadoluda’ki yedi Kiliseye karşı Tanrının bildirilerini içeren bu bölüm dünya’nın son zamanları hakkında bizlere bilgi vermektedir.

İşte şimdi burada bahsi geçen ve Anadolu’da bulunan yedi Kilise hakkında ve nerelerde bulunduğunu inceleyeceğiz.


YEDİ KİLİSEYE MEKTUP :



EFES :

Efes kenti Kilise topluluklarına yazılmış olan mektup dizisinde yer alan şehirlerin en önemlisiydi. Romalılar oraya hakim olduklarında bin yıllık bir şehrin tarihi geride kalmıştı. Efes kenti bugünkü İzmir ilinin, Selçuk ilçesine yaklaşık olarak 10 dakika mesafede bulunmaktadır.

Efes İÖ.29 yılında Bergama’nın yerine asya ilinin başkenti olunca, zaten önemli olan rolünü daha da büyüttü. Elçi Yuhanna Kutsal Ruh’un yönetiminde bu yazıyı yazarken Efes tüm yörenin en büyük liman kenti olmakla birlikte, Romaya açılan kapısıydı da. Bu önemli bağlantının yanısıra, kuzey ile güneyi birleştiren ve doğudaki Galatya’ya, hatta ta Fırat vadisi ve Mezopotamyaya kadar uzanan ticaretin şah damarlarını oluşturan yolların kesiştiği yerde bulunması, Efes’i antik çağın en hakim ticaretinin düğüm noktalarından biri haline getirdi. Bunun dışında Efes bağımsız bir kentti. Roma ile sürdürdüğü iyi ilişkilerden dolayı başka (Garnizon) şehirler gibi askeri bir bölüğü ağırlamak zorunda değildi ve otonom bir yapıya sahipti.
Dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis tapınağının orada bulunması, Efes’i Artemis kültü ve tapınışının merkezi haline getiriyordu. 115*55 metrelik bir temelin üzerinde tanrıça Artemis’e (Romalılar’a göre Diana) atfedilen büyük bir tapınak yükseliyordu.

Tapınağın ortasında bol sayıda boğa hayalarıyla süslenmiş bir Artemis heykeli ile ormanı andırırcasına 127 adet, 20 metre yükseklik ve yer yer altın kaplı, her biri bir Kral tarafından bağışlanmış olan sütunlar bulunuyordu. Esasında nerden çıktığı bilinmemekle birlikte bu figür, bir kurama göre gökten düşmüş (Elçilerin İşleri 19:35) ve üstü selvi ağacından yapılmış örtü ile korunan hac merkezinin kalbini oluşturmaktaydı. İki defa yangın geçirmiş olan tapınak, daha sonraki nesillere bir mermer ocağı şeklinde hizmet edip Bizans Kiliselerinin inşaatında kullanılmışa benziyor. Aynı zamanda batıl inançların en büyük merkezlerinden birisi konumunda olan Efes, ‘Efesos’tan Mektup’ diye adlandırılan ve sihirli yazıları içeren bir muska, şifanın yanısıra kısırlığa çare, yolculukta savaşlarda ve bunun gibi durumlarda destek ve koruma vaat ediyordu. 250.000 nüfuslu bu metropole gelenlerin çoğu böyle bir muska edinmek amacını güderdi. Kozmopolit bir yapıya sahip olması Efes’i ünlü bir merkez haline getirmişti. Artemis tapınağının iltica edenlere koruma sağlaması, suçluları ve canileri bir mıknatıs gibi kendine çekerdi. Ayrıca tapınakta yüzlerce dini fahişe hizmet ederdi.

Halkının karışık olması, yasa tanımazların yoğun akışı ve tapınak hizmetçilerinin ahlaksızlığı şehrin olumsuz yönden ünlenmesine neden oldu. Henüz genç ve yeni filizlenen hıristiyanlık için bundan daha olumsuz bir toprak düşünülemezdi. Buna rağmen mesih inancı bu merkezde en etkileyici ve büyük zaferlerinden bazılarını yaşadı. İsa Mesih’le ilgili sevinç getirici haberi dünyaya yayan Pavlus, hizmet yıllarının en uzununu burada geçirdi. İncilde kendi adına iki mektup yazılan genç öğretmen ve önder Timoteos, Efes inananlar topluluğunun kilise trihinde çok önemli bir yer oynadı. Akvila ve Priskilla’nın yanısıra Apollos da ege sahilinde bulunan bu ünlü kentle ilgili olarak yeni antlaşmada adı geçen isimlerdendir.

Daha sonra elçi Yuhanna’da Efeste yaşadı. Çoğu kimse 19. Yüzyılda bir katolik rahibenin görümüne inanarak Efes’te Meryem’in evi ve mezarının olduğunu var sayıyor. Bunda, İsa Mesih’in annesini sevdiği öğrenciye emanet etmiş olduğu gerçeği ile daha sonra Yuhannanın buray gelirken Meryem’i beraberinde getirmiş olmasınında ikna edici olduğu düşünülüyor.(Yuhanna 19:26,27) Efes’in durumu, bizlere Mesih inancının her tür Ruhsal mücadelede zafer kazanılabileceğini gösteriyor.

İZMİR :

Yuhanna’nın dirilmiş Mesih’in buyruğuna uyarak yazdığı ikinci yazı İzmir’in adresini taşıyor. Efes’in yaklaşık 60 kilometre kuzeyinde bulunan o günlerin zengin kenti kendi adını taşıyan önemli bir limana sahipti.
Henüz geçen yüzyılın başında Smyrna, İzmir adını almıştır. Kalıntı halindeki Efes’in karşısında, yaklaşık üç milyonun üzerindeki nüfusuyla bugünlerde bile parlayan bir büyük şehir durumundadır. Hızla gelişen kalabalık şehirlerin demirbaş sorunu olan çevre kirliliğine karşın izmir yine de güzel bir yer sayılır. Yerel halkın sözlerine güven duyacak olursak İzmir bütün ülkenin en güzel kentidir. Eski dönemlerde bu söz kuşkusuz doğruydu. Ünlü teolog William Barclay İncil’in Vahiy bölümü yorumladığı kitabında şunları yazmaktadır: O dönemde bile Asya’nın tacı, süsü veya mücevheri olarak tanımlanırdı. Ozanlar İzmir’in güzelliğini dile getirirken seçkin sözcüklerle dinleyenleri büyülerlerdi. Ege denizinin upuzun bir kolu merkeze kadar uzanır, şehre güvenilir ve güzel bir liman sağlardı. Tepenin üzerinde dikilen binalar şehrin tacı sayılırdı.

Smyrna’nın güzelliğini şarkılarında dile getiren Aristidis, kenti, ayakları denizin içinde duran görkemli bir heykele benzetmişti. Ona göre ova ve hemen arkasında yükselen
Pagos dağı heykelin bedenle göğüs kısmını oluştururken üstündeki konutlarda taçlı başını sembolize ettiler.[1]’ Antik çağların İzmir’i güzelliğini esrarengiz ve hoş bir doğanın yanısıra estetik bir plana göre inşaa edilmiş olmasına da borçluydu. Böyle bir şehirleşme İÖ.3.yüzyılda pek görülmemiştir. Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos ve

Antigonos şehrin konumunu dikkatlice inceleyip yapılaştırarak büyük kumandanın buyruğunu yerine getirmişlerdi. Çünkü Makedonya Kralı İskender düşünde gördüğü şehrin görünümüne uygun olarak Pagos yamacında büyük bir yerleşim merkezi kurmak istemişti. Bunun yakınında İÖ.1000 yıllarında Aiolialılar olarak bilinen Helen (Yunan) kökenli yerleşimcilerde bir koloni kurmuşlardı. Ama o da İÖ.600 sularında Lidyalıların çekişmelerine kurban gitti.

Akıllı ve ileri görüşlü bir politika güden İzmirliler, Romalılarla henüz onlar daha dünyanın hakimi olmadan önce, dostça bir iletişim kurmuşlardı. Savaşta zorlanan Romalılara sadık bir şekilde giyim, kuşam ve erzak gönderen İzmirliler bu sayede daha sonraki dönemlerin egemeninin gözüne girebildiler. Smyrnalılar İÖ.195’de Büyük Roma’nın görkemine İS.26’da ise ulu Sezar Tiberius’un heybetine birer tapınak yapıp armağan etmişlerdi. Bu da onlara büyük bir ayrıcalık kazandırmıştı.

Kybele’ye, Zeus’a, Nemesis’e veya Afrodit’e yapılan nice tapınaklarda henüz genç şehrin ortasında bulunurdu. Yılda bir düzenlenen Smyrna oyunlarıda o dönemde ün kazanmıştı. Büyük bir Kütüphane, bir müzik holü ve Asya ilinin yani ege bölgesinin en muhteşem tiyatrolarından biride şehrin önem kazanmasına neden oldu. Homeros’un İzmir’de (Smyrna’da) doğduğu ve ayrıca potresinin kentin madeni paralarının bir yüzünü oluşturduğu gibi kesin olmayan söylentilerde günümüze kadar ulaşmıştır.
Yahudi nüfusunun önemli bir kitle oluşturması, İzmir’e ilişkin son ayrıcalıktır. William Barclay’a göre şehrin güzelleşmesi için büyük katkıda bulunan Yahudiler bundan dolayıda önemli bir etkiye sahiptiler.

Smyrna, mür (ağacı) anlamına gelir, hoş kokulu mür yağı elde etmek için çalımsı ağacın gövdesi bir keskiyle çizilir, akan reçine toplanırdı. Yağ ağaçta oluşan doğal yarıklardan sağlanırsa mğrğn kalitesinin daha iyi olduğu söylenir. Bu benzetme İzmir Kilisesi için çok uygundur. Çünkü burada Rab’be ait olan imanlılar topluluğu, çok faazlasıyla yaralara maruz kaldı. İzmir çok acı çeken bir topluluktu Kutsal Kitapta (Tevrat, Mezmurlar) mür yağı Tapınak hizmetlerinde veya ölüler için baharatlarla kefen hazırlanmasında kullanılırdı. İzmir Kilisesindeki inanlılar, zulmün acı kasesine içmek zorunda kalırlarken, inançlı tanıklıkları Tanrı’nın onuruna sunulan hoş bir koku olmuştur.

BERGAMA :

İsa Mesih üçüncü mesajını, bergamadaki izleyicilerine gönderiyor. Bu mektup, parlak bir geçmişe sahip, kültürel zenginlik ve çok sayıda dini tapınakla ün kazanmış bir şehirde yaşayan inanlılara yazılmıştır.

Büyük İskender’in Generallerinden Lysimakhos’un ölümünden sonra Pergamon İÖ.281 yılında bağımsızlığını ilan etti. Trakia Kralı Lysimakhos’un kalede sakladığı 9000 talant değerindeki gümüşe el koyan Bergama, bununla yeni başkent olarak hızla gelişen Attaloslar (Bergama Krallarının mensup olduğu Hellenistik dönem hanedanı) krallığının temelini atmış oldu. 150 yıldan kısa bir sürede Pregamon muhteşem bir şehir durumuna dönüşerek askeri gücüyle egemenliğini çok büyüttü. Başlangıçta sınırları kalenin burçlarından rahatlıkla görülürken, siyasi otoritesi zamanla ege bölgesinin önemli bir kısmını içerisine alarak güneyde Akdeniz kıyılarına, doğuda Anadolunun iç kısımlarına kadar uzandı.

İÖ.133 yılında kendi halkınca nefret edilen, korkak ve Pergamon’un son Kralı olarak tarihe geçen Attalos III, Krallığı vasiyetiyle Roma’ya bağladı. Romalılar ilk önce Bergamayı başkent rolünde bıraktılar. Böylece kendi egemenliklerinde Romanın asya ilini kurdular. İS.29 yılında ise Efes Başşehir durumuna getirildi.

İzmir’in yaklaşık 70 Kilometre kuzeyinde bulunan Bergama, ekonomik yönden Efes ve Smyrna için bir rakip olamadıysa da kültürel açıdan rolünü çok iyi oynadı. Dünyanın dört bir yanından gelen heykeltraşlar, müteahhitler, öğretmenler ve şairler santlarını destekleyen Attaloslar hükümdarlarının emrinde çalışmaktan mutluluk duydular.

200.000 yazılı tomara sahip olan Bergama üniversitesi dünyaca ünlüydü. Çünkü bu yazılı eserlerle İskenderiyeden sonra ikinci büyük kütüphaneydi. Önceleri Mısırdan ithal edilen Papirüs yazı malzemesinin Bergama’ya uygulanan ambargosunun nedeni tam bilinmiyor. Kimilerine göre Attaloslar en büyük kütüphaneye sahip olmak arzusuyla İskenderiyenin kütüphane yöneticisine, kendi yanlarına ‘transfer’ etmek için rüşvet önermişler bunu fark eden İskenderiyelilerde Bergamaya ‘ambargo’ uygulayarak Papirüs göndermemişlerdi. Başkalarına göre bu durum sadece rakibi daha küçük tutmak amacıyla yapılmış bir önlemdi. Bütün bunlardan sonra Bergama’nın hayvan derilerini özel bir şekilde hazırlayıp yazı malzemesi olarak kullanmaya başladıkları kesin şekilde biliniyor. Pergamon’un adından türeyen ‘Parşömen’ yazı malzemesi çok daha dayanıklı olduğundan giderek o zamana kadar hakim olan Papirüs’ün yerini almaya başladı.

Ama maalesef Bergama sadece bu önemli buluştan veya çeşitli sanat dallarını desteklemesinden dolayı ün kazanmıştır. Ayrıca Athena, Asklepios, Demeter, Dionysos ve Zus’un onuruna yapılmış kült ve tapınak yerlerinden dolayıda ünlenmiştir.

İsa Mesih bu topluluğa, Tanrı’nın diri sözü için bir betim olarak kullanılan (İbraniler 4:12), iki ağızlı kılıçla görünüyor (Vahiy 1:16; 2:16; 19:15,21) Tanrı’nın gözü ve ışığı, karanlığı ayırdığı gibi, kendi halkı ile dünyayı da ayırıyor ve dünyayı günahı için yargılıyor. Biraz sonra dinleyeceğiniz üzere Rab topluluğuna konuşurken birinci bölümden gelen bu manzarayı boşuna kullanmıyor.

Bir kez daha İsa Mesih’in onların nerede yaşadıklarını ve oradaki durumun ne olduğunu bildiğini görmekteyiz. Mesela Bergamaya yazılan mektupta bahsedilen konulardan biriside Şeytanın tahtının orada olduğudur. Bu konuda bir çok görüş bulunmaktadır ve bu görüşler Bergama kentinin geçmişine ışık tutmakta ve kentin renkli tarihini bizlere biraz da olsa yansıtmaktadır. Bu görüşlerden birincisi;

ZEUS TAPINAĞI :

Pergamon, kendini Yunanlıların yaşam tarzı ile inançlarının savunucusu olarak görürdü. İÖ.230 yılında Attaloslar sürekli olarak Krallığı tehdit eden, dizg inlenmedi zor keltlere karşı önemli bir zafer kazanmıştı. Bununla bir zamanlar Bitinya Kralı tarafından Avrupa’dan ülkeye çağrılan ve arazilerini sürekli genişletmeye çalışan Galya kökenli yerleşimciler, kendilerine gösterilen Galatya bölgesiyle yetinmek zorunda kaldılar[2] Bergamalılar bunu üzerine kendileri için, korkulan bu güçlü düşmana karşı zafer sağlayan Zeus’a, dağın düz bir yerinde yaklaşık dokuz metre yüksekliğinde bir sunak inşaa ettiler. Bu sunak kocaman alt yapısı ve şekliyle büyük bir tahtı andırırdı. Her gün sunuların dumanı gökyüzüne yükselirdi. William Barclay, bu sunağın şeytanın tahtı olarak düşünüldüğü görüşe katılmamakta. Çünkü Yuhanna’nın yaşadığı ve Kiliselere bu mektupları yazdığı yıllarda (İS.96) Yunanlıların inanıp onurlandırdıkları ilahların, artık pek önemli olmadıklarına dikkat çekiyor.

Bu görüşlerden ikincisi ise şudur;



ASKLEPİOS :

Yunanlıların ve Romalıların iyileştirme biliminin ilahı olan Asklepios (Asklepieion) tapınağının ise o günlerde varlığının doruğunda olduğu söyleniyor. Şifa Tanrısı dünyanın dört bir yanından yardım arayanları bir mıknatıs gibi kendine çekerek antik çağların Lourdes’i adını almıştır. Asklepieion tesisi, şifa banyoları olan bir nevi hastaneydi. Birçok

Rahibin yanısıra doktorlarda hizmet ediyordu. İkinci yüzyılın başlarında bunların arasında ünlü doktor ve yazar Galende vardı. Çoğu zaman hastaların iyileşmesi Asklepios tanrısının müdahalesine bağlanır ve kendine kurtarıcı anlamına gelen ‘Soter’ adı verilirdi. Bu konuda Barclay ‘Belki de sevdikleri Rab’bin adlarından olan bu ismi, Yunanlıların bu puta vermiş olmalarından, Mesih inanlıları, çok üzüntü duyarak durumdan rahatsız oldular’ diye düşüncelerini ifade eder. Bunun yanısıra Asklepios, doktorların sembolü haline gelen ve bir sopanın üzerinde tek yılan figürü olan ‘Akulapsopası’ ile sembolize ediliyordu. Kutsal Kitap’ın hem eski hem yeni antlaşmasında yılan şeytanın bir betimidir. Bu da şeytanın tahtını ‘Asklepieion’ tesisinde göstermek için bir başka kanıt sayılabilir.

Bir diğer görüş ise;

İMPARATORA TAPINMA :

Buna göre İsa Meish’in; ‘Nerede yaşadığını biliyorum; şeytanın tahtı oradadır’ diye söylediği sözlerin imparator kültünü kastettiğini düşünürler. Roma, egemen olduğu bütün ülkeler ile onların geleneklerini birleştirerek nasıl bir arada tutacağı sorunuyla karşı karşıyaydı. Bir çok devlet Roma’nın sağladığı düzen sayesinde barış ve zenginliğe eriştiği için onda ilahimsi bir yapı gördüler. İÖ.195 yılında İzmir’de Roma ruhuna (Dea Roma) bir tapınak adanmıştı. Bu ruhun bedenleşmesi ise tabi ki imparator Sezar da bütünleşti.

Roma illerindeki şehirler imparatorun onuruna birer tapınak inşaa edip onun bekçiliğini yapma ayrıcalığına sahip olmak için birbirleriyle yarıştılar. İşte bu durumu gören Roma, dünya egemenliğini bütünleştirecek ilkeyi keşfetti. Roma sınırları içinde yaşayan her kişinin, yılda bir defa imparator tapınağına gelerek ‘İmparator Rab’dir’ diyerek bir miktar tütsü yakması gerekliydi. Bunu yerine getiren vatandaşa ibadet gereğine uyduğunu belgeleyen bir yazı veriliyordu. Roma bu yasayı koyarken dini bir törenden çok siyasi birliği düşündü. Hiçbir zaman bu töreni tek ibadet şekli olarak uygulatmayı da tasarlamamıştı. İmparator tapınışına katıldıktan sonra, genel düzen ve ahlak kurallarına ters düşmedikçe herkes istediği dini kabul edip onun kurallarına göre ibadet edebilirdi.
Ama hiçbir Mesih inanlısı böyle bir tanıklıkta bulunmayacaktı. Hıristiyanlar için tek bir Rab (Kyrios) vardı. İsa Mesih. Yöneticiler onların bu görüşlerini anlamadılar ve onun için Mesih inanlılarında dinlerinin yasaklanmasını gerektiren devrimci bir güç gördüler. Yörenin ilk imparator tapınağı İÖ.29 yılında Sezar Avgustus’un onuruna Bergama’da inşaa edildiği için şehir asya ilindeki kült merkezi durumuna gelmişti. Bu, orada oturan Mesih inanlılarının üzerine her an bir kılıcın ineebileceğinin göstergesiydi.

Bu durumda bazı tarihçiler ve Teologlar ‘Şeytanın tahtı’ için en ikna edici kanıtı görüyorlar. Mesih inanlılarına göre sevdikleri Mesih için kullandıkları ünvanı Roma imparatoruna atfetme zorunluluğundan daha şeytani bir eylem olamazdı.

TİYATİRA :

Kiliselere gönderilen mektup dizisinden en uzun olanıdır. Bulunduğu şehir hakkındaki bilgilerimiz diğerleri kadar fazla değildir. Tiyatira’nın bir zamanlar Lidyalılar tarafından Pelopia adıyla kurulmuş olduğu bildiriliyor. İÖ.3. yüzyılda İskender’in ardıllarından Seleukos Nikator tarafından fethedilmiştir.[3]

Sonraki yıllarda Selefkiler (Seleukos Nikator tarafından kurulan Selefki hanedanlığı), gittikçe güçlenen Bergama Krallığına karşı, kendi topraklarını korumak için, fethettikleri şehri Tiyatira adı altında sınırda tampon bölge olarak kullandılar. Bütün bu önlemlere karşın İÖ.190 yılında şehir Attaloslar’ın eline geçti. Attaloslar Tiyatira’yı bir Garnizon şehrine dönüştürerek çok sayıda askerle güçlendirip surları pekiitirdiler. Bu şekliyle Tiyatira, başkent Bergamayı savunmak üzere öncü görev almış oldu. Ancak bu ‘ayrıcalıklı’ görev çok semeresiz bir sorumluluktu. Nitekim geniş bir ovada hızla yaklaşan düşmana karşı kolaylıkla direnilmezdi. Bugün Akhisar adıyla bilinen ve İzmir-Bursa karayolu üzerinde bulunan Tiyatira, Pergamon ve Sardis (Salihli, Sart) arasında kuruluydu. Smyrna’dan Bizans’a ve Pergamon’dan Sart, Filadelfya (Alaşehir) ve
Laodikya’ya (Denizli, Eskihisar) uzanan yollar bu verimli geniş ovada kesişiyordu. Bunlar sayesinde Tiyatira en azından bir ticaret merkezi olarak önemliydi.
Dini yönden Tiyatira, uluslar arasında pek önemli bir rol üstlenemiyordu. Bulunan paralardan buralarda güneş tanrısı Apollo-Tyrimnus’un yüceltilmiş olduğu anlaşılmıştır. Daha sonra Roma İmparatoru, beden almış Apollon olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.[4] Tiyatira’da, falcılık yapılan kutsal bir yerin dışında, İmparatora ya da Grek ilahlara adanmış önemli bir tapınak yoktu. Smyrna veya Bergama’dakilere kıyasla buradaki inanlılar inançları uğruna zulüm ve tehdit görmediler.

SART :

Deniyor ki, tarihte hemen hemen hiçbir yerde bir zamanların görkemi ile bugünkü harabelerin birbirine bu kadar zıt bir şekilde durduklarına dair başka bir örnek yoktur. Bu mektup yazılmadan yaklaşık 700 yıl kadar önce Sart dünyanın en önemli bölgelerinden biriydi. Lidya egemenliğinin Kralları Sart’ta efsanevi zenginlikle hüküm sürerlerken aynı zamanda Greklerin karşısında korkulacak bir güç oluştururlardı.

Sart önceleri 500 metre kadar yükseklikte antik Tmols’un (Bozdağı 2517 m.) uzantısı olarak, Gediz vadisine uzanan bir tepe üzeeirnde kuruluydu. Etrafındaki dik yamaçlardan dolayı Akropol’un kurulduğu düzlüğe erişilmesi çok zordu, savaş halinde fethedilmez olarak nitelendirilirdi. Zamanla gelişen şehir için bu yüksekteki yer dar geldi. Dik yamaçların dibinde, vadide akan çayın kenarında, Sart II kuruldu. Aşağıdaki şehir kurulurken Paktolos nehrinde (Sart çayı) bulunmuş olan altın yatakları Sart’ı inanılmaz zenginliğe eriştirmiştir.

Ayrıca yoğun şekilde çeşitli mücevher, boya ve kumaş ticaretinin gelişmesi, Sart şehrinin çok varlıklı olmasına katkıda bulundu. Madeni paraların basılma tarihi burada başladı. ‘Karun gibi zengin’ deyimi Kral Karun’un görkemli döneminden kaynaklanır. Kral Krösos (Karun) Lidya Krallığının en önemli önderi olmakla birlikte ani yıkılışına da neden oldu. Tüm zenginliğinde kendini emniyette hisseden Karun (Bkz.Süleyman’ın Özdeyişleri 18:11), halkıyla birlikte buna hiçbir şeyin son veremeyeceğine inanıyordu. Delfi’de (Yunanistan) bulunan ve geleceği söyleyen ‘Orakel’ in (Kahine); ‘Holys ırmağını (Kızılırmak) geçmekle büyük bir Krallığın sonuna neden olacaksın’ çift anlamı sözünü, kendi üzerine almadı ve Pers imparatorluğunun sonu olarak yorumladı. Bütün ikazlara rağmen, doğudaki komşuya karşı savaşa girişti.

Rahata alışmış ordusuyla Karun ve Lidyalılar, İranlılar tarafından ta Kapadokyaya geri püskürtüldü. Lidyalılar daha sonra Sart’ın önünde gerçekleşen bir sonraki saldırıda, Kutsal Kitaptan tanıdığımız Koreş’in savaş hilesine yenik düştüler. (Koreş için bkz. Yeşaya 44:28; 45:1-5; 2.Tarihler 36:22,23; Ezra 1:1,2) Pers Kralı Koreş, atların develerin görüntüsü ve kokuları karşısında ki ürküntüsünü anımsayarak kendine avantaj sağladı. (Çünkü atlar develerin kokularından paniğe kapılırlar) Koreş hayvanların üstündeki yüklerin indirilmesini ve askerlerinin develerinin sırtlarında düşmana karşı saldırıya geçmelerini buyurdu. Bunun üzerine atlar develerin önünden koşarak dağıldılar. Lidyalı askerlerde koşarak artık kuşanmak üzere olan kalenin surlarının arkasına saklandılar.[5]

14 günlük bir kuşatma süresinden sonra Pers Kralı Koreş, güçlü kente bir giriş yolu bulan kişiye büyük ödül vaat etmişti. Sıradan bir asker olan Hieroeodes, tepedeki kaleyi gözetlerken Sartlı bir muhafızın miğferini surdan düşürdüğünü gördü. Ardından da askerin miğferi almak için duvardan tırmanarak inip çıktığını fark etti. Bu sayede Hieroeodes, sportmen bir askerin duvarın en dik yerindeki kaya yarığından tırmanarak surlara erişebileceğini keşfetti. Gecleyin bir grup Pers askeri o yarıktan tırmanarak savunma duvarının üstüne çıktı. Surların üzerinde hiçbir nöbetçinin olmaması Persleri çok şaşırttı. Lidyalılar kendilerini öylesine güvende hissediyorlardı ki, nöbet tutmaya gerek görmemişleridi. Bu şekilde Sart İranlıların eline geçti. Böyle bir geçmişe sahip olan bu halk, Mesih’in ‘uyan’ uyarısıyla ne demek istediğini çok iyi anlamıştı.

Daha sonra Sart, Yunanlıların oldu ve Bergama egemenliğinin Roma’ya geçmesiyle bir daha parladı. İS.17 yılında güçlü depremde zarar görerek harap oldu. Yine de Romalıların büyük yardımı ve beş yıl için vergiden muaf tutulmalarıyla ayakta kalabildi. Ancak bir daha eski parlaklığına kavuşamadı. Yuhanna bu yazıyı Sart’ta bulunan topluluğa yazarken, şehrin diri ruhu yok olmuş ve bir zamanlar kudretli olan kalenin sadece kalıntısı kalmıştı. Bu hava benzer şekilde güç ve yaşam sevincini yitirmiş inanlılar topluluğuna da geçmiş olabilir.

FİLADELFYA (ALAŞEHİR) :

Türkçede bu şehrin adı, ‘kardeş Sevgisi’ anlamına geliyor. Filadelfya’nın kuruluşu Attaloslar Kralı Attalos II’ye dayanıyor. İÖ. 159 yılından başlayarak başkent Bergama da Krallığın yönetimini ellerine alan Attalos II, kurduğu şehirlerle ve kültüre verdiği destekle ün yapmıştır. Turizmin gözbebeği olan antalya şehride kendi adıyla Attalos II tarafından kuruldu ve ona Attaleia denilmişti. Attalos II ayrıca “kardeşini seven birisi” diye çevrilebilen “Filadelfus” lakabıyla da biliniyordu. Gerçekten de Attalos kendisinden önce Kral olan ağabeyi Eumenes’i çok seviyordu. Ve ona yürekten bağlıydı. Filadelfiya şehrinin madeni paraları da birbirine tıpatıp benzeyen bu iki kardeşin görüntüsünü taşıyordu. Onların birbirlerine duydukları kardeş sevgisi de yeni kurulmuş olan şehrin adında ifadesini bulmuştur.

William Barclay’a göre bu yeni yerleşimin amacı, bir Grek kültür merkezi olarak komşuları Misya, Lidya ve Frigya’yı etkilemekti. Bu konuda öylesi bir başarı sağlandı ki, Lidya halkı İ.Ö.19’da yalnızca grekçe konuşmaya hatta kendilerini Helen, yani grek hissetmeye başladılar.bununla Filadelfiya kenti, Yunanca dilinin edebiyatını ve bilimini barışçı bir şeklide yayılmasının başlangıç noktası oldu. Barclay bu konudaki düşüncelerini Filadelfiya Kilise topluluğunun Mesih’ten aldığı mesajın 8. ayetine dikkat çekerek şu şekilde sürdürüyor. “acaba İsa Mesih, Kilisenin önündeki “açık kapıyı” gösterirken, şehrin tarihinde yer almış bu önemli belirtiyi mi kastediyor? Yoksa bu kapı, şehrin kuruluşundan yaklaşık 300 yıl sonra, şimdi bu yöredeki insanların Mesih’in değerli müjdesiyle etkilemek için mi açıktır?”

Yuhanna’nın yazısında şehrin konumuyla ilgili dikkati çeken bir başka durum şudur: bugün Alaşehir adıyla bilinen Filadelfiya Sart’ın yaklaşık 50 Km. Kadar güneydoğusunda, geniş bir volkanik ovanın kenarında kuruluydu. Zamanla sönmüş yanardağların izleri ve her tarafa bıraktığı tüf’ü hala görülebiliyordu. Bu sayede alaşehir ovası çok verimli topraklara sahip oldu. Alaşehir antik dönemden bugüne kadar bağcılıkla ün kazanmıştır. Öte yandan yörenin bu yapısı büyük tehlikeleri de içeriyordu. Filadelfiyadaki deprem izleri başka yörelere göre daha yoğundu. İ.S.17’de Sart’ın yanısıra on şehride yıkan korkunç depremin sarsıntıları başka yerlerde sona ererken, filadelfiya’da yıllar sonra dahi hissediliyordu. İ.Ö.63 yılında Amasya’da doğan ünlü coğrafyacı Strobo Filadelfiya’ya “deprem şehri” lakabını vermişti.” Gerçekten de Filadelfiya’da hemen hemen her gün artçı şoklar kaydediliyordu. Şehir halkının büyük bir kesimi yeni sarsıntılardan ve yıkıntı taşlarından korktukları için açık arazide çadırlarda kalmayı tercih ediyordu. Şehrin tarihini iyi bilen ve yaşadıkları süre içinde yer hareketlerinden nasibini almış Filadelfiya inanlılar topluluğu İsa Mesih’in verdiği şu vaadin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu: “galip geleni Tanrımın tapınağında bir sütun yapacağım böyle biri artık oradan hiç ayrılmayacak” (Vahiy 3:12). Bu vaat herkesin özlediği huzur ve güveni içeriyordu. Sonuçta dinlenebilmek

Filadelfiya şehir tarihi ve Mesih’in orada yaşayan topluluğa gönderdiği sözleri ile ilgili son bir belirtiye daha yer verelim. Adı geçen korkunç depremden sonra Roma imparatoru Tiberius, Sart’a gösterdiği cömertlikle Filadelfiya’ya da yardım etti. Bunun karşılığı olarak kentin yönetimi minnettarlıklarını ifade etmek için Filadelfiya’nın ismini değiştirerek ona “neosazarya” yani, “sezar’ın yeni kenti” adını verdiler. Yıllar sonra imparator Vespusyan Flavius’un döneminde tekrar aynı şey oldu. Bugünkü Alaşehir bir süre için Filavya adını taşıdı. Şehrin değişen adları uzun bir dönem tutunmadıysa da Kilise yopluluğu Mesih’te yeni bir adın alınışının (3:12) ne anlama geldiğini anlıyordu.

LAODİKYA (DENİZLİ) :

Çağdaş sanayi kenti Denizli’yi ziyaret eden biri, şehri sadece bir kaç kilometre kuzeyinde, zamanın parlak ticaret merkezi olarak ün kazanmış Laodikya’nın kalıntılarına rastlayabilri. Geniş bir alana dağılmış kırık mermer sütunları ya da bir taş yontma ustasının şekillendirdiği muhteşem bir binanın parçaları, genel yapıların kalıntıları, iki tiyatro, kocaman bir stadyum (koşu alanı) ve buna ait lise komplekslerinin izleriyle hemen yakınındaki su kulesi şihrin geçmişre sahip olduğu görkemi işaret etmektedir. 19.yüzyılda çizilmiş resimlerde sonradan demiryolunun yapımında kulanılmış olan sayısız süslü sütun başları, kapı kemerleri (Piştale kemerleri) ve başka yapı kalıntıları da görüntülenmektedir.

2002 yılının Temmuz ayında ise Pamukkale Üniversitesi ile Denizli müzesi Laodikya’ya kazı ve restorasyon çalışmalarına başlayıp çok kısa bir sürede şehrin anayolu, agora (Pazar yeri) ile bir Kilise binasından muhteşem kesimler orataya çıkardılar.

İ.S.3.yüzyılda ufak bir yerleşim yeri olan Laodikya Suriyeli Antiokhos II.tarafından büyütülerek güçlendirilmiş ve eşi Laodikya’nın adı verilmiştir. Şehir önceleri Bergama ve Pontus Krallarının egemenliği altında kaldı ama sonra Roma’ya geçti.

Laodikya, Efes’i ta uzaktaki Fırat vadisi Suriye ile bağlayan Asya ilinin en önemli yolunun üstündeydi. Bu anayol, güneydeki Perge’yi kuzeye ve Sart’a bağlayan başka önemli bir yolla burada kesişirdi. Şehrin bu elverişli konumu, Romalıların sağladıkları barış dönemi ile birleşince parlak bir ticaret merkezi durumuna yükselmesine neden oldu.

Aslında surla çevrilmiş Laodikya kenti kale olarak tasarlanmıştı. Ama, bu tasarı herhangi bir kuşatma sırasında çok olumsuz sonuçlar doğurabilirdi. Çünkü şehrin suyu oldukça uzaklardan, bugünkü Denizli’nin iç kesimlerinden (hala kısmen görülebilen), boru sistemi ve su kemerleriyle de merkeze getirilirdi.

Tekstil ve tıp alanlarında büyük başarılara imzasını atan Laodikya kentinde de Meish’e inanan bir topluluk vardı. Pavlus bu Kiliseyede yazmıştır. Ama, bugün elimizde olmayan bu mektubun varlığını Koloseliler 4:16’da okuyoruz. Elçi, sadece 15 kilometre kadar uzaklıkta olan Kolose şehrindeki topluluğa gönderdiği yazının, onlarla yakın ilişkide bulunan Laodikyalı inanlılarca da okunmasını istiyor. Koloseliler 2:1’e göre Pavlus bu inanlılar için büyük bir uğraş verdi. Bu mektupta (Koloseliler 4:17) toplulukların gözetmeni olan Arkipus’a sorumluluğunu hatırlatarak buna göre davranması için önderi uyarıyor.
.................................................. .................................................. .............................

Konumuz içerisinde Pavlus’un Anadoluda yapmış olduğu gezilerinden bahsetmiştik kurmuş olduğu Kiliselerin sadece kendi içerisinde kaldığını söylemek tabiki yanlış olur Kiliseler artık kendi inançlarını paylaşabilecek kadar olgunlaşmış olduklarından artık yeni Kiliseler kurulmaya başlanmıştı bile bunlardan biriside Kapadokyadır.
Şimdi Hıristiyanlığın Anadoludaki çok önemli merkezlerinden birisi olan Kapadokyaya gelebiliriz artık.

Kapadokya :

Günümüzde Kapadokya : “kapadokya” adı, gelişen turizm etkinliklerine koşut olarak çok dar bir bölgeye indirgeniyor günümüzde. İl temelinde ele alındığında Nevşehir ile sınırlandırılıyor. Yöre olarak kapsam daha da daraltılıyor: Nevşehir’in iki ilçesi Ürgüp ve Avanos, bir de aynı yörede göreme, Uçhisar, ortahisar gibi kasabalar. Gözalabildiğine uzanıp giden vadiler, peribacaları insanda sanki Ay’ın yüzeyindeymiş duygusunu uyandıran ve uzayın derinliklerine fırlatılmayı bekleyen füzeler örneği doğal piramitler, inanılmaz güzellikte bir görsel şölen sunuyorlar, onları hayranlıkla seyreden bakışlara. Bu olağanüstü şekiller bir de tarih, sanat ve inançla da kucaklaşıyorlar üstelik.

Tarihin ve inançların Kapadokyası: bir de tarihin kapadokyası varve çok eski zamanlara değin uzanan bu kapadokya günümüzdekinden çok daha bir geniş alana yayılıyor. Antik dönemin bölgeleriyle tanımlamak gerekirse Kommagene, Armenia, Pontos, Kilikya, Frigya, ardından Galatya, onun ardından da Likaonya ile komşu olmuş. Günümüz yönetim bölgeleriyle tanımlamaya çalışırsak Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Aksaray, Yozgat, Malatya illeri tümüyle Kapadokya sınırları içinde bulunmaktaydı. Ankara, Sivas ve Adana’nın kimi bölümleride bu sınırlar içinde yer alıyordu.

Kapadokya sözcüğü ne anlama geliyor acaba?

Sözcük, ünlü Pers kralı Darius’un büstündeki yazıtında “katpatuka” biçiminde görülüyormuş. Bununda Zend dilinde “hvaçpa dakhin” sözcüklerinden kaynaklandığı ileri sürülüyor. “güzel atlar ülkesi” demekmiş. Ama Kapadokya adı gerçektende “hvaçpa dakhin” sözcüklerinden mi kaynaklanıyor, o da kesin değil. Ayrıca Hitit ve Luvi kökenli isimlerde ileri sürülüyor.

Neyse, biz bu tartışmaları etimolojik kavramlar yumağına dolayıp iyice içinden çıkılmaz duruma getirmeden ana konumuza dönelim.
Kapadokya ikibininci yüzyıldan başlayarak Hitit, Pers, Selevkos, Roma egemenliklerini tanıdı. Persler döneminde yöre Satraplık yani İran imparatorluğuna bağlı bir “eyalet” sistemiyle yönetildi. Satraplık merkezi Mazaka (Kayseri)idi. İ.S.17.yüzyılda Roma imparatoru Tiberius bir Roma eyaleti yaptı Kapadokyayı. Hıristiyanlığın ise oldukça erken bir dönemde girdiğini görüyoruz Kapadokya’ya. Bu tarihin İ.S.1. yüzyıl olduğu sanılıyor. Bu ilk Hıristiyanlar da aynı dönemlerde başka yerlerdeki kardeşlerinin uğradıkları koğuşturmalara, baskılara, dahası işkencelere uğradılar. Onlarda çareyi sayıları pek çok olan mağaralara sığınmakta ve yeni inançlarının gerektirdiği ibadetlerini orada yapmaya başladılar. Sayıları arttıkça kayaları oyarak Kiliseleri ve Manastırlarıyla dinsel merkezler oluşturmaya başladılar.yalnızca Nevşehir ili sınırları içinde büyüklü küçüklü olmak üzere bu Kiliselerden sayısız denecek kadar çok vardır. Özellikle Göreme vadisi, Kiliseleri, manastırları ve yemekhanesiyle bu dinsel merkezlerin çarpıcı bir örneğini meydana getirir.

Daha 3. yüzyılda Hıristiyanlığın önemli bir merkezi olmaya başlayan Kapadokya bu inanca Kilise babaları da armağan etmiştir. Hıristiyanlık dünyasının bu kutsal ve saygın kişilerini tanımaya çalışalım kısaca.

Büyük Basileios :


329 yılında Kaisareia (Kayseri) da doğan ve 379 da yine aynı şehirde ölen Basileios Kayseri’den sonra İstanbul ve Atina’da öğrenim görmüştü. Kendisi Ariusculuğa karşı tutumuyla tanınır. 370 yılında Kayseri Piskoposu oldu. Bir çok kitaplar yazan bir din bilginiydi de aynı zamanda. Kilise örgütünü ve kurallarını düzenleyen çalışmalar yaptı. Ölümünden kısa bir süre sonra azizler sınıfına alındı. Ortodoks Kilisesine göre yortu günü 1 Ocaktır. Katolik Kilisesi bu günü 2 ocak olarak kabul ediyor.

Göreme vadisinde bu azizin anısına adanmış küçük bir Kilise vardır. Yöredeki başka Kiliselerde bu ermişin tasvirleri bulunmaktadır. Kapadokyalı Hıristiyanlar bu aziz hemşehrilerinin anısını kutsal bir miras olarak yüzyıllar boyu saklamışlar demek ki.

Ariusçuluk : İ.S. 318 yılında İskenderiye Kilisesi Arius’un İsa’nın Baba ile aynı özden olmadığını dolayısıyla İsa Mesih’in Tanrı olmadığını iddia ettiği sapkın bir akımdır. Y.N.

Nyssa’lı Gregorios :

Bu Tanrı adamıda Basileios gibi Kayseri’de doğmuş (İ.S.335) Büyük Basileios’un kardeşi zaten. Ağabeyi tarafından yetiştirilmiş, yetenekli bir hukukçu ve Kilise yöneticisi olmuş. Onun din alanında yetişmesinde ağabeyi Basileios’un yanısıra Nazianze’li Gregorios’un etkili olduğunu da görüyoruz. 371 yılında Nyssa (Nevşehir) piskoposu olan Gregorios da sapkın sayılan akımlara karşı savaşım vermişti. 394 yılında ölen Nyssa’lı Gregorios’un yortu günü 9 Mart olarak kabul edilmiştir.

Nazianzos’lu Gregorios :

4.yüzyılda yaşayan ve hepsi de birbirlerinin yakını Kapadokyalı üç Kilise babası ve azizden üçüncüsü yine bir Gregorios. Bugünkü Aksaray ilimiz yakınlarındaki nazianzoz kentinde 330 yılında doğmuş, doğduğu yerin yakınlarındaki Arianzos’ta 389 yılında ölmüş. O da yakın dostları Büyük Basileios ve kardeşi Nyssa’lı Gregorios gibi ariusçuluk akımıyla savaşmıştı. Doğu Kilisesinde yortu günü 25 ve 30 Ocak olarak kabul edilmiştir. Batı Kilisesinde ise yortusu 30 Ocak olrak kutlanıyor.

Aziz Georgios’un öyküsü :

Kapadokya’da “yılanlı Kilise” adıyla bilinen bir çok Kilise vardır Göreme, ıhlara, soğanlı vadilerinde olduğu gibi. Bu Kiliselere böyle denilmesinin nedeni duvarlarındaki yılan tasvirinden dolayıdır. Bu devasa yılan kimi zaman elleri kargılı, at üzerindeki iki savaşçı arasında görülür. Kimi zamanda yine atlı tek bir yiğit kargısıyla bu koca ejderhanın hakkından gelmeye çalışmaktadır. Adları “yılanlı” olmasa da daha pek çok Kilisede vardır bu tasvirler.

Bu atlı ve kargılı savaşçılardan biri Aziz Theodoros, öteki ise Aziz Georgios. Bizim le alacağımız kişi bu ikincisi. O da bir kapadokyalı ve sonradan bir efsane kahramanına da dönüşen bu Tanrı adamının yaşamıda bir hayli ilginç. Biz önce efsaneleşen yanını anlatmaya çalışalım bu sonradan azizler katına yükseltilen kişinin.

“bir gün Aziz Georgios Libya’da silene adında bir şehirden geçmekteymiş. O şehre yakın bir gölde korkunç bir ejderha yaşamaktaymış. Ordular bile başedemiyorlarmış bu ejderha ile. Kaç tanesi bozulup perişan olmuş karşısında. Canavar kimi zaman şehrin duvarlarına yaklaşırmış ve soluğunun eriştiği yerde kim varsa zehirlermiş üfürmesiyle birlikte.

Bakmışlarki ejderha bu gidişle şehrin altını üstüne getirecek, onun öfkesini yatıştaracak bir yol düşünmüşler ve çareyi her gün iki koyun vermekte bulmuşlar. Böylece bir süre rahat etmişler ama gitgide koyunların sayısı azalmış da azalmış. Bu kez sıra insanlara gelmiş ve aralarında kura çekmeye başlamışlar o gün ejderhaya yem olma sırası kime gelecek diye. Canavar ülkenin gençlerini her gün yiye yiye neredeyse tüketmiş hepsini de, sıra Kralın biricik kızına gelmiş. Genç Prensesi bir kayaya bağlayıp çekilmişler oradan.

Korkunç ejderha başını gölün yüzeyine çıkarıpta kızı görünce yavaş yavaş ona doğru ilerlemeye başlamış. İşte tam da Georgios’un oradan geçtiği anmış bu. Hemen atını ejderhanın üzerine doğru sürmüş ve kargısını savurduğu gibi onu yere serivermiş. Saonra da güzel Prensese: “korkma yavrum kuşağını şu canavarın boynuna dola” demiş.

Kız ermişin dediği gibi yapmış. Ejderhada kendisini toparlayıp yattığı yerden doğrulunca, sahibini izleyen küçük bir köpek gibi Prensesin ardısıra yürümeye başlamış.”

Hıristiyanlık döneminde Aziz Georgios’a bağlanan bu öykü iki kez de Yunan Mitologyasında tekrarlanır. Birinci öykünün kahramanı Herakles’in de atası olan yiğit Perseus’tur, kız da Habeşistan prensesi Andromeda. İkinci öykünün kahramanı ise mitologyanın en güçlü yiğidi Herakles’tir. Genç prenses de, Troya Kralı Laomedon’un kızı, hesione.

Georgios ejderhaya karşı savaşımında kargısının yanısıra haç işaretinden de yararlanıyor ve onu asıl güçlü kılan da kutsal haç zaten. Kapadokyalılar Kiliselerinin pek çoğunda bu öyküyü resmederek hemşehrilerinin anısını ölümsüzleştirmek istemişler besbelli.

Burada simgelenmek istenen Hıristiyanlığın putataparlık karşısındaki zaferi. O korkunç yılan ya da ejderha putataparlık inancını temsil ediyor ve Hıristiyan bir Tanrı adamının önünde yenik düşüyor. Bu tablo batı Kiliselerinde de sevilen bir simge. Venedik’te üç kilise ona adanmış. Masalsı yaşamöyküsü ve ejderhaya karşı yiğitçe savaşımı onu daha sonraki yüzyıllarda “şövalyelerin piri” onuruna yükseltmiş. Bir yoruma göre bu Tanrı adamı bir şövalye romanının kahramanı olup çıkmış nerdeyse. Saygınlığı da pek büyük.

Gerçi batıda Kilise, doğuda ise daha çok Kapadokyalı hemşehrileri sahip çıkmışlar Georgios’a. Özellikle de Kapadokyalılar Kiliselerinin içlerini süslerken onur payını unutmamışlar onun.

Doğu Hıristiyanlığının Kapadokya dışında da pek çok “aziz”i var daha. Onlardan da bir kaçını tanımaya çalışalım.



Anadolulu Kilise Babalarından bir kaç isim :

Aziz Nikolaos (Noel Baba) :

Bir Likya kenti olan Patarada doğduğu söyleniyor bu Tanrı adamının. Gençliğinde Filistin ve Mısır’a gitmiş, yurda döndükten sonra da Myra piskoposluğuna atanmış. İmparator Diocletianus’un Hıristiyanlara uyguladığı baskıdan o da payını alarak zincire vurulmuş. Büyük Konstantinus’un tahta geçip de Hıristiyanlar üzerine baskıyı kaldırmasıyla Aziz Nikolaus’da özgürlüğüne kavuşmuş ve 325 yılında toplanan 1. Nicea (İznik) konsiline de katılmış. Mezarı Myra’da imiş. 11.yüzyıldaitalyan tüccarlar kemiklerini alıp Bari’ye götürmüşler.

Bu Tanrı adamının yaşamı efsanelerle örülüyor daha sonraki yüzyıllarda ve kendiside ünlü Noel Babaya dönüşüyor. Bir efsaneye göre Nikolaos, imparator Konstantinus’a rüyasında görünerek idam hükümlüsü üç subayı kurtarmış. Bir başka öyküdede, çeyiz parası bulamadıkları için bir türlü evlenemeyen üç kızkardeşe yardım etmesi anlatılıyor. Kızlara pencereden gizlice üç kese altın atmış. Noel Babaya dönüşen Aziz Nikolaos’un pencere ya da bacadan gizlice armağanlar göndermesi yaygın bir gelenek olarak sürüyor günümüzde de.

Aziz Nikolaos’un Antalya ilimize bağlı Demre kasabasındaki ünlü Kilisesi yabancı gezginlerce yoğunlukla ziyaret edilen yerlerden biridir.

Azize Helena :

Roma imparatoru Büyük Konstantinus’un annesidir. Bitinyadaki (Bursa ve yöresinin ilk çağlardaki adı) Drepana kasabasında 248 yılında doğmuş, 328’de Nikomedeia’da (Bugünkü İzmit) ölmüş.

Konstantinapolis’in (İstanbul) gerçek kurucusu sayılan Konstantinus annesi Helena’yı ana İmparatoriçe ilan etmişti. Helena’da oğlunun etkisiyle Hıristiyanlığı benimsedi. Yaşlılığında Filistin’e giderek hacı olmuş ve Kutsal Topraklarda Kiliseler yaptırtmış. İsa Mesih’in haçtan indirildikten sonra içine konulduğu yerin üzerine Kutsal mezar Kilisesini onun yaptırdığı söylenir. Bir başka söylentide Azize Helena’nın İsa’nın “gerçek Haç’ını bulduğu yolundadır. Üzerine İsa’nın konulduğu haçmış bu. Helena bu haçı Yeruşalimdeki afrodite tapınağının mahzeninde bulmuşmuş. Bu haçın üzerine yatırılan bir ölünün canlandığı söyleniyor.

Konumuzla yakın ilgisi dolayısıyla imparator Büyük Konstantinus’tan da sözedelim kısaca. Konstantinus Roma’nın başkentini İstanbul’a taşımış, hıristiyanlığı serbest bırakmıştı. Kendisi ise ancak ölüm döşeğindeyken vaftiz edilerek resmen Hıristiyan olmuştu. Bu nedenle Roma’nın ilk Hıristiyan imparatoru kabul edilir. Öte yandan çok tanrılı din yandaşları üzerine de baskı kurmamıştı. Dahası koruyup kollamıştı da onları. Bu nedenledir ki Kilise onu bir ermiş olarak Azizler safına yükseltildi.

Göreme vadisindeki yılanlı Kilisede ana-oğul ermişleri yanyana görüyoruz bir duvar resminde. Aralarında da üzerine İsa’nın konulduğu varsayılan simgesel haç bulunmaktadır. Bu iki ermişin bir Kilisede resmedilmeleri, onların Kapadokyalı dindarlar gözünde ne denli saygın bir yer tuttuklarını kanıtlıyor.
Şimdi yine bir azize daha görelim.

Azize Barbara :

Bu ermiş kadında Nikomedia’lı (İzmit) imiş doğum tarihi bilinmediği gbi ölüm tarihinde de kesinlik yok İ.S. 2 ile 3.yüzyıl başları arasında değişen tarihler veriliyor Azize Barbara Dios Kouros adında bir puta taparın kızıymış çok güzel bir kız olduğu için babası bir zarar gelir korkusuyla koruması altında tutuyormuş Barbara’yı ama kız babasının dinini sürdüreceği yerde Hıristiyan olmuş ve günün birinde de o dönemde ve günümüzde yaşayan bir çok Hıristiyanın yaptığı gibi babasına bu durumu anlatmıştır. Diaskouros’ta kızı alıp “praefectus” a (Romalı yüksek görevli) götürmüş praefectus’ta kızın öldürülmesini buyurmuş cellatlık görevini de Diaskouros üstlenmiş doğrudan ve kendi öz kızını koyun keser gibi kesmiş ama bu zalim babanın cezasını vermekte gecikmemiş Tanrı bir yıldırım bu insanlıktan uzak babayı yok edivermiş bir anda bir Hıristiyan şehidi olarak Katolik kilisesi tarafından Azizelik derecesine yükseltilen Barbara gökgürültüsüyle birlikte gelen fırtınalarda yardıma çağrılıyordu.

Göreme vadisindeki yılanlı Kilisenin tam karşısındaki küçük Kilise bu ermiş kadının adını taşımaktdır.

Aziz Polikarp :

Anadolulu bir başka Hıristiyan Tanrı adamı da Polikarp’tır bu sözcük “çok çekirdekli” anlamına geliyor. Polikarp İzmir Piskoposuymuş. 155, 156 ya da 167 yıllarında İzmir’de yakılarak öldürülmüş öldüğünde 86 yaşındaymış ölümü duygulu bir şekilde anlatılmaktadır bu Tanrı adamının dönem, Hıristiyanlar üzerinde baskıların yoğunlaştığı bir dönemdi. Hırsitiyanların yırtıcı hayvanlara atıldığı bir sirk gösterisi sırasında halk tanrısızlara ölüm, polikarp’ta buraya getirilsin! “diye bağırır. Polikarp yakınlarının üstelemeleri ve baskısıyla şehir dışında bir eve gizlenmiştir. Zamanını
ibadetle geçirmekteydi. Tutuklanmasından üç gün önce dua ettiği sırada, yastığının yanarak kül olduğunu görür. Yanındakilere dönerek “beni diri diri yakacaklar” der. O sıralar Polis harıl harıl ramakatadır bu Tanrı adamını. Daha önce kalmış olduğu eve baskın yaparak orada bulmuş oldukları iki Hırsitiyan köleyi işkenceyle Polikarp’ın nerede olduğunu söyletirler. Tanrı adamının saklandığı evi bastıklarında onu küçük bir odada uyur bulurlar. Gürültüye uyanan Polikarp aşağıya inerek polisleri karşılar ve gecenin o geç vaktinde onlara yiyecek ve içecek bir şeyler hazırlattırır Polikarp’ın ilerlemiş yaşından ve sakin tutumundan çok etkilenen polisler birbirlerine “bu ihtiyarı niye tutuklamaları gerektiğini” sorarlar ama emir emirdir. İhtiyarı bir şeğe bindirerek şehire götürürler. Polislerin şefi Herodes ve babası Niketes yolda onunla karşılaşırlar ve bu

Tanrı adamını arablarına alırlar. “tanrı ‘mız imparator hazretleri için bir kaç gönül alıcı söz söyleseydinde canını kurtarsaydın fena mı olurdu sanki?” diyerek onu inancından ödün vermeye zorlarlar. Ne varki Polikarp hiç yanaşmaz buna. O zaman adamlar öfkeyle ona hakaretler yağdırmaya başlarlar, bununla da yetinmeyerek arabadan iterler. Polikarp’ın ayağı zedelenir yere düşünce. Ama o buna hiç aldırış etmeden kararlı adımlarla stadyuma doğru ilerler. Tam içeri girdiği sırada gökyüzünden, “cesaretini topla Polikarp ve de güçlü ol” diye bir ses gelir.

Prokonsil, Polikarp’a inancından dönmesini önerir ve şöyle demesini ister ondan:
“imparator üzerine yemin et, sözünden dön ve ‘kahrolsun tanrısızlar!’ diye bağır yalnızca!”

prokonsilin bu sözleri üzerine Polikarp putperestler yığınına doğru el sallayarak “kahrolsun tanrısızlar!” diye bağırır. Ama o putperestleri kastetmektedir “tanrısızlar” sözcüğüyle.

Ne varki Prokonsül bu kadarıyla yetinmez. “yemin et ve Mesih’i de lanetle ki, ben de salıvereyim seni” deyince Polikarp şu yanıtı verir:
“ben seksen altı yıldır ona hizmet etmekteyim ve hiç bir kötülük görmedim ondan. Şimdi nasıl olurda kralımı ve kurtarıcımı kötüleyebilirim?”

prokonsül ihtiyar ermişe, onu yırtıcı hayvanların önüne atacağını ya da diri diri yaktıracağını söyleyerek gözdağı vermeye çalışır. Ama Polikarp inancından ödün vermeye hiç mi hiç yanaşmaz. Sonunda ateşte yakılarak öldürülmesine karar verilir ve bu karar uygulanır.

İnancı uğruna yakılmayı göze alan Polikarp Hıristiyanlığın saygın bir ismi olarak bu Tanrı adamları arasındaki yerini alır. Anılma günü ise 23 Şubat’tır

Anadolu’da yaşamış pek çok Hıristiyan Tanrı adamı bulunmaktadır daha. Biz bunların arasından en önemlilerinin yaşam öykülerine değinmeye çalıştık kısaca.
.................................................. .................................................. .............................


Anadolu’nun Hıristiyanlık tarihi için önemi tabi ki bunlarla sınırlı değildir elbette ama biz bu programda sadece bunların en önemlilerini ele almak istedik Andolu var olduğu sürece bu toprakların bu inanç için olan önemi her geçen gün daha önemli olacaktır.


Yazar: CalvinistTurk