Küvetteki Adam | Tuna Yukay



Tuna Yukay, 1977 yılında Kadıköy’de doğdu. Hakkında pek bir bilgiye sahip olamadığımız yazarın, bu kitabının üçüncü kitabı olduğunu biliyoruz.


Küvetteki Adam, intihar etmek üzere olan bir adamın bu arzudan vazgeçişini, vazgeçtikten sonraki hayatını ve kendini “ölü bir adam” görerek bu yaşantıya nasıl bir gözle baktığını anlatıyor.

Yazar, gayet anlaşılabilir bir dille yapmış anlatımlarını. Ancak romanın başlarında, çoğu yerde kullanılan yansıma sözcükler anlatımı biraz yavanlaştırmış. Birkaç yerde, bir şey düşünürken veya konuşurken insanın kafasında çalan bir şarkı çalması anını anlatmak isterken, durumu ve şarkıları birbirine karıştırmış ve bu aktarımın okuyucu boğmasına ve sıkmasına neden olmuş.

Bu sıkıntılı kısımları sabırla okuyup geçerseniz, gerçek anlamda bir şeyler okumaya başlıyorsunuz. Romanın ana karakteri Hasan, “illet” diye adlandırdığı bir hastalığa sahip olan ve bu yüzden intihar etmeyi düşünen bir adam. Ancak karakter kendi ölümünü gerçekleştirmeyi bir intihar değil, Tanrı’nın sorumluluğunu üstlenmek olarak görüyor. Romanın geneline baktığımızda karakter, bir yandan Tanrı’dan vazgeçmiş, daha doğrusu onun hareketlerini sorgulayıcı ve yargılayıcı bir düşünce yapısındayken bir yandan da hala Tanrı’ya içten içe inanıp ondan bir mucize bekler halde.

Yazarın, tanrı haricinde ülkedeki toplumsal sorunları da eleştiriyor. Romanda işlenen cinayet ve iç savaş durumu, toplum yapısının toplumdaki insanlar üzerindeki yansımasını genel itibariyle ince ince ama meraklısının büyüteçsiz görebileceği şekilde açık açık anlatmış.

İnsanların günlük hayatta karşılarına çıkan güzelliklerin de kötülüklerinde aslında çok abartılmaması, her şeyin bir yalan ve boşluktan ibaret olduğunu anlatırken, bunu ölmek üzere olan bir adamın yaşantısını ve düşüncelerini sunarak yapması romanın etkileyiciliğini artırmış. Hasan’ın kendini bir hiç olarak görmesi ve “Bir hiçliğin etrafını saran her şey de hiçti.” demesi, çoğu insanın bazı anlarda yaşadığı “Neden yaşıyoruz, neden hayattayız?” sorularına denk gelse de, yazar, anne ve babasının ölümünü, amcasının cinayetini, senelerce öz ablası sandığı kişinin evlatlık oluşunu, ablasının bu olayın açığa çıkmasından sonraki davranış ve psikolojik durumunu, hayatını neredeyse kendisine adamış olan kadının duygularını, birlikteliği olduğu kadın yanındaykenki hislerini öylesine umarsız bir şekilde anlatmış ki, bazı yerlerde “Nasıl böyle düşünebilir?” diye onun yerine siz utanırken, bir yerden sonra ne kadar haklı olduğunu düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Kendine karşı bu dürüstlüğü ve gerçekçiliği, okuyucuların her gün kendilerini nasıl kandırdıklarını yüzüne vuruyor acımasızca.

Romanda geçen “netice değişmedikten sonra yani ölüm varken , siz içindeki yahut dışındakilere ne kadar anlam yüklemek isterseniz isteyin aslında dünya kocaman bir boşluk haline geliyor.” cümlesi aslında özet niteliğinde.

Bütün bu gerçeklikler üstüne, okuduklarınızı düşündüğünüzde, ölmek isterken ölümden kaçan bir adamın mı yoksa gerçekten ölmüş ama hala düşünebilen bir adamın mı zihninde dolaştığınızı düşündüren, felsefik tatta bir roman olmuş. Okumazsanız çok şey kaybedersiniz diyemem ama okursanız bakış açınızda kayda değer farklılıklar oluşturacağı kesin.