Muhyiddin Ibn Arabi ve Tasavvuf



Muhyiddin Ibn Arabi ve eserleri, Kur-an ile Sünnet’ten kaynaklanan metafizik ve tasavvufi doktirinin zirvesidir. Ibn Arabi’nin tasavvuf anlayışı, zahiri ile çelişmeyen bir batıni anlayış ve bakış açısıdır.

Bunun anlamı, Kur-an ve Sünnet’ten alınan görünür anlamların, emirlerin, yasakların, pozitif ve negatif tavsiyelerin hepsi ile tam uyumlu olan bir derinlikli anlayışa bağlı idrak metodur. Bu derinlikli anlayış ve idrak asla ama asla Kur-an ve Sünnet ile çelişemez, çelişmesi halinde doğru kabul edilmez ve hemen terkedilir. Bu derinliğin sağlanmasının en temel ve ilk adımı, zahiri ilimler olan Kur-an, hadis, sünnet, kelam ve fıkıh gibi konularda ilerlemenin ardından, uzun ve zorlu bir nefs terbiyesi yolunda gönül ile Allah’ı arama yolu olan tasavvufa girmektir.


Muhyiddin Ibn Arabi’ye göre akıl bağlı ve sınırlıdır ancak kalp bağsız ve sınırsızdır ve dolayısı ile kalp akıldan üstündür. Keza akıl, dünyevi ve beşeri konuları tam, ilahi konuları ise bir noktaya kadar idrak edebilir ve sonrasında aciz kalır. Ancak kalp hem beşeri, hem de ilahi tüm konuları kavrayacak, anlayacak ve idrak edecek kabiliyete sahiptir.


Tasavvuf yolunda bahsedilen “ilham” ve “keşf”, aslında kalben iman ve bedenen amel konularını belirleyen Kur-an ve Sünnet kaynağının “hal” ve “mana” olarak yaşanması ile ulaşılan bir idrak, bir derin anlayış, bir içselleştirme çeşididir denebilir.

Kaynağı belli olanın istikameti belli olacağından, yolda ki sapmaların kaynağı aldanma ve hatadır. Asla, kaynak ya da tasavvufun kendisi değildir. Tasavvufun mahiyeti, ayet ve hadislerin aklı aşan mahiyetlerini, kalbin kavrayabilmesi amacıyla güçlü bir azim ve sabır ile gerçekleştirilen nefs terbiyesi ile temizlenmek ve derin bir kavrayış ile direkt ifade edilmeyen gerçekleri görebilmektir. Bu yolda, ihsan olunan “ilham” ve “keşf”e bağlı derin anlayış ve idrakler, ancak o kişinin kendisi için bir bağlayıcılık ifade eder. Tasavvuf ehli tarafından da, diğer insanlara açıklanması genel anlamda doğru bulunmaz. Zahiri ilimlere bağlı alimlerin (kelam ve fıkıh) tasavvuf ehlini, örneğin Hallac ve Muhyiddin Ibn Arabi gibi kişileri, eleştirilme ve tenkit etmelerinde ki en önemli sebeplerden birisi de budur.
Ibn Arabi, Vahdet-i Vücud anlayışını zirvesine taşıyan, tam anlamıyla içeriğini doldurarak geliştiren, aynı zamanda ilk defa en doğru ve anlaşılır şekilde metodik-sistematik bir dille anlatan kişidir. Arabi, kendisinden önce ki sufilerin rubai ve sözlerinde gizli kalmış ve saklanmış manaları, açık şekillerde formüle etmiş, detaylıca anlatmış ve en derin şekilde izah ederek istifadeye sunmuştur.

Vahdet-i Vücud anlayışı kelam ve fıkıh alimleri tarafından eleştirilmekte ve bazı ünlü alimler tarafından da (Imam Rabbani gibi) tenkit edilmektdir. Burada bilinmelidir ki tasavvuf ehli içerisinde ki kişiler dahi makam ve hal’lerine bağlı olarak benzer konularda farklı tecrübelere sahip olabilir, karakteristik yapıları gereği daha temkinli ve ihtiyatlı davranma yolunu seçebilirler. Ancak bu, Kur-an ve Sünnet’e uygun olduğu müddetçe yolların doğruluk ve yanlışlığına değil ancak farklılığına dalalet eder.


Vahdet-i Vücud anlayışı, Bir’de yokluktur. Allah’da yok olurken, O’nda var olmak ama onun asla ve asla sende var olmamasıdır. Var olan herşey aslında bir ve tek olanın bir yansıması, bir gölgesidir. Asıl olan gölge değil, gölgenin sahibi olduğundan, bu alemin geçiciliği de gölgeye benzer. Her bir gölge aslında O’nun bir isminin sadece tecellisidir. Bu sebeple aslında hiçbiri yoktur ve ancak O vardır.


Bu konunun anlatımı kendi başına bir yazı gerektireceğinden kısaca geçmeyi uygun görüyor bir başka yazıda kısmetse bahsetmeyi umuyorum. Ancak belirtmeden geçmemek açısından, bazı alimlerce Vahdet-i Vücud, Fena makamında kalmanın bir yanılgısıdır.


Muhyiddin Ibn Arabi, tasavvufi anlamda bir çok yenilikler de getirmiştir. Bahsettiğimiz Vahdet-i Vücud bunlardan birisidir. Diğer noktalar da ise örneğin; İlmin maluma tabii olması ve rahmetin her şeye şamil olması ile azabın daim olmaması sayılabilir. İnsan-ı Kamil olarak bilinen ve tasavvuf yoluyla Allah’a yaklaşan ideal insan modeli nazeriyesinin de sahibidir.


Ibn Arabi’yi anlayabilmek kendi eserlerini ve hayatını bilmenin yanında, Kuşayri’nin Risale-i Kuşayri, Serrac’ın Luma’sı, Kaşani’nin Istılahat-ı Sofiye’si, Kelabazi’nin Taarruf’u ve Cürcani’nin Kitabaü’t Tarifat’ı gibi eserleri de bilmeye tabiidir. Keza, derin anlayış ve öğrenimin uzağından Ibn Arabi’nin söylemlerini anlamak, diğer tüm tasavvuf ehinin eser ve rubailerini anlayabilmek kadar imkansızdır. (Hayyam’ın rubailerinin yanlış anlaşılması gibi)

Selçuklu padişahlarından, diğer bölge hükümdarlarına, Türk tasavvuf hayatının önemli alimlerinden, İtalyan şair ve filozof Dante’ye (Escatologia Muslumana Enla Divina Comedia) kadar bir çok yerli ve yabancı, eski ve yeni şahsiyeti derinlemesine etkileyen Ibn Arabi’nin eserleri bir çok farklı dile çevrilmiştir.

O bir derya ve hikmettir, onu anlamak ancak hakkı anlamaktır. Hakkı anlamak ise nasip işidir.


O sönmeyen yıldızların en kuvvetlilerinden, en değerlilerindendir.

Onun yolu, hikmete giden ve canlıların nefesi sayısınca olan yolların en aydınlık olanlarındandır.

Kendi dilinden bir rubai ile bitirelim;
“Biz aşktan sudur ettik,
Aşk üzere yaratıldık,
Aşk’a doğru yöneldik,
Aşk’a verdik gönlümüzü.”