Ehl-i tasavvufca gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilime verilen addır.

İlm-i ledün, Kendisine Allah tarafından verildiği iddia edi*len özel bilgiye denir. İlm-i batın da aynıdır. Kimi sufi şeyhlere böyle bir ilim verildiği uydurulur. Bu iddia onların kutsal*laştırılması içindir.

İslâm'da zahir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîîer tarafından ortaya atılmıştır.
Hz. Ali henüz hayatta iken çevresinde toplanan bazı kişiler ondan başka hiç kimsenin bilmediği bir bâtın ilminin var*lığından söz etmişlerdi. Fakat Hz. Ali bu iddiaları reddederek Allah'ın kendisine lütfettiği zekâ ile naslardan çıkardığı ba*zı mânalar dışında herkesin bildiğinden farklı bir ilme sahip olmadığını belirtmiş*tir. (Buhârî, "Cihâd", 171; Tirmizi, "Di*yar, 16)
Buna rağmen Şiîler Hz. Pey-gamber'den sonra yegâne meşru halife tanıdıkları Hz. Ali'nin başka insanların bilmediği bâtın ilmine sahip bulunduğu. onun "ilim şehrinin kapısı" olduğu inan*cını sürdürmüşler ve kendisine ait oldu*ğunu iddia ettikleri bazı sözler rivayet etmişlerdir. Bir kısmı Sünnî kaynaklara da girmiş olan bu sözlerden birinde Hz. Ali göğsünü göstererek, "Burası ilimle dolu", başka bir sözünde de "Aranızdan ayrılmadan bilmediklerinizi bana sorun" demişti.

Cuneyd-i Bağdadî, Hz. Musa'nın Hızır'*dan öğrendiği "ledun ilmi" (Kehf 65) ile Hz. Ali'nin bildiği bâtın ilmi*nin aynı şey olduğunu söyler.



Tasavvuf, önceleri zuhd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslami temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve salih selefin hayatından birtakım İslami temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf suresinde geçen Hz. Musa ile "Sa*lih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular suredeki salih kulu "Hızır" adında ermiş bir kişi olarak itelemiş ve anlatılan kıssanın manalarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya daya*narak zahir bir şeriat ve ona muhalif batın bir hakikat bulunduğunu, şeriat alimlerinin hakikat alimlerinin bir takım şeylerini yadırgaması veya eleştir*mesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri Salih Kul"a (Hızır) Hz. Musa'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şeyise, şeriat alimlerinin de hakikat alimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz et*mesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Hz. Musa'yı da onun emri*ne vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.
Hızır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyamete kadar yaşayacağını peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledunni ilim dedikleri batini bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamberin peygamberli*ğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin pey*gamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmiş*lerdir. Nitekim, veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Musa peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.

Yine veli olduğu halde, Hızır nasıl peygamber olan Hz. Musa'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zahirini bilen pey*gamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat alim*leri olan evliya yahut tasavvufçularm şeriat (zahir) alimi olan alimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Hz. Musa (a.s.)ın öğrenemedği bu ilme kendilerinin sahip olduklarını söyleyerek, bilerek yada bilmeyerek ulu'l azim peygamberi solladıklarını iddia ederler.

Bunlar şu hadis-i şerife de kendilerinin vakıf olduklarını mesnedsizce iddia ederler:
Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir :
“Ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sel*lem’den iki kab dolusu ilim aldım. Bunlar*dan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olursam benim şu bağazım kesilir.” (Buhari; İlim , 42)
Burada da gördüğümüz gibi Ebu Hureyre (r.a.)'ın anlatmadığı ilme sahip olduklarını söyleyerek yalan söylemektedirler. Aksi taktirde tasavvufculara Ebu Hureyre'nin "boynunu vurmaktan" dolayı kendilerine kısas uygulamamız gerekecektir!

Bu hadisi şerh eden ehli sünnet alimleri, hadisi şöyle anlayıp açıklamışlardır:


120- Ebû Hureyre; şöyle demiştir:
"Rasûlullah'tan iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".

Açıklama

"İki kap ilim" yani iki tür ilim.
Âlimler, Ebû Hureyre'nin yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimleri*nin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlar*dır.
Ebû Hureyre başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Alt*mışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hureyre'nin duasını kabul etti, Ebû Hureyre bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. "Fitneler" bölü*münde bununla ilgili bilgiler gelecektir.

İbnu'l-Muneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru gös*termek için Ebû Hureyre'nin bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır.

Ebû Hureyre "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulama*larını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir.
Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söyleme*diği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi caiz olmazdı. Nitekim Ebû Hureyre önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti (Bakara 159 - 160)okumuştur.

Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hureyre'nin gizlediği ilmin; kıyamet ala*metleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabile*ceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebi*lir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.
(İbn Hacer el Askalani; Fethu'l Bari, C. 1, İlim bab 42, Hadis no: 120. Sayfa 285 - 286)


Yine, Hızır'ın evliya ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendi*lerinden tasavvufi ahidler aldığını söylemiş, tasavvuf! hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bu*lunduğu, mesela şeriattaki içki içmek, zina ve benzeri kötülüklerin batını ilimde tasavvufi bir hakikat ve Allah'a yakınlık kazandıran fiiller olabilece*ğini belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Salih Kul kıssasından öyle hurafeler ve akıldışı şeyler çı*karmışlardır ki, onlardan kimileri Salih Kul'un (Hızır'ın) ayrı bir şeriata sa*hip olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve hanefi mezhebine göre kıldığını, bazıları da şafii mezhebine göre kıldığını söylemiş*tir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hızır'dan aldığını iddia etmiştir.


Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslam aleminin değişik yerleri*ni Hızır'ın makamı saymış, Hızır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve eşyası ile teberrük edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hızır olayını tasavvufa dayanak yapmaya ve tasavvufa bağlamaya çalışan ilk kişi, Hatemu'l-Evliya nazariyesini ilk defa ortaya atan dedikleri sufi et-Tirmizi'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri 3. asrın sonlarında ölmüştür. Hatmu'l-Velaye adlı kitabında evliyanın alametleri konusunda şöyle demektedir:
Evliya hakkında Hızır aleyhisselam'ın ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta başlangıçtan kaderlerin belirlendiği andan, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ummetle haşrolma ve Muhammed'e tabi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim el Halil ve Zulkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zulkarneyn'in ordu kuman*danıydı. Zulkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hızır elde etmiş*tir Bunun hikayesi uzundur. İşte evliyanın alametleri bunlardır.
En belirgin alamet*leri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöy*le cevap vermiştir:
Bidayet (alemin veya varlıkların) ilmi, misak (sözalma) İlmi, kaderler ilmi ve harfler ilmi.
Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim an*cak büyük velilerden ortaya çıkar. Onlardan da velayetten nasibi olanlar alır. (Hakim et-Tirmizi, Hatmu'l-Velaye. 361-362, Beyrut, "1905)

Hızır hakkında örülen hurafelerden Şafii mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubatın sahibinden dinleyelim. Ondan sonra Kuran ve Hadis kaynaklarından bu kıssaya bakalım. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:

"Hızır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektuptur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hızır aleyhisselam hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu faki*rin gerektiği kadar onun ahvali hakkında bilgisi olmadığı için cevap vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hızır ve İlyas'ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gör*düm. Hızır ruhani bir kelam ile şöyle dedi:
Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkül ve temessül ed*er, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve İbadetler ondan sadır olur.
O anda kendisine " Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle de*di:
Biz şeriatlarla mükellef değiliz ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam şafiinin mezhebine göre namaz kılıyoruz.
O anda anlaşılmıştır ki, taatlarına mükafaat terettüp etmemekte, belki onlardan İbadet ve taat, taat ehline muvafakat ve ibadet suretine (şekline) riayet için sadır olmaktadır. (Yani ibadet edip sevap kazanmak için değil, sadece ibadet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına vafık, nübüvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, berlerde hanefidir).
O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hak' katı da anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: Hz. İsa indikten sonra Ebu Hanife'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda İkisinden medet istemek ve dualarını almayı talep etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: Allah'ın inayeti kişinin halini ihata etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz. Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas(a) o zaman hiç konuşma*dı.(Mektubat, 282, Hakikat kitabevi, istanbul,
Hızır'ın, Ebu Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmaktadır:
"Hızır, her sabah namazdan son*ra Ebu Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebu Hanife Ölünce, Hızır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha dua etti. Her gün Ebu Hanife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebu Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu. HIızır, ölen Ebu Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için 15 sene böyle devam elti" -Hüseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49, Daru'l-Erkam, Birmingham, 1988)


Hızır'ın Şafii mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular ol*duğu gibi, Hanefi mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. (Abdurrahman Abdulhalik, a. g. e. I37-138)

Kendisine Hızır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:
Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemekte*dir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.
Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette "onu kendiliğimden yapmadım (Kehf, 82) ve "Yanımızdan ona bir rahmet verdik (Kehf, 65) buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nübüvvettir. (Reşider-Raşid, ed-Dureru'n-Nakiyye fi'l-Metalibi'l-Fıkhiyye, 142, Hicri 1389 baskı) demekte*dir.
İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişler*dir. (Nevevi, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/177)demiştir.
Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberle*rin hayatından sözederken Hızır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir.ak müfessir Alu si bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir. (el-Alusî, Ruhu'l-Meani, 15/120, Daru'l-Fikir, Beyrut 1389)

Nebi (peygamber) oluşunun delillerine gelince:
Bütün müfessirler "yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetindeki "raht" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu söylemişlerdir. (Nesefî, Tefsirıı'n-Nesefi, Kehf 82. ayetin tefsiri, el-Alusi, a.g.e. , 15/320; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, 1/575, Salah Abdulfettah el-Halidi, Maa Kısasi's-Sabıkîn li'l-Kıır'an, 228-230, Daru'l-Kalem, Dımaşk, 1989, birinci baskı)
Nitekim "(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde m ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuş buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıız?" (Hud 28)
Çünkü Biz onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız." (Meryem 21)
"Kafirler de, putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesi*ni istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara 105)
Onu (Lut'u) rahmetimize dahil ettik. Çünkü o salihlerden idi". (Enbiya 75)
Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir. (Al-i İmran 74)
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. (Zuhruf 32)
Çünkü Biz, Rabbin katın*dan bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir. (Duhan 5-6) gibi ayetlerde ve başka yerlerde "Rahmet" kelimesinin nübüvvet manasında olduğunu müfes*sirler belirtmişlerdir.
Onun için Hızır olarak adlandırılan Salih Kul ile ilgili bu ayette geçen rahmetin de nübüvvet manasında olduğu ve Hızır'ın nebi ol*duğuna delalet ettiği anlaşılmaktadır. (Salah abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

Nesefi, "Katımızdan ona bir ilim öğrettik. (Kehf 65) ayetinin gaybi şeyleri haber vermek anlamında olduğunu belirterek bunun ancak Allah tarafından va*hiyle olacağım söyler. Yine "Onu kendimden yapmadım. (Kehf 82) ayetini "kendi içtihadımla yapmadım, bilakis onu Allah'ın emriyle yaptım" diye tefsir ed*er (Tevsuru'n-Nesefi, Kehf, 82. ayetin tefsiri)
Kurtubi de "Cumhura göre Hızır nebidir ve ayet buna delalet etmektedir. Çünkü nebi kendisinden daha aşağı olan kişiden öğrenmez.
Sonra gizli (batın) olan şey hakkındaki hükme ancak peygamber olanlar muttali olur. (İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 6/310) demektedir.

Fahruddin er-Razi, Hz. Musa ve Hızır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hz. Hızır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:

a- Yüce Allah "yanımızdan ona bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rah*met de nübüvvetin kendisidir. (Yukarıda belirttiğimiz ayetlerden deliller ge*tirir. )

b- Yüce Allah "Katımızdan ona bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu da bir Öğretici veya bir mürşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona Öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğ*rettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebi olması vaciptir.

c- Hz. Musa ona: "Bana öğretmen için sana tabi olayım mı? (Kehf 66) buyur*muştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde peygamber, peygamber ol*mayana tabi olmaz.

d- Hızır, Hz. Musa'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin (Kehf 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahip olduğunu göstermiştir. Hz. Musa da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam. (Kehf 69) diyerek ona karşı tevazu göstermiş*tir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Musa'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göster*mektedir.

e- Ebubekir el-Asam: "Onu kendimden yapmadım" ayetinin Hızır'ın pey*gamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi içtihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.

f- Rivayetlerde Hz. Musa'nın, Hızır'ın yanına geldiğinde "es-Selamu aleykum" dediği, Hızır'ın da "ve aleyke's-Selam ya nebiyye Beni İsrail" dediği, Hz. Musa'nın ona "Bunu kim sana söyledi (Benim Israiloğullarımn peygam*beri olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hızır'ın: "Seni bana gön*deren (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hızır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye ge*lir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)
"Onu kendimden yapmadım" ayeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğünbu işleri kendi görüş ve içtihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile aotım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kal*kışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 230)

Hz. Musa'nın karşılaştığı ve görüştüğü salih kişinin, yani Hızır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufi meşrep sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hızır'ın sözkonusu bilgilere ilham yolu ile ya*hut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sahip olmuş olabileceği*ni ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanı*mızdan ona bir ilim öğrettik" sözlerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta ola*ğanüstü bazı şeyleri Hz. Musa'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?"(Alusi, a. g. e. 16/17)
Kıssada geçen ve görünüşte serî naslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı Öldürmesi caiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla caiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğu*nu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi caiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi Öldürmenin kendisi- , ne ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız olduğu açıktır.
Ama Salih Kul'un, büyüdüğü zaman mü'min ebeveynini küfre ve irtida-da götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldür*mesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilhanı veya kalbe damla*ma ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildi*ren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Salih Kulun nübüvvetim göstermekte*dir. (Alusi, a. a. e. 16/17, ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/328)
Bilindiği gibi, İslam şeriatına göre ilham şer'i delil olmaz. Serî bir nassa aykırı düştüğü taktirde ilhamla amel etmek caiz değildir. Zaten makbul ola*bilmesi için bu şartı koşan alimler, ilhamın ancak sahibi için bir hüccet ola*bileceğini söylemektedir. Tasavvufçularm kendileri de bunu kabul etmekte*dir. Onun için sözkonusu fiilleri Hızır'ın ilham sonucu işlediğini söylemekmümkün değildir. Bu işleri ancak yanılnıayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi sözkonusu olur. (Alusi, a- g. e. 16/17. Acaba hanhi sufi öldürmesi için çocuğunu veli dediği kişilere teslim edebiliyor!?)
Bunun aksini savunan varsa, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat ge*tirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı taktirde, acaba Öldürmesi için çocuğunu verebilir mi?
İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?
Nitekim bu konuda hukukçu Ebubekir Cassas da şöyle demektedir: "Yü*ce Allah'ın Hz. Musa ve Hızır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmakta*dır: Maslahata götürecek hikmete mebni olarak işlenmesi caiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konu*da hikmet sahibinin işlemesi safinin işlemesinin aksinedir. Tıpkı tedavi edi*len veya ilaç içirilen çocuğun zahirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ila*cın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olması*na benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebni olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek caiz değildir. (Ebubekir el-Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 3/215)

Salih Kulun işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnidir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahut ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır. (Hz. Musa ve Hızır kıssasının geniş bir tefsiri Mııhammed Hayr Ramazan Yusuf, a.g.e. 115-167)
Ayrıca, veli saydıkları Salih Kul'un ledunni bilgiye sahip olduğu ve Al*lah'tan ilhanı aldığını savunan tasavvufçuların ona bu yetkiyi verirken, Peygamber olan Hz. Musa'ya vermemeleri mantık ve insafla açıklanacak birşey değildir. Her mümin biliyor ki peygamber veliden büyüktür. Peygam*ber olan Hz. Musa ledunni bilgilere ve ilhama sahip olamıyorsa, veli olarak gördükleri Salih kul nasıl sahip olabilir?
Kur'an'da bu salih kişinin açıkça diğer peygamberler gibi adı geçmemek*le beraber ona bir peygamber olarak inanmak gerekir. Ancak bu inanç sarih ve sahih dini bir nassa değil, içtihada dayandığından, yani delaleti açık ol*madığından onu veli kabul eden bir insan tekfir edilmez. İcmali olarak bü*tün peygamberlere iman etmek farzdır. Kur'an-ı Kerimde adı geçen pey*gamberlere ise, ayrı ayrı iman etmek farzdır. (Salah Abdulfeltah el-Halidi, a. g. e. 180)
Hızır, günümüzde de yaşıyor mu ve kıyamete kadar yaşayacak mı? Hemen belirtelim ki bu anlayış sahiplerinin çok büyük bir kısmı yine tasavvufına mensup olanlardan oluşmaktadır. Bunlar arasında Cunevd el-Bağdadi, Seri es-Sakati, Bişr el-Hafı, Muhyiddin ibn Arabi, Ebu Talib el-Mekki, İsmail Hakkı Bursevi, Hakim et-Tirmizi, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Kerhi, -Amr ibn Dinar, el-Yafii gibi tasavvuf meşhurları bulunmaktadır.
Yaşadığına dair delil olarak da Hızır'ın zaman zaman bu meşhurlardan kimileriyle örüştüğü ve belirli yerlerde onlara göründüğü yolundaki mitolojik iddialardır.
Nevevi, Hızır'ın hâlâ aramızda yaşadığı, tasavvufcular, salah ve marifet ehli arasında bu konuda ittifak bulunduğu ve kendisini gördükleri, onunla konuştukları, kendisinden birtakım bilgiler aldıkları, ona sorular sorup ce*vaplar aldıklarına dair hikayelerinin çokça bulunduğunu kaydeder. Bulunduğu mübarek yerlerin de sayılamayacak kadar çok ve gizlenemeyecek ka*dar açık bulunduğunu belirtir. (Nevevî, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/176,-177, Sahihi Musliın Şerhi, 15/135-136, Yine bakınız- ibn Hacer, a.g. e.,6/310; el-Alusi, a.g.e. , 15/322)
Bu konuda İsrailiyyat olduğu kabul edilen birçok da rivayet vardır. Nite*kim İbn Hacer de Hızır'ın Aynu'l-Hayat'tan içip ölümsüzlüğe kavuşması ri*vayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyyat nakledenlerden çıktığını kaydetmektedi. (İbn Hacer el-Askalanî, ,a. g. e. , 8/314, israiliyyat hakkında Remzi Na'naav e Doç. Dr. Abdullah Aydemir'in "Tefsirde İsrailiyyat" kitaplarına bakılabilir)

Zahir naslara dayanmayan islamdışı birçok görüş ve davranışlarını ta-savvvufçuların bu nevi esrarengiz ve ilham-keşf gibi şeylere dayandırmaya çalışması da bu işin ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir.
Hızır'ın şu anda yaşadığı ve kıyamete kadar yaşayacağı anlayışı birçok yönden reddedilmiştir.

el-Alusi ve Salah Abdulfettah el-Halidi bunu maddeler halinde şöyle özetlemektedir:

a- Hızır'ın yaşadığını söyleyenler, onun bizzat Hz. Adem'in oğlu olduğu*nu iddia ediyorlar. Halbuki bunun ne kadar gülünç olduğu açıktır.

b- Hızır, Hz. Nuh'tan önce olsaydı tufan sırasında o da gemiye binerdi. Buna dair hiçbir haber yoktur. Sonra gemiye binenlerin tümü eceli geldiğin*de ölmüştür. Sadece-Hz. Nuh'un mümin oğullarının soyu devam etmiştir. Yüce Allah bunu "Ve onun zürriyetini baki olanlar kıldık (Saffat 77) diyerek belirt*miştir.

c- Hz. Adem'in zamanından kıyamete kadar bir insan yaşamış olsaydı , bu en büyük alamet ve delil olurdu. Yüce Allah delil olması için uzun sür ' öldürüp dirilttiklerini Kur'an-ı Kerimde belirtmiş ve alamet yahut delil olması için zikretmiştir. Halbuki Hızır'la ilgili hiç böyle birşey olmamıştır.

d- Hızır'ın yaşadığım söylemek Allah'ın takdiri hakkında bilgisizce ko*nuşmaktır ve bu Kur'an ayetleriyle yasaklanmıştır.

e- Yaşadığına dair deliller, tasavvuf meşhurlarının anlattıkları hikayelerden öteye geçmemektedir. Acaba bunlar Hızır'ın hangi alametini ve özel*liğini biliyorlar ki kendilerine görünenin şeytan olmadığına hükmediyorlar?

f- Bilindiği gibi Hızır, Hz. Musa'dan ayrıldı. Hz. Musa'dan ayrılmaya razı olan Hızır, şeriat ölçüsü tanımayan, cuma ve cemaat bilmeyen, ilim tahsil etmeyen ve ruhbanlık hayatı yaşayan birtakım cahillerle bir araya gelmeye nasıl razı olabilir?
Herbiri "Hızır bana tavsiyede bulundu, Hızır bana söyle*di, Hızır bana göründü" deyip duruyorlar. Hz. Musa ile sohbetine son veren Hızır acaba bunlarla sohbete nasıl razı oldu?

g- Hızır'la görüştüğünü iddia eden kişiler "Biz Rasulullah'la görüştük, onunla sohbet ettik, ondan dinledik" gibi şeyler söyleyecek olurlarsa redde*dilecekleri konusunda bütün ümmet icma etmiştir. Böyle iken "Hızır'la görüştük, onunla oturduk, ondan aldık" demeleri gibi sözlerine nasıl itibar?

h- Hz. Peygamber, "Musa hayatta olsaydı, mutlaka bana tabi olacak*tı. (Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Ya'la rivayet etmiştir. Ayetlerde bu manalı delalel etmekledir. Ayrıca Ali el-Kari, Esraru'l-Merfua fi'l-Ahbari'l-Mevdua, 1/285, Beyrut, 1986) buyurmuştur. Hızır da hayatta olsaydı elbette Rasulullaha tabi ola*caktı. Halbuki buna dair sahih hiçbir şey yoktur. Sadece ashabtan bazı kişi*lerin ölümü üzerine Hızır'ın Rasulullaha taziye için geldiği rivayeti vardır ki, onun da muhaddis alimler doğru olmadığını söylüyorlar.
Nitekim İbn Kesir "Bu konudaki bütün hadisler gerçekten zayıftır. Dinde hüccet olmaya elverişli değildir. Hikayelerin çoğunun da senedi zayıftır. Ol*sa olsa, sahabi ve benzeri masum olmayan ve yanılması mümkün olan kişi*lere kadar ulaşabilir" demektedir. (İbn Kesir, a. g. e. , 1/334, 1/336-337)
Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi de bu konuda*ki hadislerin hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir.(Ebu'l-Farac ibn el-Cevzi, Ucaletıı'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'l-Hıdr'dan naklen İbn Kesir, a. g. e. , 1/334)

i- Muslim ve diğer kitaplarda, Hz. Peygamberin birgün yatsı namazın*dan sonra şöyle buyurduğu Abdullah ibni Ömer'den rivayet edilmiştir:
"Bu gece gördüğünüz mü? Şüphesiz yüz yıl sonra bugün yaşayanlardan kimse hayatta kalmayacaktır". (Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel)
Yine Muslim ve diğer kitapların rivayet ettiği bir şöyle buyurmuştur: "Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir nefis yaşamayacaktır. (Muslim, Tirmizi, İbn Hanbel)
Bu hadisler de gösteriyor ki, belirtilen, süreden sonra o gün aıı]ardan kimse sağ kalmayacaktır. Hızır da o gün yaşıyor idiyse, o da "yüz yıl sonra ölecekti, demektir.

Buhari'de, Hızır ve İlyas'ın bugün de yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş ve şöyle demiştir:
"Bu nasıl mümkün olsun ki? Rasulullah vefatına yakın bir zamanda şöyle buyurmuştur: "Bugün yaşayanlardan hiçbir kimse yüz yıl sonra yaşamayçaktır."
Bu ve benzeri bütün deliller Hızır'ın halen yaşamadığı ve ölümsüz olma*sının sözkonusu olmadığını göstermektedir. Zaten şu anda ve bundan sonra kıyamete kadar yaşamasının serî ve aklî makul hiçbir gerekçesi yoktur. (el-Alusi, a. g, e. , 15/320-328. Geniş bilj'i için bkz. Mııhommerl I l,ıyr Ramazan Yusuf, 7-232, Hüseyin ibn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49-50)

"Ledunni ilim"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın Ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur?
Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tara*fından tasavvufcularm kalblerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan il*im olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledunni ilim, mükaşafe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknun (gizliler) ilmi, veraset ilmi, rabbani ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledunni sır sahibi, Hızırvari ruh sahibi veya "Hızır gibi bir ma*kama sahip" adı verilir. eş-Şa'ranî ve benzerleri bu ilme batın ilmi denilme*sinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak ge*len açık ilmin zıddı anlamındadır. (Alusî, a.g. e. , 16/330, 15/330, 16/19; eş-Şarani, el-Tabakatu'1-Kubra, 1/170, 2/56, 76, 152)


Kehf 65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Tasavvufçular ledunni ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledunnumuzden) ona bir ilim öğretik" ayetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olması*na rağmen onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî batıl bilgelerin dayanağı yapmışlardır. (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan, 5 /270 – 272 ; Ali ibn İbrahim el Muhayimi , Tabsirı’r- Rahman ve Teysiru’l Mennan, 1 / 451 – 452)

“Ledunnâ" kelimesinin anlamı, yanımızda demektir."Min ledunnâ'nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındaııdır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler Özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan ayette geçen "min ledunnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir. (Gazali bunu şöyle belirtmekledir: "Gerçi her ilim onun nezdindendir. Ancak bazı insanların ögretmesiyle meydana gelmekledir. Buna ledunni ilim denmez. Ledunni ilim, bilinen bir dış Sebep ol*maksızın kalbe üflenen ilimdir. " ihya, 3/23, el-Halebi, 1939)

Salih Kulun nebi olduğunu ve Allah tarafından kendisine Hz. Musa'dan farklı olarak bazı bilgilerin verildiğini biliyoruz.
Kurtubî, tasavvufçuların ledunnî ilim iddialarına cevap vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkamını bilmenin risalet yolu dışında bir. yolu olmadığına dair kati ilim ve zaruri yakîn hasıl olmuş, selef ve halef icma et*miştir. (Kurtubî, el-Cami' li Ahkamı'l-Kur'an, 11/40-41, Özel olarak, Daru'l-Kilabi'l-Arabi, Mısır, 1968)

Usulde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde is*tidlal etmek caiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların il*ham alan kişinin ilhamla amel etmesinin caiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şey*tanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeri*ata uymakla hidayetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidayet kesin değildir.

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere Salih Kul (Hızır), ta*savvuf meşrepli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebi olduğu görüşü tercih edilmiştir. Nubuvveti olmayan, sadece velayeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan olamaz. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir za*man bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şerî ahkama taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mükemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mükelleftir.
Bu Salih kulun peygamber olduğu kabul edilmekle beraber, mantık ve deliller onun melek olabilme ihtimalini de göstermektedir.
Yine anlaşılmıştır ki, Hz. Musa ile Salih Kul (Hızır) kıssasında tasavvuf*çuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, batın-zahir gibi şeylere dayanak sa*yılacak şeyler söz konusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi söz konusudur. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 87-98)


Tasavvuf ehlinin, Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık r.a.‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.

Ona nispet edilen hususlardan birisi Kitabul Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitapta bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir.
Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafere atfen uydurulan Kitabul Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabul Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…” [İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)]

Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık Radıyallahu anh’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.” [Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)]

Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer Radıyallahu anh’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer Radıyallahu anh’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.” [Zehebi el Munteka(s.128)]

Piyasada İmam Cafer Radıyallahu anh’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuttur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Cafer Radıyallahu anh’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan müneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilmiştir.
Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu a’lem.” [İbni Kesir el Bidaye(11/102)]

İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şiilerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.” [İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)]

Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir. [Kuleyni el Kafi Fil Usul(1/132) Musa Carullah el Veşia(s.99)]

Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık Radıyallahu anh’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık Radıyallahu anh’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir. [İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)]

İmam Gazali r.a., Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.” [Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)]

Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.


Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz?

Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?

Abdurrahman el Vekil diyor ki ; “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık dalaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."


İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur.
İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.

Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edepsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?

Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri!
Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır.

" Ozaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (Bakara 166)