İlim


İlim nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Marifet ise, şükretmek, sabretmek, razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır.
Dünyaya gelmekten maksat da bu iki manayı ele getirmektir.

Ahmed er-Rifai:
Nefsi tanımak kulluğun esaslarından biridir. Onu tanıyanlar pek az olduğu gibi tanımayı arzulayanları bulmak da zordur. Allah, her iki dünyada da arife, nefisten daha dar, dehşetli ve kötü bir zindan yaratmamıştır. Kim nefsi, gereği üzere tanırsa onun emirlerine muhalefet eder. Kim de onu tanımaktan gafil olursa o büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Onun şerrinden emin olunamaz. Çünkü onu tanımayan kimse nasıl olur da ona muhalefet edebilir? Bir haberde rivayet edildiğine göre Allah dünyaya: “Ey dünya, kim bana hizmet ederse, sen de ona hizmet et, sana hizmet edeni ise kendi peşinde koşturarak yor” buyurmuştur. Nefsin haz duyduğu şeylerle meşgul olmak, himmetin manalarından değildir. Nebi (s.a.v), yüksek ve şerefli himmetleri sebebiyle ayetteki “Muhammed’in gözü kaymadı ve kamaşmadı” vasfına sahip olmuştur.
Kul, dünyanın alayişini, rahatını, lezzetini ve şehvetini terketmedikçe, halkın güzel davranış, övgü ve metih vadilerinden aşıp kurtulmadıkça, Allah’a ulaşamaz. Allah, bütün bu sayılanlardan uzak kalmayı arzulayan kimseye, bunları birer imtihan vesilesi olarak yaratmıştır. Şayet kul bunlardan herhangi birine iltifat ederse, davasında haksız olduğu ortaya çıkar. Hesap ve hüsran denizinde boğulup yok olur. Pek çok nimet içinde olan kimseler vardır ki halktan mahcub, sıdktan gafil, nefsi tanımaktan cahildirler. Sabah akşam bir hesap üzere olurlar. Arşın sahibi tarafından hiç de beklemedikleri hesaplarla karşılaşırlar.
Hukuk-ı ilahiyyeyi nefsinde icra eder ve kendinden geçip Hakk ile beraber olursan, işte o zaman kendini bilmiş olursun. Çünkü “Nefsini bilen Allah’ı tanımış olur” buyurulur.
Eğer halkın hakkını bilip hakkıyla yerine getirirsen yani, büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kötülük edenlere iyilik, iyilik edenlere güzel muamelede bulunur, halkın hikmet ehli olanlarının nasihatlerini kabul eder ve kötü sözlerinden uzak durursan, çaresizlere yardım edip iktidar sahiplerine ilişmezsen; yani halk senden emin olup cümlesinin emniyyetini kazanırsan, nefsinde hüsn-i siyasete muvaffak olursun. Ayrıca Cenab-ı Mevla senden razı olduğu halde kardeşlerinle güzel geçinirsin. Bu durumda hem akıl ve hikmet sahiplerinden sayılır, hem de eza ve cefadan kurtulmuş olursun.
Eğer nefsini bilmeyerek cehalette kalır ve halka gerektiği değeri veremeyip onları kusurlu kabul edersen, bu durumda hem kendine yazık etmiş, hem de gazab-ı ilahiye uğramış olursun. Sen, kıvılcımı üzerine sıçratıp kendini yakmaktan, heva ve heves deryasına dalıp boğulmaktan şiddetle sakın.
Seni yoktan var eden Allah’tan sakın. Nefsinin kurtuluşu için, O’na yardımcı ol. İnsanların yanılmalarına karşı insaflı davran ki, hüsrandan azade, hesaptan emin olasın ve sevdiklerinden uzak kalmayasın.
Kapılar açılır ve hayırlı kişiler zümresine kavuşulur.
Nefis, insandaki manadır. Tevazu gösterirse yücelir. Şayet kibirlenirse, aksine kıymeti azalır.
Bu alçak nefis, niçin seni böyle zebun ediyor. Boş hayaller üzerine binalar tesis ettiriyor. Nefsin kibir ve gururu, şehvet ipiyle bağlanmıştır. İki zıddın bir arada toplanması mümkün değildir. Nefis öyle bir şeydir ki, batıl fikirlerle feleklerin uç noktalarında cevelan eder. Dengenin tam olması için de, zillet denizinin diplerine kadar dalıp tenezzül eder. Hak edilmeyen irtifa ne kötüdür. Her hangi bir hikmete dayanmayan ve mücerret kötü ahlaktan ileri gelen bir tenezzül, ne fena bir şeydir. Bunu bırakıp irfan kanatlarıyla yüce işlere doğru uçmalı ve dinin edebiyle edeblenip ilmi yakinin gayesine doğru yol alınmalıdır. Hakiki izzet sahibine böylece ulaşılır. Nefsin istek ve arzularına muhalefette bulunulmalıdır. Şehevi isteklere meyletmeyip hep onun zıddına gidilmelidir. Büyük bir kuvvetle gecelerin karanlığından istifade etmeye çalışılmalıdır.
Geceleri uykusuz geçirmeye alışmalıdır, çünkü uyku hüsrandır.
Günahlara yaklaşmamalıdır, çünkü sonu ateştir.
Allah’a ibadet için geceleri kaim olmalısın ki, Kur’an’ın samimi dostları onlardır. O samimi dostlar, gecenin karanlığı çöktüğünde birer ruhban kesilirler. Gaflet sahibi kimseler, gecelerini uykuyla geçirirler. O samimi dostlar topluluğu ise, gecelerini gafletle geçirmezler.

Cahil kimseler, oyun ve eğlence ile meşgul olurlar. Halbuki Allah dostları hep uyanıktır. Onları meşgul etmez ne aile, ne dost, ne kavim ne de kabile. Er kişilerden bahsedilecekse eğer, gerçek er onlardır.
İşte onlar, gerçekten takva sahipleridir. Onlar, dünya lezzetlerinin hepsini terk ederek alışılagelen adetleri bırakıp sıdk ve ihlasla Mevla’ya ibadet ederler.
Bütün ilimlerden bilgilerden maksat, kendi ilmini bilmek ve bu suretle kendi mananın düğümünü çözmektir. Cehalet ise başka düğümleri çözmekle uğraşıp kendininkini çözememektir.
Bunun için hal hocasının önüne oturup onun (illallah) feyzine ayna olan varlığı önünde kendimizi (lâ) etmeliyiz. Ama biz bildim zannettik, bilemedik.
“Ben sana taatından, hayrat ve hasenatından nazar etmem. Ancak bir gönül sahibinin gönlüne girersen oradan nazar ederim.”
İlimden maksat, kamili bulmaktır. Kamilin ise zahiri ilmi olma mecburiyeti vardır. Bu da çok geniş kitlelere tesir etmesini sağlar.
İlim, kendini bilmek için herşeyi öğrenmeye çalışmaktır.
İlim, Allah’ın emir ve nehyini bilmekten ibarettir. Dinin emirlerini öğrendikten sonra size bu zevatın sohbetini bütün kalbimle tavsiye ederim. Zira onların sohbeti mücerreb tiryaktir; denenmiş bir ilaçtır. Bütün sermaye onların nezdindedir. Sıdk ve safa, zevk ve vefa, dünya ve ukbadan sıyrılıp Mevla’ya yönelme onlardadır. Bu, güzel kıraatla, ders okuyarak elde edilmez. Bu hasletler ancak ve ancak hali ile örnek olan, sözü ile yol gösteren, hal ile söz arasını cem eden bir arif-i billahın sohbetine devam sayesinde elde edilir. “Onlar Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir.”(Hz. Rifai)
İlim, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhid eylemektir. Tevhidden maksat, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir. İşte bu makam sağlam kalpli insanı zuhur ettirir. Amel ise gerçek ilmin neticesidir. Amelden maksat, istikamettir. İstikamet her yerde her şeyde Hakk’ı görmektir.

Hz. Ali: “İlmin ednası dilde olanı, a’lası ise insanın her uzvundan tecelli edenidir.
İlim; güzellik, mana inceliği, zarafet, marifet ve san’at gibi ilahi ruhun eseridir yani ilahi ruh vasıtasıyla zuhura gelir.
İlim, gerçek sahibimizi bulmak ve bilmek demektir.
İlim insanı irfan sahibi marifet sahibi kılar, her mevcudun Cenab-ı Hakka bir mazhar olduğunu gösterir. Böyle kişiden Hak gözükür. İrfan sahibi için hayret ve ibretten başka bir şey yoktur.
Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemalini bulursa vuslat hasıl olur. Kendinden bir şey kalmaz, Allah tecelli eder.
Fakir denilen kimse herşeye maliktir; ona ise kimse malik olamaz. Binaenaleyh bu mertebeyi bulmak için insanda havfin manaları zahir olmalıdır.
Havfin yani korkunun üç türlü manası vardır: Biri korku, biri haşyet, biri de heybettir.
Bizim bildiğimiz korku, imanın şartındandır. Haşyet, amelin şartındandır. Heybet ise marifetin şartındandır.
Her türlü cezadan korkmak, nefis makamıdır. Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır.
Fakat sır ve şuhut makamının korkusunda, heybet ve azamet vardır ki bu görgü makamıdır. Resulullah Efendimizin: “Allah’ı herkesten ziyade ben bilir, herkesten ziyade de ben korkarım” buyurdukları gibi, Allah’tan korkan Allah’ı bilenlerdir, dendiği gibi.
Alim ise insan-ı kamil mertebesidir. Aynı zamanda âlim Allah’ı kaybetmekten en çok korkandır.
Naz mertebesine çıkanlar en az naz edenlerdir.
Hz. Ali: “Öyle alim vardır ki cehli onu katl etmiştir, ilminin kendisine faydası olmamıştır.
Cenab-ı Peygamber şöyle buyurdu: “Ben ilmin terazisiyim, Ali iki kefesi, Hasan ve Hüseyin ipleri ve Fatma ibresidir.

Asıl ilim, yokluk ilmi, Allah ilmidir. Zira bu bilgi, bilcümle ilimleri kucaklamıştır. Cehalet, kendinde üstünlük görmektir. Hazret-i Ali buyuruyor ki: Üstünlük göstermek için ilim sahibi olma! Bazı ilimler vardır ki neticesi cehildir. Bazı cehil vardır ki neticesi ilimdir.
Hz. Ali: Dinin kıvamı dörttür: İlmini kullanan alim, öğrenmekten çekinmeyen cahil, vergisini esirgemeyen cömert ve ahiretini dünyasına değişmeyen fakir.
Sokrat: “Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir”, diyor. Fakat bu cehilden maksat, Hakk’a karşı acz ve yokluğa ermiş kimsenin cehlidir.
Allah’ın kudret ve kuvvetine karşı ümmi de olsan alim de olsan müsavidir. Fakat elbette ki bir kamil kişinin zahir bilgilere de sahip olması lazımdır. Zira irşad hususunda bir ümmi şeyhle, dünya ilimlerine de aşina olan bir şeyh, aynı liyakat ve kudreti haiz değildir. Mürşit, kütleleri zamanın seviyesine göre uyandırma yollarını bilmelidir.
Zahir bilgileri kazanmak da yine Allah’ın bir ihsanıdır. Hüsameddin Çelebi’nin muhterem ceddine vaki olduğu gibi, bir anda da o zahir ilmine aşina ediverir. Mülk suresi 1. ayette buyurulduğu gibi: Ve hüve alâ külli şey’in kadir, yani Allah her şeye kadirdir.
Herkese kendi aklının yettiği mertebeden söyle, senin aklının yettiği mertebeden değil... buyuruyor Efendimiz.
İlim, kendini bularak Allah’ı bilmektir. Allah’ı bilmek, ilmi icra etmek yani kullanmaktır. İlmi kullanmakta amel etmek demektir.
Böyle bir ilme sahip olmak için önce ruhu ayıplardan ve fenalardan temizlemek gerekir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. Yani kendi hakikatine kavuşamaz. İlim elde edilmedikçe Allah’a kavuşulamaz.
Cümlenin bilgi ve ilimleri o ilahı ilmin deryası içinde, damla denize karıştığı gibi fanidir. Binaenaleyh kendi ilmini Hakk’ın ilmi deryasına karıştırıp cahil olan kimsenin cehli, hakiki ilimle beraberdir.
İlim ve amel belî davasını ispat için birer şahittir. İlim amelsiz, amelde ilimsiz değerini kaybeder çünkü ispat iki şahitle olur.
İlim ve marifet birliği külli aklın ve bunun doğurduğu fikrin aydınlanmasını sağlar. O zaman her şeyin iç yüzü aşikar olur yani, gönül gözü açılır. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi: Kalbin hayatı ilimdir, kazanınız; ölümü ise cehildir, sakınınız!
Eflatun: “Bilmek demek evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir” diyor. Yine Sokrat der ki: “İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. O halde bilinecek ve hatırlanacak olan şey ilimdir.”
İlimler ikiye ayrılır: Maddi ve ledün ilmi. Ledün ilmi kadere, kaza sırlarına ve manevi ilimlere denir. (Allah ilmi, batın bilgisi veya Hakk’ın sırları ve keşifleri ilmi de denebilir.)
Şeyh Mustafa Efendi:
- Malum a, evliyaullah satırda değil (eliyle göğsünü göstererek) onların ilimleri işte burada, sadırda imiş!
- “Evet öyle şeyh efendi... Nefis üzerine, bayağı, bizim bildiğimiz masiva satırını basmayınca da o ilim hasıl olmuyor. Ne satırda, ne sadırda... İllâ nefis üstüne indirilecek satırda...”
- O cihet bana ağır geliyor.
- İşte bu da, lâ ilâhe illallah demeyi bilmekle lâ ilâhe illallah’ı bilmekle olur. Nefse satırı vurmayınca birşey hasıl olmaz. Ne sadırda ilim olur ne satırdaki ilim anlaşılır.
En büyük ilim lâ ilâhe illallah ilmidir. Bundan maksat, bitmez tükenmez manayı öğrenip kendi mevhum vücudunu lâ ilâhe’ye atıp illallah’ı ispat etmektir. Çünkü en büyük ilah kendi nefsimiz olduğu için yalnız Allah’ın varlığını ispat eden nefsi yok kılmaktır.
İlim de istidat ve irfan gibi insanın ruhunda mevcuttur. Fakat açığa çıkması için zaman ve eğitim gerekir.
İlim sahibi failin Allah olduğunu bilir.
“İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır” buyuruyor Hazret-i Ali. Bu gördüğümüz alem, bu varlıklar, hep bir noktanın zuhurundan ibarettir. Ancak, o noktayı halka anlatabilmek için de behemehal teksir etmek, çoğaltmak icab eder. Herkes o noktadan anlar mı? Mesela benim zihnimde bir hikaye var. Onu gazetede neşr etmek istiyorum. Fakat hikayeyi yazacağım yerde, kağıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikayemi, kendime göre ifade etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi yani hikayenin yazılması lazımdır.
İlim ve amel sahibi kişi istikamet üzeredir. İstikamet Allah’tan başka istek ve arzusu olmamaktır. İlmin sonucu Allah’ı birlemektir. Amel ise birliğin manasını hal edip iş olarak göstermektir. Bu da ancak aşk ile olur. İlmin üzerine aşk gelirse hal zuhur eder. Aksi takdirde vazife olur.
Aşıkların hekimi Allah’tır; Allah’la olanın yardımcısı yine Allah’tır.
Yalanı zeka diye addetmek, büyüklere hürmeti budalalık, küçüklere şefkati zahmet telakkisiyle terk etmek yanlıştır.
Maddi ilimler insanı gerçek insan yapmaz.
İlmullah yani Allah ilmi insanı Allah’a yaklaştıracak amellerin başında gelir. Bin rekat namaz kılmaktan bir dem kamil insanla sohbet etmek daha hayırlıdır. Yani ilimsiz amel işe yaramaz. Hatta kamil insanla sohbet Kur’an okumaktan hayırlıdır. Çünkü Kur’an’ın tefsiri kamil insanın manasında ve ilminde gizlidir.
Batılı ilim adamlarına göre ilim, hadiseleri tahlil ve izah etmektir. Yani yalnız gördükleri, işittikleri şeylere inanırlar. Buna da pozitivizm denir. Halbuki bugün bilinmektedir ki görülen hiç bir şey doğru değildir. Hakikatte ne renk vardır ne ışık. Sıcak ve soğuk kişinin yaratılışına göre hissedilir. Alem yalnız hareketten ibarettir. Etrafımız gözle görülmeyen ışınlar ve su buharı ile doludur. Bunu bilen o devrin ilim adamlarından Pasteur “Bilim alemi içinde attığım her adımda cehaletimin derecesini anlayarak daha da mahcup oluyorum” demiştir.
Tasavvufa yönelmiş bir bilim adamı Bergson ise maddeyi anlayabilmek için manevi bilgiye ihtiyaç olduğunu düşünerek “Bütün ile parça mahiyetçe aynı şeydir” diyor. Yani “Nefsini bilen Allah’ını bilir” hadis-i şerifinde olduğu gibi.
Pascal ise “Sus be ahmak akıl” demekle insanı gördüğüne duyduğuna değil gönlünde hissettiğine inanmaya çağırır.
Mesela yalnız ilmine güvenen Darwin için Allah’ın cevabı, en sevdiği öğrencisi S. Spencer’in dinin kıymetleri karşısında baş eğen kitaplar yazmış olmasıdır.
Bergson’a göre akıl gönül üzerinde teftiş kuramaz. Allah’ın zat makamını anlayabilmek için aklı bir tarafa bırakmak şarttır.
Yunan felsefesinde ilk defa Socrat insanın kendine bakarak dünyanın hadiselerini anlayabileceğini öğretti. Gönül bilgisinin kitabı yoktur. Yunus’un dediği gibi:
Dört kitabın manasın okudum hasıl ettim
Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş
Bununla demek istiyor ki: Dört kitabı okuyup manasını anlayan bile bundan bir mana çıkaramaz. Nihayeti olmayan; insanın ömründe değil, kainatın ömrünce süren uzun bir hece... Bütün manalar bu hecenin içinde olduğu halde manası belli değil... Çünkü bunun dili hal dilidir. Buna ledün ilmi batın ilmi isimleri de verilir.
Kingsford ise gönül ilmini şöyle tarif eder: “O, bir ilim, bir felsefe, bir ahlak ve bir mezhep değildir. Belki batın ilmi, ilim, felsefe, ahlak ve mezhebin kendisi olup, diğer bütün bilgiler, felsefeler ahlaklar, dinler onun bozulmuş şekilleri veya değiştirilmiş ifadeleridir.”
Eflatun da: Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz. İnsanın, onları kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkürle çıkarması ve mukaddes ateşi kendi zati menbaında araması lazımdır; bunun mektebi yoktur; bu ilim insana Hak tarafından ihsan olunur, der.
Gayesi Allah’ı bilmek olan gönül ilminin ilk neticesi de, nefsin ıslahıdır. En önemli adım da dünyaya olan sevginin azalmasıdır. Hocasız anlaşılacak bir ilim değildir. Gönül ilminin hocası iradeyi aşkla kuvvetlendirir. Maddi ilim iradeyi kuvvetlendirmez. Öğretmenler bu işi kerametle değil istikametle becerirler. Bütün bu anlatılan ilim aslında Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ama ilk önce Ruh-u Muhammedi yaratıldığı için bu mana bazen batılı filozoflardan zuhur etmiştir.
İlmin neticelerinden bir tanesi de hikmet makamıdır. Hikmet, kulun Hak’la söylemesi Hak için iş görmesi ve sadece Hakkı istemesidir. Hakkın sevdiğini ister, Hakkın sevdiği ameli işler ve Hakkın sevdiği lafı konuşur.
Bir kimseyi asrın allâmesi de görsen, onun zahirde olan ilim ve marifetine bakmayıp, Allah’la ve halk ile olan ahdine vefa edip etmediğine bak. Çünkü ilim kabuk gibidir; ahde vefa etmek de o ilmin özüdür.
Ey akil, sakın surete bakma! Çünkü cinsiyet yani aynı manada olma sırrı surette değildir. Suret, taş ve toprak gibidir. Camidin, cinsiyetten haberi yoktur. Cinsiyet, mana cihetiyle kalblerin birbirine benzemesi, ruhların ezelden bilişikli olması ve akılların yekdiğerine uygun bulunmasıyla olur. Yoksa, surette aynı cinsten olmanın faydası yoktur.
İlme sahip olmanın zekatı, ilminden başkalarına ihsan etmektir. Ama özellikle mana ilmini ehli olmayana verirsek Muhiddin-i Arabi’ye göre ilmin hikmetine zulm etmiş oluruz. Ehlinden sakınırsak hikmetin ehline zulm etmiş oluruz. Hz. Mevlana ise: Cevheri kötü olan kimseye ilim vermek yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir buyuruyor. İlimde zekatın en derin manası ise o ilmi Allah yolunda kullanmaktır.
Bir sâlik bilmelidir ki gerek ilim ve irfan, gerek lokma, gerek ten ve can Hak yolunda sarfedilmelidir.
Vahiy de bir ilimdir. Fakat ilahi ilimdir. Cenab-ı Hak tarafından kalbe gönderilir. Ekseriya bir lüzum üzerine veya cevap olarak veyahut bizi terbiye etmek için gelir. Türlü şekillerde, harfsiz, sessiz, vasıtalı ya da vasıtasız ya da rüya ile gelir.
İlham, şeytani ve meleki de olabilir. Vahiy yalnız melekidir.
Hayat, kalbin cehil ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır.
Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bulan bir kalbin alâmeti de Hakk’ı istemekte hareket eylemesidir. Cehil ile ölü kalp, ölü gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır.
Allah’ı zikretmeyenin manevi ilmi ve irfanı dardır.
İbadet mutlaka ilimle olmalıdır aksi takdirde faydasızdır. Bilerek bir kere Allah demek cehl ile bin defa Allah demekten evladır. İlim demek kitapları yutmak değildir. İlimden maksat, insanlık ve irfandır.
İrfansız ve bilgisiz olarak sabahlara kadar tekkelerde zikretmişsin ne fayda? Semâhâneye bir gramofon koysan, hem zikri hem şeyhinin sesini istediğin zaman sana tekrarlar. Ama onda irfan, ilim ve muhabbet ne arar?
Mana ilmini, sahibini bulmak, mürşidi bulmak cennetteki ağaçlardan birini bulmak demektir.
İlim sahibi hikmet sahibi olmayabilir. Musa bir peygamber iken Hızıra muhtaçtır.
Allah ilminin esası Hz. Muhammed’dir. Bu manaya giriş Hz. Ali’dir. Hz. Ali makamı mürşid-i kamildir.
İlmin en üst derecesi ilimsizliktir.
İlmin lezzeti ile yetinip amelin acılığını tatmadan kemale erilmez. Ancak aşıklar acıyı acı bilmediklerinden o acılığını lutf-ı rabbani içinde kabul edip müteessir olmazlar.
Ken’an-er Rifai Hazretlerine göre: İlme olan meyil insanı tasavvufa meyleder. Eğer yalnız bir tanesine meyil ettiriyorsa yetersizdir. İlimle tasavvuf ihtiyacını birlikte duymuş olanlar hayatlarını bu iki anlayışın ortasını bulmaya sarfetmişlerdir. Heraclite ve Eflatun gibi.
Ruhu terbiye ile memur olan kişinin karşısındaki talibi aklen de tatmin etmesi gerekir.
Hz. Mevlana buyuruyor ki: Karşıma fazıllar, alimler, akiller ve çok bilen iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim.

Kaynak: Cemalnur Sargut