Ruh, bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti. İnsanların bazı meleklerden efdal oluşu buradan doğuyor. Onlarda nefis olmadığı ve nefse tâbi olmadıkları için, ne ki emredilirse hemen yerine getirirler.

Ruh ulvî ve lâtif, nefis ise süflî olup birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ikisini bir arada barındırmak için ruhu nefse âşık etmiştir. Zira ulvî ile süflînin başka türlü bağdaşması mümkün değildir. Yaratılışları birbirinin tam zıddı olduğu halde ulvî ruh, zamanla süflî olan nefisle alâkasını çoğalttı. Nefs-i emmâre’nin akışına, cazibesine tutuldu ve o nisbette değerini ve faziletini kaybetmeye başladı. Çünkü ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini, ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta hâkimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını gayet rahat bir şekilde yapar.

Nefs-i emmârenin akışına-câzibesine tutulan ve değerini, faziletini kaybeden ruh, Allah-u Teâlâ’ya verdiği sözü de unuttu.

Allah-u Teâlâ ruhları yarattığı zaman:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. (A’raf: 172)

Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.

Hepsi de:

“‘Evet Rabbimizsin, buna şahidiz.’ dediler.” (A’raf: 172)

Fakat nefsin boyasına girerek bu sözü unuttular. Hâlik-ı azîmüşşan hakkındaki bilgilerini de unuttular. Nefse aldandılar. Dolayısıyla vücutta hâkim oldukları yeri de yavaş yavaş kaybederek hükümsüz kaldılar, nefsin tahakkümüne girdiler. Halbuki çok ulvî âlemlerden süzülerek gelmişlerdi. Ulviyatlarını sufliyâta tahvil ettiler.

Allah-u Teâlâ bir lütuf, ikram ve ihsan olarak Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizi, onların gelmediği bir zamanda da vekillerini gönderdi, ruhları kendine dâvet etti.

Âyet-i kerime’de:

“Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır.” buyuruluyor. (Ra’d: 7)

Yani ruhlar âleminde geçen o visal günlerini hatırlattı. “O günleri unuttunuz mu, hani o güzel günleriniz?”

Allah-u Teâlâ’nın peygamberler göndermesindeki, kitaplar salmasındaki maksat budur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)

İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.


ÖMER ÖNGÜT