Bu muhabbet murakabasında;

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide: 54)

Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir.

Bu murakabada olanlar Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlıdırlar. O artık gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seviyor.

“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)

Yani fazl-u kereminden onlara vermiş. Onlar da kendilerine verilen bu lütuf ve ihsanlarla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmaya çalışırlar. Bütün ubudiyetini Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak için yapar. Başka hiçbir gaye ve maksadı olmaz. Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için canını ve malını hiçe sayar.

Nihayet Allah-u Teâlâ onları sever. Sevince de dilediğini onlara hediye eder. Buna hediye-i ilâhi denir. Böylece her lütuf ve ihsana nail olurlar. En büyüğü ise Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmaktır.

Âyet-i kerime’de:

“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)

Burada Allah-u Teâlâ’ya karşı sonsuz bir muhabbet uyanır. Şüphesiz ki bu muhabbet de ona Hakk’tan gelmiştir. Bunun içindir ki yalnız Hakk için icabederse her şeyini hiçe sayar. Hiçliğini bildikçe de azamet-i ilâhî’yi görmeye başlar. Fenâ hali arttıkça irfan duygusu husule gelir.

Emanet-i ilâhî’yi O’nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı da o nisbette artar. Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve dilini çekmiştir. Çünkü onun dostu O’dur.

Artık o Hakk’ı sever, Hakk da onu sever.

Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu. Şimdi artık Hakkal-yakîn başlıyor.

ÖMER ÖNGÜT