Tasavvur ve Tasavvufun Modern Tahrifi: Yunus Emre ve Somuncu Baba


“Bâtıl, Hakk’ın zıdd-ı kâmili değildir.” Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın bu sözü, beynime hasar vermeye devam eden bir tümörün teşhisi, başımızdaki bir musibetin sebeb-i isabet tanısıdır. Bâtıl olanla müstakim olan, birbirinin tam karşıtı değildir, çünkü yanlışın ayakta kalabilmesi, kendisine doğru süsü verebilme kapasitesiyle orantılıdır. Bu yönüyle bâtıl, hakkın bazı veçhelerini kullanmak zorundadır. Alenen ve külliyen nassa/akla kabih ve muarız gelen dalalet taraftar toplayamaz; kurt, koyun postu giymeden masum görünemez elbet.

“Tamam, ama A konusunda doğru söylemiyor mu?” diye savunulan adamlara bir bakın. Diğer konudaki tahrifatını sürdürebilmesi, A konusunda doğru söylemesine bağlıdır. Her konuda saçmalasa, kendisine itibar getirecek hiçbir isnadı olmayacak çünkü.

Yani hakikat, tam, kâmil ve müstakimdir; nâkıs, benzer ve müzevver değil. Kâmil olanı nâkıs aktarmak ise, mükemmele de mükemmile de hakarettir. Kâmil olanı kusurlu aktarma hasleti, son dönemde “dini motiflerle” pazarlanan kitaplar ve filmlerin buluştuğu ortak payda oldu. Bu kusurlar, aşkı, tasavvufu ve tasavvuru tahrif etmelerine de yol açacaktı ve bu süreç başladı.

“Gel de aşkı sen anlat öyleyse!” denmesin. Aşk anlatılabilir gibi bir iddiam yok! Nasıl anlatılabilir ondan da emin değilim; fakat nasıl anlatılmaz, bunu biliyorum.

Aşkın pazarında piyasa göstergeleri

Arayış’ı bir meta olarak sunma (Kavramlaştırma Güven Adıgüzel’e aittir. “Mevlana ve Piyasa Ekonomisi” yazısından alınmıştır ve mezkûr yazı tavsiye edilir.) safhasının yüksek perdeden icra edildiği son yıllar, imajı olup ihatası olmayan dîni motiflerin kitaplarda, dizilerde, filmlerde, hatta düğün organizasyonlarında sıkça yer aldığı zamanlar oluverdi.

Son 3 yılda 5 milyon civarında -sadece- “Mevlana” içerikli/irtibatlı kitap satılmış. Elif Şafak’ın Aşk romanı 300.000 basıldı. Elif Gibi Sevmek kitabı 230.000’lerdeydi… Uğur Koşar’ın Allah De Ötesini Bırak kitabının da dâhil olduğu seri ise 1 milyon 46 bin sattı. Uzayıp giden bu listedeki kitapların satış rakamları -Avrupa ortalaması %21 iken- kitap okuma oranının %0.01 olduğu Türkiye’de oldukça şaşırtıcı.

Uğur Koşar gibi sayıları hızla artan zevat hakkında yorum yapmak istemiyorum. Elif Gibi Sevmek kitabının yazarı Anıl Öztekin’i Hz. Ömer’e havale ediyorum. Elif Şafak’ı bir yere havale etmemize gerek yok, zira Dücane Cündioğlu Elif Hanımın ipliğini pazara çıkarmış, akıl sahiplerinin nazariyesinde zelil etmişti. Yazısını ibreti-i âlem olarak okuyun, amme hizmeti olarak paylaşın derim.

Artan tarih merakı ve kültürel kodlarımıza işlemiş kadim’e/öz’e dair muhabbet, duygusal yönü ağır ve ilmi yönü zayıflatılmış güzel ülkemizin açık aşk pazarı haline gelmesini hızlandırdı. Mâli değeri hızla yükselirken, ilmi ve estetik tenkidden muaf kalan bu pazar, bu furyanın devamı olarak, sinema sektörüne de davetçi oldu.

İslami olan ile olmayanı ayırt etme yetisini kaybetmiş olan seküler eğitim formatlı zihinlerimiz, Türkiye’de sinema sektöründeki yaygın kadimden kopuş ve yeteneksizlik ile birleşince, bu ‘pazara giriş’, Kudüs’e giren Haçlı Ordusu’nu aratmadı.

Altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz

Maliyeti milyon liraları aşan ve sadece Türkiye'de 6.000.000’nun üzerinde gişe yapan Fetih1453’teki galiz hataların yaraları hâlâ canımızı yakarken, bu talihsizlikleri, yapımcısının zayıf estetik ve tarih anlayışına yormuş; benzer yapımlara maruz kalmamak için istianede bulunmakla yetinmiştik.

Fakat mesele tarihin ötesinde ve üzerindeki şahsiyetleri konu edinen yapımlara geldiğinde, bir define avcısı kabalığında ve dikkatsizliğinde girişilen yapımlar, vicdan sahibi bir Müslüman için nefs-i müdafaa hakkı doğurmuş durumdadır. Çünkü burası, Hakkın -eksiksiz- kendisi aktarılmadığı sürece, her türlü iyi niyetin ve emeğin, umulanın aksine büyük tahrifata sebep olacağı bir sınır. Tasavvurun ve kalbin hududlarında bir adımlık hata dahi, mayına basmak demektir çünkü.

Öyle hatalar ki ne müfred ne münferit, öyle eksiklikler ki izahı dahi ızdırab. Bu toprakların irfan mimarlarını anlatırken malzemeden çalma gafleti… Arkeolojik kazı hassasiyetinde yaklaşılması gereken metafizik meselelere kepçeyle dalma aceleciliği… Muhayyilenin sınırlarının zorlanması gereken aşk dolayımını, 3. sınıf radyo programı aforizmalarına boğma sığlığı… Külli ilim şöyle dursun, cüzi marifetlerimizin bile olmadığı abide şahsiyetleri ve onlar üzerinden “Aşk” gibi zordan öte bir meseleyi anlatırken, dersine çalışmamış öğrenci amatörlüğü… Altın bulmak ümidiyle manevi hazinelerimizin kapılarını anahtarsız zorlama yanılgısı, türbelerine kazma vurma saygısızlığı... (“Altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine kazma vurulmaz” ibaresi Dücane Cündioğlu’na aittir.)

İki film: Yunus Emre Aşkın Sesi ve Somuncu Baba Aşkın Sırrı

Öncelikle şunu belirtelim, bir âlimi/mutasavvıfı “gerçek yaşamından” iddiasıyla anlatmak, hem ciddi bir cesaret hem de önemli bir mesuliyettir. Cesaret cahilde de vardır ama mesuliyet, ârife hastır.

Bu ülkede komedi filmi çekiyorsanız, ne sanatınızı ne de değerlerinizi sorgulayan olur, en bayağı projelerle bile milyonluk gişe yapabilirsiniz ki örnekleri mevcut. Fakat, aynı rahatlıkla İslam'ın ve bu toprakların değerlerini konu etmeye kalkışırsanız, ‘dur yolcu!’ der birileri size. Sağlamanız gereken şartlar vardır evvela. İyi bir yönetmenlik, iyi bir senaryo ve iyi oyunculardan oluşan bir yapımla, Anthony Quinn deyince milyonlarca insanın aklına Hz. Hamza’yı getirebilirsiniz. Fakat, yaptığınız film bir sevdanın veya bir ızdırabın mahsulü değilse, çalıştığınız ekip de vasatı aşamıyorsa, ilmi ve sanatsal kapasiteniz de sınırlıysa, kısa vadede -iyi seyirci tarafından- hayırla anılma/iyi hatırlanma ihtimaliniz yok. (Uzun vadede zaten sanat tarihinin hiç bir sayfasında hatırlanmayacaksınız.)

Evet, malum, bunca kelamın getirilmek istendiği nokta yönetmen Kürşat Kızbaz’ın “Yunus Emre Aşkın Sesi” ve “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” filmleridir. Yönetmen, 2014 yılında senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı “Yunus Emre Aşkın Sesi” filminden sonra şimdi de” Somuncu Baba” filmi için kolları sıvamış. Çokça ümitle biraz da endişeyle karşıladığım bu iki proje, çokça hayal kırıklığı biraz da sinir bozukluğu bıraktı geride.

Yazıyı buraya kadar okuduysanız, hâlâ “hiç mi iyi tarafı yok canım?” serzenişinde bulunmayacağınız ümidiyle, yapımlar için verilen emeği, muhtemel iyi niyeti, olumlu tesirde bulunduğu sosyeteyi veri kabul ediyor ve devam ediyorum.

Metafor yağmuru ve geniş zaman kipi

Öncelikle filmlerde kullanılan dil çok başarısız. Kavramlar tarihinden habersiz olmanın acısı, 20. yüzyıl Batı düşüncesinin kavramları 13. ve 14. yüzyıllarda yaşamış insanların ağızlarınca va’zediliyor ve oldukça eğreti duruyor. Birisi Türk sanat camiasına dalıp bağırmalı: Osmanlıca, geniş zaman kipiyle konuşmak değildir!

Dücane Cündioğlu’nun dediği gibi çok derin bir sorunun tezahürünü iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz: “Sorun, dünyayı/eşyayı idrak tarzımızın hem içerik, hem de biçim itibariyle kökten dönüşmesi. Dünya görüşümüzün neredeyse bütünüyle değişmesi.”

Filmlerdeki şu ifadelere bir bakın: “Tanrı’nın yaşamlara değmesi”, “içindeki ışık”, “ulu bilge” Bilgisiz ve dikkatsiz yazılmış bir senaryonun da ötesinde, seküler sosyolojinin kurduğu dilin yansımaları bunlar. Senaryonun ve kurgunun, kadim gelenekten, tasavvuf metinlerinden ve klasik ilimlerden bîhaber olduğu aşikâr.

Yunus ve Şeyh Hamid-i Veli’nin o muhteşem beyitlerini terkedip, ergen aforizmalar kullanmak da neyin nesi: “Sessiz çığlığı büyürken aşkın, âşıklar yol alacak sonsuzluğa” (“Yunus Emre” filminden) Böyle bir cümleyi en son arabesk yayın yapan bir radyonun gece programında duymuştum. Nezleli ses tonu ve Dilber Ay… Hem aşk’ın bir tanımı, bir normu var mı ki, iki filmde de “aşk”ın ne olduğu üzerine tanım yağmuruna tutuluyoruz?

İki film de arkasında ortak düşünceler bırakıyor; estetik haz vermeyen, kaygısı ve kurgusu olmayan, anlatmaya çalıştığı figürlere yazık etmiş iki yapım. Niyet okuması yapamayız ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Son yıllarda yapılan maneviyat temalı çalışmaların çok büyük kısmı, özensiz, dikkatsiz, sanatsal ve ilmi birikimden oldukça uzak.

Esas derdim olan “Somuncu Baba Aşkın Sırrı “filmine geçmeden önce, bütün bu ızdıraba katlanma pahasına- biraz daha geriden ve derinden ele alalım meseleyi… “Yunus Emre Aşkın Sesi” filminden… Küllüne delalet eden bir iki örnekle son verelim bu zahmete…

“Bu dergâh ikimize fazla Yunus Efendi”

Başındaki semah dönme sahnesinden itibaren özensiz bir yapım olduğu anlaşılan film, 3. sınıf bir Hollywood filmi kurgusundan öteye gidemiyor. İyi derviş – kötü derviş, kız kavgası ve boşluk… Bülent Emin Yarar’ın idare eder performansı hariç oyunculuklar çok zayıf. Devrim Evin de iyi rol keseceğe benziyor derken, kendisine biçilen kaşları dalgalı ahmak âşık rolünü icra edemiyor ve vasatın çok altına düşüyor. Balkız rolündeki Nilay Cafer’in oyunculuğu ise korkunç denecek kadar kötü, ruhsuz ve uyduruk. Elindeki hazinenin kıymetini bilmeyen yönetmen/senarist, Yunus Emre’nin sevdasını ergen kavgasına, arayışı saçmalamaya, dergâhı lise arka bahçesine dönüştürüyor.

Bu sahne, malumun ilamı: Odun taşımaktan elleri yara olmuş Yunus, tekkede süslü kıyafeti, açık baş ve kollarıyla oynaşan Balım kızla rastlaşır. “ihi ihi ellerin yara olmuş al bu kremi” bayağılığında gerçekleşen diyaloğu Derviş Kasım görür ve repliği yapıştırır: “Bu dergâh ikimize fazla Yunus Efendi!” (…)

Bu sahnedeki Yunus’a Berkecan, kıza Pelinsu diyelim ve arka fonu da dergâh değil lüks bir kolej yapalım. Çok daha uygun olmadı mı?

Berbat oyunculuklar, berbat bir senaryo… 13. yüzyılda yaşamış ve dizelerindeki sade derinliğin akılları zorladığı verdiği bir dervişi, 21. yüzyılın kolej ortamına sokmak. Hm de Koskoca Yunus’u! Bundan büyük bir zulüm görmemiştir merhum.

Sonra kırmızı şallı bir figür beliriyor. Şal da değil, siyah regular kıyafetin üstüne atılmış kırmızı perde belki. “Allah’ım, korktuğuma uğratma” diyorum o an! Ama uğratıyor. Evet, bu bulutların arasından zuhur edip sonra uçup giden rimelli bey Hallac-ı Mansur’un ta kendisi. El insaf! Kurgu, tarihsellik, estetik, sinema sanatı... Hiç birinden eser olmayan ve bence sinema tarihinin en kötü yapımlarından. Hem de Yunus’un adıyla!

Peki, ne mi var? Aforizma! İçi boş laflar, hiçbir bağlama oturmayan top çevirmeler. Yapılan aforizmalar ise, ne ıstılah olarak ne delalet olarak dönemiyle hiçbir şekilde bağdaşmıyor. Ciklet dizesi yazan adam rahatlığında, bir tasavvuf terimleri sözlüğüne bakmayı aklına bile getirememiş senarist tarafından uydurulmuş modern kasıntılardan başka bir şey değil.

Buğdaylarda el gezdirme sahnesi de Gladyatör’den esinlenilmiş, alınmış desek de olabilir. Sanatsal haz veren tek kısım bu sahne, teşekkürler Gladyatör.

Kısaca “Yunus Emre Aşkın Sesi” filmi, bir kurgusu olmayan, sanat yönetmenliği, çekimleri ve oyunculukları çok kötü olan bir facia olarak tarihe geçti. Yunus Emre’nin varidatına dair hiçbir şey hissetmeyenlerin çektiği ve kötü oyunculukları nedeniyle de seyirciye hiçbir his aktaramadıkları 3. sınıf bir piyasa filmi…

Seküler pazarın çekici kadın normunu Yunus Emre’nin zihni üzerinden açıklama densizliği… Ergen dizisi olarak konulsa bile, kabiliyetsizlikten yayınlatılamayacak bir yapımı Yunus Emre gibi bir dev’e havale ederek tutunma uyanıklığı…

Peki ya Yunus’un derin mirası ve aziz hatırası? Peki, bu filmin kirlettiği algılar, tahrif ettiği tasavvur?

Vebal almanın transandantal boyutu: “Somuncu Baba Aşkın Sırrı”

“Yunus Emre Aşkın Sesi” faciasından ders almayan Kürşat Kızbaz, bu kez de altından kalkamayacağı başka bir projeye girişiyor. Sıradaki tercihi, en az Yunus Emre kadar ihtişamlı bir zâta yöneliyor: Şeyh Hamid-i Velî Somuncu Baba (ks).

Peki, nereden geliyor bir eser ortaya koyma fikri, bu iç yanması? Cinedergi’nin Nisan 2016, 91 sayısına yönetmenin verdiği röportajdan alalım cevabı: “Yunus Emre'yi çektiğim süreçte vizyondayken İl Kültür Turizm Müdürü Mustafa Doğan aradı ve projeyi çok beğendiklerini, Yunus Emre'yi izlediklerini, kendi şehirlerinde de bir Somuncu Baba olduğunu söylediler. … Başkan da çok iyi, akıllı, şehri ön plana çıkarmaya çalışan, marka olma yolunda şehri kültürünü ve Somuncu Baba'yı anlatmak adına büyük bir çaba sarfeden birisi. Bir sinema filmi nasıl yaparız, bir senaryo nasıl ortaya çıkar, bunu nasıl iyi bir filme dönüştürürüz, bunun hesaplamalarını yaptık. Bu davet sonucunda film ortaya çıktı. Yaklaşık 2 yıllık bir süreç sonunda 1 Nisan’da da film vizyonda olmuş olacak.”

Yunus Emre filmini çok beğenmek… Bir Somuncubaba varmış… Şehrin marka olma yolu…

Yani filmi, uzun uykusuzlukların, ıstırapların, iç yanmalarının bir ürünü falan sanmayın. Ah Kurosava ah, ne acılar çekiyoruz bilsen.

Görüldüğü gibi film, Yunus Emre filmini beğenmeyi başarmış çok akıllı bir müdürün tanıtım projesi olarak, konu edilen zât hakkında ilmi altyapı olmadan yapılıyor. Bir “sanat” düşünün, içinde ne estetik kaygısı ne bilgi ne birikim ne ızdırap. Ölü doğmak budur belki de…

Tabi bir iki yıl, Üftade Hz., Aziz Mahmud Hüdai gibi âlimlerin hocalığını yapmış koskoca Somuncu Baba’yı anlamaya da anlatmaya da yeter zaten. Goethe, Faust’u 65 yılda bitirmişti bu arada, evet 65 yıl!

Sanat yönetmenliği, İslami ilimler, Fatiha tefsiri, muska ve tespih

Dönem filmlerinde sanat yönetmenliği hayatidir. Genel olarak “Somuncu Baba Aşkın Sırrı” filmi, “Yunus Emre Aşkın Sesi” filminden daha az kötü. Sanat yönetmenliği de nispeten daha iyi olmasına rağmen başarısız. Yunus’un elini sarma sahnesindeki anakronik hatayı, Somuncu Baba’nın giriş sahnesindeki ekmek tezgâhının dağılmasında da görüyoruz. Özensizlik veya estetik duyu zayıflığından olabilir.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ve silsilesinin bütün hocaları, Kur’an ilimleri tahsil edip icazet almış Kur’an ve hadis hafızları, ayrıca klasik ilimleri ezber düzeyinde öğretebilecek ilimde şahsiyetlerdi. Bunu hem yazdıkları eserlerden hem de beyitlerinden rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Filmde ise, İslami ilimlerin ne lafzen ne de manen hiçbir delaletini göremiyoruz. Yönetmenin ve senaristin ilmi arka planı olmadığı kafamıza vura vura gösteriliyor, ama en azından danışmanlık alınabilirdi diyerek hüznümüze hüzün katıyoruz.

Fatiha’nın yedi ayrı tefsirini suhuletle yapabilen, Arapça ve Kur’an ilimlerinin iliklerine işlemiş Şeyh Hamid-i Veli, filmde besmeleyi bile Türkçe çekiyor. ح ları ه okumasına bile razıydık ya hu! Bu ekiple aynı sahnelerden çıkmış aydın-sanatçıların rükûsuz secdelere gittiğini bile görmüştük, ona da katlanırdık! Bilgisizlik bir yandan, kendi kültürüne uzaklık bir yandan, dersine çalışmama öte yandan…

Tarif, tahfif ve tahrif

Muhtelif dönemlerde muhtelif tenkid ve taarruzlara maruz kalmış; fakat hiç birinde selametine halel getirmemiş olan tasavvuf, bu kez modern bir istila ile karşı karşıya… Filmde, efradından ve ağyarından bihaber olunan süreçler, kavramlar, hisler ve hayatlar hakkında bilmiş ve ermiş edasıyla yapılan derinliksiz soyutlamalar, izleyiciyi boğuyor.

20 sayfalık bir klasik mantık kitabında 1 sayfa olan “tarifin şartları” kısmını okumuş olsa bilge senarist, ne o aforizmaları o zatların ağzına yakıştırabilir ne de bu kurgusuz filmi piyasaya sürebilir. Senarist muhtemelen Elif Şafak veya Anıl Öztekin’den esinlenerek aklı sıra –ve motto olur ümidiyle- sırrını arattığı aşkın tanımını yapıp duruyor.

Peki, kadim kültürde bu iş nasıl? Klasik mantık kitaplarında bir tanımın haddi tam olabilme şartları diye bir şey duydu mu acaba bilge senaristimiz? Tasavvurat nedir tasdikat nedir bilir mi? Cinsi ve faslı olmayan –aşk, acı- gibi şeylerin tanımı yapılamaz, cinsi baid ve faslı karib şartı aranır gibi, Somuncu Baba’nın kesbi olarak haiz olduğu bilgilere dair fikri var mı? Bunu da geçelim…

Başrol oyuncusunun dergideki ifadesine bir bakalım: “Buna tamamen dini bir film demek yanlış olur, tasavvuf filmidir bu.”

Evet, dini film olmadığı, Peygamberi (sav)’e hiç yer verilmeyişinden anlaşılıyor! Rasulullah’ın yolunu takip ve tatbik eden bir zâtı “gerçek hayatından” iddiasıyla anlatacaksınız, ama bir kere dahi bir hadis zikretmeyeceksiniz. Bu bir başarıdır, tersten okursanız.

Ayrıca ders halkaları, aforizmların, uçup kaçmaların, iddialı sözlerin mekânı değildir, hele hele Hacı Bayram Veli gibi bir zâtın “onca ilim okudum kitaplarda bulamadım” diyebileceği cinsten bir yer hiç değildir.

“İbadet ilmin meyvesidir” denir kadim kültürde. Bir de “ilim muhabbetin şartıdır” var. Yani anlatmaya çalıştığınız o aşk, İslami tedris, terbiye ve tezkiyenin bir neticesidir, türkü çağıran Necmiye’nin modern kasıntılarının değil.

Ürün yerleştirme ve sansür: Aksaray ve Darende

Birkaç iyi niyetli genç, filmin başrol oyuncusunu Darende’ye davet etmişti. Fakat bu tip kronolojik hatalar, oyuncuların çok üstünde ekonomi-politik içerir. Burada da benzer bir durum var. Daha önce de belirttiğimiz gibi Aksaray Belediyesi’nin bir projesi olması sebebiyle, Aksaray ürün yerleştirmesi sıkça görüyoruz. Bu göze sokma anlaşılabilir bir şey, zira Aksaray, Somuncu Baba ile şereflenmiş bir diyardır. Fakat bir tarafı parlatma kaygısı, gerçeği örtme aşamasına gelirse, bu kabul edilemez hale gelir.

Şeyh Hamid-i Veli’nin Bursa’dan hicret ettikten sora nihai durak olarak Darende’ye teşrif ettiği ve orada medfun bulunduğu, birçok tarihi ve bilimsel araştırmaya konu olmuştur. (Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz gibi akademisyenlerin ilgili çalışmalarına bakılabilir. Okumaya üşenenler Youtube’dan da bu konudaki sohbetlere erişebilir.) Filmde, “onların da gönlü olsun” edasıyla 3 dakikalık ve tarihi gerçekle örtüşmeyen bir sahneyle Darende’nin geçiştirilmesi bana göre art niyettir. “Gerçek yaşamından” diyerek Somuncu Baba’yı anlatmak, Darende olmadan aksak kalır. Zira Somuncu Baba külliyesi ve müzesi, 2013 yılında Türkiye’nin en çok ziyaret edilen özel müzesi olmuştur. Tariki, hizmetleri, ilmi faaliyetleri O’ndan mirasla devam etmektedir. Adına ilmi yayınlar, sempozyumlar düzenlenmektedir. Tüm bunlara, tarihsel ve bilimsel realiteye rağmen, alelacele göz ardı ediş, hafif ifadesiyle uygunsuzdur.

Cinayet ve nihayet

Değişen algı biçimlerimiz, manevi olanı, aşkın ve içkin olanı, madde düzeyine indirgeyerek açıklıyor. Bu indirgemeyle temelsizleşen inançlarımız, kadim olan ve fizikötesi olandan isnad alarak tatmin olma psikolojisine sokuyor bizi. Ve bu süreç, bulanık akıllarımızın anlayamadığı çok üst düzey bir hissi, “ilahi aşk”ı tarif etmeye kalkarak tahfif ve tahrif ediyor. Aşka dair tasavvurlarımız kalıplara sokularak sınırlanıyor. Tasavvuf gibi zahmetli ve bilinmez süluku –yandaki fotoğrafta çağrıştırdığı gibi- basit bir şehvetin aracı imiş gibi gösterme derecesine kadar düşebiliyor.

Sonuç olarak, Hakk’ı anlatma iddiasındaki bu tip yapımlar, yazının başında vurguladığımız gibi, tasavvurun ve tasavvufun içini boşaltmak suretiyle batılın en sinsi ve derun olanı haline geliyor. Ve kendimizi, tedris, terbiye, tezkiye ile arayışa yelken açmak yerine, modern bir hazza davet edilir halde buluyoruz. Hem de kesin reçete ile… Meğer o hazinelerin esrarını iki eli belinde insan çözmüş ve biliyormuş…

Bilmek, küllüne hâkim olmak demektir, bu yüzden sufi marifetullah der, ilmullah demez. Haddi olmayan işlerde bilmişlik yapmak cahilin mesleğidir ne de olsa. Oysa ehl-i irfanın, ben O’nu bildim demesi dahi haramdır.



Muhammed Bedrettin Toprak