Atatürk Biyografisi'nden Sayfalar | Atatürk Günlüğü



Ankara’da:

''..Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişi, kent için olağanüstü bir hareket yaratır. Bu durumu, Paşa’nın yanında bulunan bir otoritenin yazısından izleyelim:
“Ankara’ya varış günümüz olan 27 Aralık 1919 Cumartesi günü, Ankara’da olağanüstü bir kaynaşma ve görülmemiş bir hareket olmuştur. O sabah, ajanslar ile, Mustafa Kemal Paşa’nın geldiği haberi herkese bildirildiği gibi; bir taraftan da, sabahtan itibaren, davullar ve zurnalarla bütün Ankara halkı istikbale hazırlanmıştı… Köylerden birçok atlı ve kağnı arabaları ile binlerce halk Ankara’ya gelmiş… Seçkin atlı alayı Ulucanlar’dan Hacıbayram Camiinin önünde toplanarak dinî merasim yapılmış. Yediyüz piyade, üçbin atlıdan teşekkül eden bir Seymen Alayını Ankara’da bulunan dervişler takip ediyor… Bunların arkasında, bütün esnaf ve ondan sonra da, mektepliler yürüyorlar… Halkın bir kısmı Namazgah Tepesi’ne ve diğer kısmı Yenişehir’in bulunduğu yerlere ve istasyon yoluna sıralanmışlar. 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa ve Vali Vekili Yahya Galip Bey, Eymir Gölü’ne yani Gölbaşı’na kadar gelmişlerdi… Yolda Paşa’ya yetiştiğimizde; Paşa, Rauf Bey ile beni otomobiline almıştı. Oradan başlayan istikbalcilerin yaşa sesleri, alkışları arasında ilerlemekte idik…”.

Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliyenin Ankara’ya gelişini, 27 Aralık tarihli şu açık genelge ile teşkilâta bildirir:

“Sivas’tan Kayseri yolu ile Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, bütün yol boyunca ve Ankara’da, büyük milletimizin sıcak ve samimî vatanseverce gösterileri içinde, bugün (Ankara’ya) ulaştı. Milletimizin gösterdiği birlik ve azim örneği, memleketimizin istiklâlini temin etme hakkındaki kanaatleri, sarsılmaz bir şekilde güçlendirici niteliktedir…”.

“…Beni cidden samimî, parlak ve güvenilir duygularla karşılamış olan sayın Ankara halkı ile daha yakından tanışmak ve fikir alışverişinde bulunmak bir vazife hükmünde idi…”. diyen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya gelişinin hemen ertesi günü, 28 Aralık 1919’da, Ziraat Okulunda, Ankara ileri gelenlerinden oluşan büyük bir topluluğa geniş kapsamlı bir konferans verir. Bu konferansta, özellikle şu açıklamalar göze çarpıyor (özet):

“…Harbin (I. Dünya Savaşı) son devresinde; Amerika Reisicumhuru Wilson, 14 maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı. Bu program, milletlerin kendi mukadderatına hâkimiyetini temin ediyordu. Programın 12. maddesi de, sadece Türkiye’ye, devletimize ve milletimize aittir. Wilson, bu madde ile, Türkiye’nin, milletimizin, tam hâkimiyetine malik olması lüzumunu söyledikten sonra, buna bir kayıt da ilâve etmiştir. O kayıtlar şunlardır:

Aramızda yaşayan gayrimüslim unsurların emniyetlerini ve gelişme serbestliklerini temin etmek. Bir de, Boğazlar’ın açık bulundurulmasıdır. Umum İtilâf Devletleri, Wilson’un prensiplerini kendi menfaatleri için muvafık gördükleri gibi; bizim devletimiz de, bu 12. maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi ve kabul etti. Hakikaten, kabul edilebilecek bir prensiptir. Çünkü; Mister Wilson’un istediği gayrimüslim unsurların emniyeti, can ve malları ve her türlü hakları ve gelişme tedbirleri için icap eden her şeye, zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz tarafından riayet edilmişti. Gerçekten; gayrimüslim unsurların Osmanlı Devleti ve milleti kucağında kavuştukları imtiyazlar, üç asrı aşkın bir zamandan beri ziyadesiyle mevcuttur. Bu nedenle; bu kayıt, bizim için yeni bir şey değildir. Boğazlar’ın serbestliği meselesine gelince: Bu geçiş yolunda Başkentimiz, devletimizin kalbi vardır. Bunun emniyetini sağladıktan sonra, umum ticarete hazır olarak açılması da gerekli görülür, işte, devletimiz, ancak bu esaslar dairesinde… İtilâf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de mütareke yaptı… (Bazı maddeleri hatırlattıktan sonra) bu maddelerin manaları ile tatbikatı arasında uygunluk var mıdır?

Meselâ; Mütarekenamenin ilk yapıldığı zamanlarda, İngilizler Musul’u işgal etti. Mütarekenamenin yapılışında; bizim ordumuz Musul’da, İngilizler güneyde idi. Mütarekeden sonra; oradaki kumandan ile, yanıltıcı şekilde temas ederek, askerlerini Musul’a soktular. İstanbul’u, kara ve deniz kuvvetleri ile işgal ettiler. Bu hususta Mütarekenamede müsaade var mıdır?

Adana havalisini, Urfa’yı, Ayıntap ve Maraş’ı evvelâ İngilizler ve ondan sonra Fransızlar işgal ettiler. Buna dair de mütarekede bir madde yoktur… İtalyanlar, Antalya’yı işgal ettiler; savaşta bulunmadığımız Yunanlılar da, İzmir ve havalisini işgal ettiler; kısacası, Mütarekenameyi baştan başa paramparça ettiler. Bu tecavüzlere, bu haksız muamelelere karşı; İstanbul’daki merkezî hükümetler, yazık ki; âciz bir vaziyet aldı. Hatta, yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir…

Bunu yapmadıktan başka; İstanbul’da, meselâ henüz sulh yapmadığımız bir milletten, jandarmamıza kumandan tayin ettiler. Kömür tedariğindeki güçlükleri aşamamak aczi yüzünden; İstanbul’un tramvaylarını, su kumpanyasını, bütün demiryolu hatlarımızı, henüz görüşme halinde bulunduğumuz İtilâf Devletlerinin idaresi altına verdiler. Halbuki; biliyorsunuz, Mütarekenamede yalnız demiryolları için kontrol söz konusudur. Yoksa; idaresini, sulh yapamadığımız İtilâf Devletlerine vermek, akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği hususlardandır. Hatta, büyük bir üzüntü ile söylemeye mecburum ki; Babıali’nin muhafazasını bile, Ferit Paşa, son zamanlarda yabancılara bırakmıştır. Memleketin dahilî asayişini, hudutlarını temin ve muhafaza için, lüzumu kadar asker, silâh altında bırakılacaktı. İlk zamanlarda; 80.000’i aşkın bir kuvvet, kâfi görüldü. Daha sonra; İtilâf Devletleri, 43.000’e indirdiler. Bir müddet sonra da; birçok vasıtalarla, bu sayının da altına indirildi. Bütün silâhlarımızın sürgü kollarını çıkararak, sandıklarla gönderdiler. Milletimizi, memleketimizi, tamamen müdafaasız bırakmak maksadını takip ettiler…

İtilâf Devletlerinde büyük bir zihniyet değişikliği görülüyor. Mütarekenamenin yapılışında; hür ve müstakil yaşamaya lâyık bir Osmanlı milleti kabul ettikleri halde, aradan bir iki ay geçtikten sonra, bu kanaatlerden sıyrılıyorlar. Başka renk ve manada kararlar veriyorlar. Bunun sebebi şu suretle izah olunabilir: Yabancılar, kendi iktisadî ve siyasî menfaatlerini tatmin edebilmek için, aleyhimizde icat ettikleri iki mütalâayı yürütmeye başladılar. Bu mütalâalardan birincisi, güya; milletimizin, gayrimüslim unsurları eşitlik ve adalet ilkesine uygun olarak, idare gücünde olmadığı. İkincisi de, güya; milletimiz, bütünü ile kabiliyetten mahrum bulunduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabeye çevirmiş. Birincisi ile, millete zalimlik yüklüyor ve iftira ediyorlar. İkincisi ile, kabiliyetsizlik. Eğer bu iki mütalâa cidden akla gelse idi, milletimizin müstakil yaşamaya hakkı, iddia olunamazdı. Hakikaten; zulüm, medeniyetle uyuşamaz. İstidatsızlık da, affa yaraşır bir şey olamaz. Çünkü; milletler, işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla beraber; insanlığın vekili olarak da, o arazide bulunurlar. O arazinin zenginlik kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla, bütün insanlığı istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu prensibe göre, bundan âciz olan milletler, beka (hayatta kalma) ve istiklâl hakkına lâyık olmamak lâzım gelir. Halbuki; bu mütalâalar, bizim hakkımızda kesinlikle akla gelemez. Her ikisi de, ancak iftiradır. Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı, tarih ve mantık bakımından sabittir. Bunun delilini, yine, yabancıların kendi muamelele¬rinde bulabiliriz. Avrupa devletleri, mütarekeden evvel ve mütareke anında; Mütarekename ile, kendi millî hududu dahilinde yaşamaya lâyık Türkiye kabul etmişlerdir. Aradan bir sene geçmeden; nasıl oluyor da, bir millet, zalim ve kabiliyetsiz oluyor?
Ve bundan dolayı hayat hakkından mahrum edilmek isteniliyor?

Avrupa devletleri, milletimizi, evvelce bilmiyorlar mı idi?

Wilson prensiplerini kabul ve Mütarekenameyi imza ettikleri zaman; altı asırlık bir milletin mahiyeti, kabiliyeti hakkındaki bilgileri noksandı da, bir iki ay zarfında mı tamamladılar?

Hakkımızda tatbik edecekleri kararları bilmiyorlardı da, sonra mı hatırlarına geldi?

Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’daki ilk günlerini, İstanbul’a geçmek üzere gelen mebuslar ile yaptığı görüşmeler doldurur. Bu konuyu Mustafa Kemal Paşa şöyle özetliyor:

“…Mebuslar, aynı günde veya günlerde (Ankara’da) toplu halde bulunmadılar… (söylediklerimi) günlerce tekrar ve yine tekrar etmek mecburiyeti hâsıl oldu. Her şeyden evvel, manevî kuvvetin, yürek ve vicdan kuvvetinin yüksek tutulması şarttır. Biz de, bu noktayı güçlendirmeye çalıştık…

Türk milletinin kalbinden, vicdanından fışkıran ve ilhamlanan en esaslı, en belirgin arzu ve iman belli olmuştu: Kurtuluş!…

Artık, bu arzuyu ifade etmek kolaydı. Nitekim; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, millî arzu belirtilmiş ve ifade olunmuştu…

Milletçe vekil seçilen kişiler, her şeyden evvel bu esaslara bağlı kimselerden ve bu esasları ilân eden cemiyete mensup olduğunu gösterir bir isim taşıyan bir grup yapacaktı: Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu… Milletin emel ve maksatlarının, kısa bir programa esas olacak surette, toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadı ile kaleme alındı, İstanbul Meclisinde bu esaslar, gerçekten toplu bir surette yazılmış ve tespit olunmuştur… Fakat; İstanbul Meclisinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu diye bir grup teşekkül ettiğini işitmedik…”.

Mustafa Kemal Paşa, bu durumu “Nutuk”ta acı ve ağır sözlerle eleştirir ve konuyu şu noktaya getirir:


“…Ben, Meclis-i Mebusanın İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Bu takdirde; başvurulacak tedbirleri de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve tertiplerimiz de başlamıştı, işte, bu görevi yaparken; milletçe yanlış anlamalara sebep olmamak için tedbir olarak da bir şey düşünmüştüm: Meclis-i Mebusan Reisliğine seçilmek. Bundan maksat, dağıtılan mebusları, Meclis-i Mebusan Reisi sıfat ve yetkisi ile davet etmekti. Gerçi bu tedbir, ancak görünüşü korumada ve geçici olarak yararlı idi. Fakat; herhalde, bunalımlı zamanlarda, faydası geçici de olsa, her türlü tedbirin alınmış olması fazla sayılamaz.

Gerçekte, İstanbul’a gitmeyecektim. Fakat; bunu itiraf etmeksizin, zaman kazanacak ve geçici olarak görev başında bulunmuyormuşum gibi durum ve iş düzenlenecek ve Meclis, reis vekilleri vasıtası ile idare edilecekti…

Bu hususu gerekenlere söyledim. Düşünce ve görüşümü uygun buldular. Bu işte çalışacaklarına söz vererek ve güvenmemi söyleyerek İstanbul’a gittiler. Fakat; bir iki arkadaştan başkasının, bu fikri ağızlarına bile almadıklarını öğrendim. Bu meselede hâkim olan muhakeme ve mantık şu imiş. Bunca milletvekilleri içinde Meclis Reisi olacak liyakatta bir adam dahi yok mudur ki, hazır olmayan bir mebusu gıyaben reis seçeceğiz. Meclisi teşkil eden sayın kişileri bu kadar liyakatsiz göstermek başkalarının gözünde kötü tesir yaratmaz mı?

Diğer bir mantık da, Meclis Reisliğine Kuva-yı Milliye Reisini seçmekle daha ilk günden, Meclis üzerine kuşku ve saldırıyı çekmeye sebep yaratmak, akıl kârı olamaz…

İtiraf etmeliyim ki; bu tedbirin alınmamış olması, Meclis dağıldıktan sonra, beni, küçük bir güçlükle karşılaştırmıştır…”.

KAYNAK : Em. Korg. CEMAL ENGİNSOY
ATATÜRK KÜLTÜR DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU