Türkiye'nin En Sakin Şehirleri
Seferihisar / İzmir
Türkiye’nin ilk sakin şehri olan Seferihisar, İzmir’e 45 kilometre uzaklıkta. Buraya 17. yüzyılda gelen Evliya Çelebi, o sıralarda Sivrihisar olarak anılan yerleşmeden ürünleri bol, halkı zengin bir kasaba diye bahseder; bir hisarı olmadığını ama bağların arasında yükselen kayalıkların hisarı andırdığını söyler. İngiliz seyyah Richard Chandler da 18. yüzyılda Seferihisar izlenimlerini yazmış. Burada üzümlerin taze yendiğini ya da kurutulduğunu söyleyip Dionysos’a adanmış bu şehirde şarap üretiminin yaygın olmamasına şaşırdığını belirtmiş.
Seyyahların ayak izlerini taşıyan Seferihisar, gezginlere bugün de pek çok zenginlik sunuyor. Lezzetli Satsuma mandalinalarının yetiştiği meyve bahçelerinden ve zeytinliklerden salınan kokular Ege Denizi’nin iyotlu kokusuna karışıyor. Geçmiş uygarlıkların nefesi Sığacık Mahallesi’nin alçak katlı evlerinin avlularında, antikçağlardan beri denizcileri ağırlayan limanında, sahil kenarında dizilen balıkçı lokantalarında dolaşıyor.
Seferihisar’ın tarihi, Teos antik şehriyle birlikte 3000 yıl gerilere gidiyor. 12 İonia kent devletinden biri olan Teos, antik tiyatrosunun yanı sıra Dionysos adına yapılmış en büyük tapınağı barındırıyor. Teos’un kimi asırlık taşları ve kitabeleri 16. yüzyıla tarihlenen Sığacık surlarında yeniden hayat bulmuş. Evliya Çelebi’nin bir tılsımı fısıldadığını söylediği, antik taş ve mermer ocağının bulunduğu Karagöl de Seferihisar’ın hem doğal hem de kültürel hazinelerinden biri.
Özenle korunan yerel lezzetleriyle Seferihisar ziyaretçilere farklı tatlar da sunar. Ekmek dolması, enginar dolması, nohutlu mantı, tatlı tarhana, yuvalaça, samsades tatlısı yörenin başlıca yemekleri. Seferihisar’da biri organik olmak üzere her hafta dört pazar kuruluyor. Her yıl düzenlenen Tohum Takas Şenliği’nde yerli tohumlar yaygınlaştırılmakta, çoğaltılarak çiftçilere dağıtılmaktadır. Bunun yanı sıra 49 kilometrelik uzun sahil şeridine serpiştirilmiş mavi bayraklı plajları, güneş enerjisiyle çalışan sokak lambaları, bisikletin teşvik edildiği yollarıyla bir sakin şehir olma vasfını hakkıyla taşıyor.
Perşembe / Ordu
Ordu il merkezine 13 kilometre uzaklıktaki ilçe, Kordontepe denilen dik bir tepenin eteğine kurulu. Tarihi İÖ 8. yüzyıla kadar uzanan, daha önce Vona adıyla anılan kentin ismi 1945’te Perşembe olarak değiştirildi. Yemyeşil tepelerin denize dik olarak indiği coğrafyada iki büyük kara parçası denize doğru uzanır. Bunlardan biri kuzeydeki Yason Burnu, diğeri ise Çam Burnu’dur. Perşembe, Evliya Çelebi’nin, “burası büyük bir limandır. Gemilerin demir bırakmadan yatması mümkündür” dediği, Karadeniz’in hırçın sularının dinlendiği, bir zamanlar Fenikeli, Miletoslu, Cenevizli denizcilerin sığındığı, korunaklı bir doğal limana sahiptir. Cenevizlilerden kalma sikkelere rastlanan kentte Vona Limanı’nın kuzey tarafında, bugünkü Kalekaya Mahallesi yakınlarındaki kalenin Cenevizliler tarafından inşa edildiği düşünülüyor.
Yason Burnu, Yunan mitolojisinde Aison’un oğlu Yason (Iason) tarafından aranan, altın postun kaybolduğu yer olarak bilinir. Üzerinde küçük bir deniz feneri ve Rumlar tarafından tekrar inşa edilen Yason Kilisesi bulunan Yason Burnu’nun kıyılarında İÖ 1. yüzyıldan kalma antik balık havuzları, 2400 yıl öncesine ait değirmentaşı şeklinde yapılmış iskele tabanları mevcut. Çam Burnu’ndaki fener de 1880 yılında Fransızlar tarafından yapıldı.
Perşembe’nin 40 kilometre uzunluğundaki sahilinde sualtı mağaraları, göz alıcı kaya formasyonları, bakir koylar, Aktaş, Belicesu, Efirli ve ince, beyaz kumuyla tropik plajları andıran Çaka gibi birbirinden güzel kumsallar yer alıyor.
İlçenin bir diğer doğal zenginliği de Hoynat Adası. Eski gemicilerin depo ve sığınak olarak kullandıkları, üzerinde sur kalıntılarına rastlanan ada, başta çift tepeli karabataklar olmak üzere pek çok kuşa mesken olmuştur. Bunu yanı sıra başta Perşembe olmak üzere derelerin çağladığı yaylaları ve Selimiye köyü sınırları içindeki Kurşunçal şelaleleri de ilçenin doğal zenginliklerindendir.
Anadolu’nun gözlerden uzak bir köşesinde kendi zamanını yaşayan Perşembe’den, meşhur tekne helvasından yemeden ve o tenha kıyılara hâkim Kordontepe’nin yeşillikleri arasından bu sakin şehre son bir kere bakmadan ayrılmamak gerekir.
Yalvaç / Isparta
Yalvaç, Sultan Dağları’nın eteklerinde, Hoyran Gölü kıyısında kurulmuş 1096 metre yükseklikte bir yerleşim. Yörede, Tokmacık yakınlarında sekiz milyon yıl öncesine ait hayvan fosilleri bulunur. Neolitik dönemde de birtakım yerleşimlere rastlanır.
Sultan Dağları’nın güney yamaçları boyunca uzanan düzlüklerde kurulan Antiokheia’nın ise kuruluş tarihi kesin bilinmiyor. Antiokheia, Selevkos kolonisiydi. En parlak zamanını İS. 25 yılından sonra başlayan Roma İmparatorluğu döneminde yaşadı. Augustus döneminde (İÖ 27-İS 14) Pisidia bölgesinde sekiz koloni kurulmuş olmasına rağmen sadece Antiokheia’ya Colonia Caesareia (Sezar’ın Şehri) unvanı verildi. En yoğun imar faaliyetleri Roma dönemine rastlayan kent, aynı Roma’daki gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş yedi mahalleye bölünmüştü. Kent bu dönemde önemli bir Roma kolonisi oldu. Bugüne gelmiş pek çok tarihi kalıntı bu döneme ait.
Kent, Bizans döneminde de önemli bir yerleşim olmayı sürdürdü. Arap akınlarının ardından kent 8. yüzyıldan itibaren tarihteki önemini kaybetmeye başladı. Daha sonra Selçuklu ve ardından Osmanlı’nın hâkimiyetine girerek yeniden güç kazandı.
Antiokheia antik kenti, bir tepe üzerine kurulu. Uzunluğu 3 bin metreyi bulan surlarla çevrili. Kentin en yüksek yerine inşa edilen Augustus Tapınağı, su kemerleri, stadium, Roma hamamı, Tiberius alanı, Ay Tanrısı Men adına yapılan Men Kutsal Alanı, Yalvaç’ın önemli kültürel varlıkları. Hoyran Gölü’nde bulunan Limenia Adası da tarihi eserlere ev sahipliği yapıyor. İçinde bir tapınağın olduğu adanın yamaçlarında ise kaya mezarları var.
Yalvaç’ta cami, han, hamam ve sivil mimari örneklerine de rastlamak mümkün. Hamitoğlu Beyliği zamanında yapılan Devlethan Camisi (Ulu Cami), Osmanlı döneminde yapılan Heydanoğlu Camisi, Emir Ahmet Türbesi önemli tarihi eserler arasında.
Topraklarında geçmiş uygarlıkların izlerini taşıyan Yalvaç’ın doğal zenginlikleri arasında kıyısına kurulduğu Hoyran Gölü, Gemen Korusu, Gazniri Bölgesi, Düzkır Orman Alanı, Akar Donar Mağarası, Ayı İni Mağarası ve Değirmen Önü Mağarası sayılabilir. Ayı İni Mağarası’nda yer alan su sarnıçları burasının Bizans döneminde de kullanıldığını düşündürüyor.
Gazniri Bölgesi kaya mezarlarına ve antik kalıntılara sahip. Antik Antiokheia’ya beş kilometre mesafedeki Gemen Korusu, içinde aynı zamanda Men Kutsal Alanı’nı barındırıyor. Bu coğrafyada doğa ile tarih iç içe yaşıyor.
Taraklı / Sakarya
Sakarya il merkezine 65 kilometre uzaklıkta olan Taraklı, etrafı dağlarla çevrili dar bir vadide kurulmuş. Kente hâkim Hisar Tepesi’ndeki iki su sarnıcı İÖ 2000-1000 yılları arasına tarihleniyor. Taraklı, Osmanlı’nın ilk yerleşim yerlerinden biri ve tarihi evleri, çarsısı, çeşme ve hamamlarıyla Osmanlı şehir dokusunun ve sivil mimarisinin çok iyi korunduğu yerlerden. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Taraklı için, “kalesi viran bir biçimde olup; bağlı bahçeli, akarsulu, bir dere içinde 500 kadar hanlı, evli, tahta ve kiremit örtülü şirin bir kasabadır” der. İlçede halkın şimşir kaşık ve tarak yapması nedeniyle isminin Yenice Taraklı olarak anıldığını belirtir. Bu isim zamanla halk dilinde Taraklı olarak değişmiştir.
Mimar Sinan tarafından 1517 yılında yapılan, kurşun kubbesinden dolayı Kurşunlu Cami olarak da anılan alttan ısıtmalı Yunus Paşa Camisi kentin en önemli kültürel varlıklarından biri. Başta Kadirler Konağı, Çakırlar Konağı ve tüm Taraklı’ya hâkim cihannümasıyla bilinen Haşim Ağa Konağı (Fenerli Ev) olmak üzere yüzü aşkın tescil edilmiş ev ve konak Osmanlı sivil mimari örneklerini sergiliyor. Şu anda Ulucami Mahallesi’nde bulunan ahşap Hacı Atıf Han da İpek Yolu üzerindeki kervanların konakladığı tarihi bir han. Taraklı’ya bağlı Hacıyakup Paşalar köyündeki Bizans döneminden kalma kil hamamı kaplıcaları günümüzde de işlevini sürdürüyor.
Taraklı, coğrafyasıyla da gezginleri büyüleyecek güzellikler taşıyor. Evliya Çelebi’nin “ağaç denizi” dediği ormanlarla çevrilidir. Mendereslerle bölünen coğrafyada, şehre 20 kilometre uzaklıkta, çam, kayın, köknar, meşe ve şimşir ağaçlarıyla kaplı Kapıorman Dağları’nın tepesindeki Karagöl Yaylası, Tuzla köyünden başlayan Hark Kanyonu ve Mağarası, Güngörmez Şelalesi, Kemer Köprüsü, Acısu, Hıdırlık Tepesi, Gürleyik Suyu ilçenin doğal zenginliklerinden. Taraklı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında dolaşıp bir fetih nişanesi olarak dikildiği düşünülen 700 yıllık çınar ağacını görmeden, gölgesindeki çeşmenin 277 yıldır akan suyundan içmeden ve şehrin 19. yüzyıl çehresinin bir görünüp bir kaybolduğuna tanıklık etmeden buradan ayrılmamak gerekir.
Gökçeada / Çanakkale
Ege’nin maviliklerinin ortasında yer alan Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada, büyülü bir coğrafya sahip. Çanakkale’ye bağlı adanın, zengin su kaynakları nedeniyle biyolojik çeşitlilik sunan doğal bir yaşamı var. 1970’den önce “İmroz” adıyla bilinen adanın isminin Luwi dilinde “yüce ana tanrıça” anlamına gelen “İmaura” sözcüğünün Helen ağzında önce İmuros, daha sonra da çorak topraklardaki Bereket Tanrısı anlamına gelen İmbros’a dönüştüğü söylenir.
Denizin diplerinde, uçurumlarda,
Tenedos’la kayalık İmroz arasında
Bir mağara vardır; geniş, kocaman.
Dinlendirirdi orada atlarını
Poseidon; yeri sarsan.
İlyada destanında Gökçeada hep kayalık olarak anılır ve onunla Bozcaada arası Poseidon’un atlarının soluklandığı yer olduğu anlatılır. Aslında sunduğu doğal yaşamla ada, pek çok canlı için eşsiz bir habitat sunar. Topraklarında özgürce gezinen keçilerin, atların yanı sıra suları da pek çok deniz sakinine kucak açar. Gökçeada, Türkiye’nin tek sualtı milli parkına sahip. Geçiş yolu üzerinde olduğundan birçok deniz canlısı bu bölgede üreme ve yumurtlama dönemlerini geçirir. Gökçeada’nın sualtında denizçayırları, yunusları, denizkaplumbağaları ve şanslıysanız Akdeniz fokuyla karşılaşmanız mümkün. Adanın Aydıncık ve Kefalos plajlarının ortasında yer alan, tamamen deniz suyu ve yağmurlarla oluşan Tuz Gölü, ada halkının ve kuşların tuz ihtiyacını karşıladığı gibi, pek çok kuş türüne de ev sahipliği yapıyor.
Adada Bademli, Zeytinli, Tepeköy ve Dereköy gibi Rum köyleri kentsel sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmış durumda. Kaleköy ise bu kapsama dışında.
Zeytincilik, arıcılık, bağcılık, balıkçılık ve organik tarım ile öne çıkan adada 2009 yılından beri Gökçeada Organik Tarım Festivali yapılıyor. Ayrıca yerel ürünlerin, tüketiciye en kısa gıda zinciriyle ulaştırılmasını hedefleyen “yeryüzü pazarı” kuruluyor. Tepeköy’de ise Meryem Ana Şenlikleri yapılıyor.
Genellikle taş yapılardan oluşan köylerde, suyun akmadığı zamanlardan kalma, içlerinde yekpare taşların, su kanallarının ve ocakların bulunduğu çamaşırhanelere rastlanıyor. Adaya yayılmış Ortodoks kiliselerle birlikte bu çamaşırhaneler Gökçeada’nın kültürel mirası. Bunun yanı sıra çınar ağaçları altındaki eski köy kahveleri ve Rum evleri, üzerlerinde hâlâ geçmiş yüzyılın izlerini taşıyor. Efibadem kurabiyeleri Madam Efi’nin geleneğini sürdürmeye devam ediyor. Hiç dinmeyen ada yeli Gökçeada’nın denizini dalgalandırarak hâlâ aynı zeytin ağaçlarının arasında geziniyor.
Vize / Kırklareli
Kırklareli’nin bir ilçesi olan Vize, İstanbul’a 138 kilometre uzaklıkta, Yıldız (Istranca) Dağları’nın alüvyonlarıyla zenginleşmiş, derelerle beslenen sulak bir ovada yer alır. Bu bereketli ova, İÖ 4000 yılında buraya yerleşen Trakyalı Astailerden bu yana başta Persler, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar olmak üzere çeşitli uygarlıklara kucak açmış. Tarihte Bizye, Bizya, Bida, Biza, Vissa, Vizilli gibi isimlerle anılan ilçe merkezinin adının, zengin su kaynaklarından dolayı Yunan mitolojisinde kaynak perisi “Byzia”dan geldiği düşünülüyor. Dünyanın en büyük tarihi su yolunun Vize ile İstanbul arasında geç Roma dönemine ait 242 kilometrelik su yolu olduğu söylenir. Kızılağaç köyü yakınındaki Cehennem Şelaleleri; Kıyıköy’ün Karadeniz kıyısındaki bakir koyları; başta Yenesu Mağarası olmak üzere karstik oluşumların gözlendiği mağaralar; meşe, kayın, gürgen ormanları; hepsi Vize ilçesinin coğrafi güzelliklerinin bir parçasıdır.
Vize’de dünyaya gelmiş Yunan edebiyatçı Vizyenos’un, “Trakya’da birçok kasaba vardır fakat Vize kadar güzeli yoktur” demesi boşuna değil. Vize, doğal güzelliklerinin yanı sıra kültürel zenginlikleriyle de öne çıkar. Trakya’nın bilinen tek antik tiyatrosu geç Roma dönemine aittir ve Vize sınırları içinde yer alır. Bunun yanı sıra Trak tümülüsleri, İÖ 1. yüzyıla tarihlenen kale surları, bugün Gazi Süleyman Paşa Camisi olan Küçük Ayasofya Kilisesi, Bizans dönemine ait pek çok mağara manastırı ve sarnıç Vize’nin kültürel mirasının nadide eserlerinden.
Bu zenginliğin bir uzantısı olarak 2006’dan bu yana her yıl Vize Tarih ve Kültür Festivali düzenleniyor. Sokaklarında ıhlamur kokulu gezintiler vaat eden ve bu şifalı bitkiyle simgeleşen bu sakin şehrin gölgeli sokaklarında dolaşıp Çakıllı kasabasının sekiz asırlık çınarının altında bir ıhlamur çayı içmek, yerel lezzetlerden olan ısırgan otu çorbasından ve ıhlamur çiçeği balından tatmak gerekir.
Akyaka / Muğla
Muğla ilinin Ula ilçesine bağlı bir belde Akyaka. Sırtını kızılçamlarla kaplı Sakartepe’ye yaslamış. Halikarnas Balıkçısı’nın “Roma’yı gör de öl derler, Gökova’yı gör de yaşa” dediği Gökova Körfezi’nin doğu ucunda, yemyeşil ormanlarla mavi suların iç içe geçtiği bir yeryüzü cennetinde yer alıyor. Alaylı mimar Nail Çakırhan’ın geleneksel Muğla mimarisine çağdaş bir yorum getirerek tasarladığı, Ağa Han Mimarlık Ödüllü Çakırhan Evi, daha sonra Akyaka’nın yapı geleneğine yön vermiş. Kentin mimari çehresini, bir dil birliği içinde tasarlanan, ahşap kullanımının öne çıktığı, doğal malzemelerle inşa edilen, bir ya da iki katlı, çevreye saygılı yapılar oluşturuyor.
Akyaka’nın tarihi, Karia uygarlığına ait İdima kentine dek uzanır. Kozlukuyu ve İnişdibi Mahallesi civarında bu döneme ait kaya mezarları bulunuyor. Kent, İÖ 3. yüzyılda “Rodos’un karşısı” anlamına gelen Rhodeian ismini aldı ve daha sonra Rodos’a bağlandı; 1. yüzyıl sonunda da bir Roma kenti oldu. İnişdibi’nde yapılan kazılarda bu döneme ait mozaikler bulunmuştur. Roma İmparatoru Julius Caesar ile Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Akyaka’ya izlerini bırakmış tarihi kişiliklerden olduğu söylenir. İmparatorluğun 3. yüzyıl ortalarında zayıflaması ve art arda gelen salgın ve depremlerle belde karanlığa gömüldü, etraftaki suyolları, sarnıçlar ve tapınaklar kimsesiz kaldı. Kent 13. yüzyıl sonlarında Menteşe Beyliği’ne bağlanarak tekrar canlandı.
Körfeze adını veren Gökova ise değişik bitki örtüsünün yanı sıra iki azmağın denize döküldüğü bir ovadır, bu nedenle biyolojik çeşitlilik açısından Türkiye’nin önemli bölgelerinden. Barındırdığı koruma altındaki türler sebebiyle Önemli Kuş Alanı ilan edilmiştir.
Çam ormanlarının kokusu, Ege’nin derin mavilikleri, Azmak Çayı’nın soğuk suları ve kenarındaki kıyı kahveleri, narenciye kokularını taşıyan deli rüzgârları, ince kumlu plajları ve begonvillerle bezenmiş cumbalı evleriyle Akyaka bütün duyulara hitap eden bir sakin şehirdir.
Yenipazar / Aydın
Aydın il merkezinin 41 kilometre güneydoğusunda bulunan Yenipazar, Büyük Menderes Havzası’nın ortasında yer alır. Kentin bir kısmı Madran Baba Dağları’nın ormanlarla kaplı yamaçlarında, bir kısmı da ovalık düz alanda. Yenipazar’ın başlangıçta çevresi için bir pazar yeri konumunda olmasından dolayı bu ismi aldığı söylenir.
Yenipazar’ın ilk yerleşim yerinin, beş kilometre mesafedeki Donduran köyü yakınlarındaki, tarihi İÖ 2000’li yıllara dayanan Orthosia olduğu düşünülüyor. Strabon buradan Karia yerleşmesi olarak söz eder. İÖ 7. yüzyılda Kimmerlerin saldırısına uğrayan kent, Lydia kralının Kimmerleri yenmesinden dolayı Lydialıların eline geçmiş, İÖ 6. yüzyılda ise İonia Birliği’ne katılmış ve birçok Anadolu kenti gibi Perslerin egemenliğine girmişti.
Yenipazar ilçesinin bir idari birim olarak kuruluşu 1700’lü yılların sonuna rastlar. Bu zamana kadar az sayıda nüfusu olan küçük bir yerleşme birimi olarak varlığını sürdürür. Evliya Çelebi 17. yüzyıldaki seyahatinde Donduran köyünden şöyle bahseder:
“…Doğu tarafındaki vadi içinde Menderes Nehri’ni atlarla geçip, güney taraf*taki Donduran Dağı dibinde yer alan Donduran kazasına geldik. Üzüm pekmezi, Antep pekmezi gibi donduğu için “Donduran” derler; kutular ile pekmezi çok ün*lüdür. Aydın Sancağı toprağında hastır ve yüz elli akçe kazadır.”
Yenipazar’a ilk gelenler Donduran köyü ve çevresine 1455’li yıllarda yerleşir. Buradan 17. yüzyıl sonunda çıkan bir salgından kaçıp kurtulanların Cihanoğulları adında bir aşiret beyinin etrafında, Yenipazar’ın bugünkü yerine yerleştiği ve Yenipazar’ın ilk halkını oluşturduğu söylenir.
Çıplak bir tepenin altında gömülü olan Orthosia antik kenti, Yenipazar’ın en önemli kültür varlığı. Kent geniş bir alana yayılıyor. Kalıntıların büyük bir kısmı toprak altında. Yapılan kazılarda çıkarılan mozaiklerin bir kısmı Aydın Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Orthosia’dan günümüze bir ortaçağ kalesi gelebilmiş. Nekropol üzerinde ise iyi korunmuş durumda lahitlere ve oda mezarlarına rastlanıyor. Yenipazar’ın doğal güzellikleri denince akla ilk Dip Gölü Tabiat Parkı gelir. Nehrin yatak değiştirmesi ile oluşan bu gölde, kuş ve balık türleri koruma altında.
Halfeti / Şanlıurfa
Şanlıurfa’nın bir ilçesi olan Halfeti, Fırat Nehri kıyısında sarp kayalıkların eteğine kurulmuş. Halfeti’nin mimari dokusunu kesme taştan, iki katlı ve bahçeli, yüzünü Fırat’a dönmüş evler oluşturur. Ancak Halfeti’nin yapılarının bir kısmı Birecik Baraj Gölü’nün suları altında kaldı.
Kent, pek çok medeniyete ev sahipliği yaptı. Halfeti’nin bilinen tarihi, Romalılar tarafından Ekamia adı ile kurulduğu dönemle başladı. Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra da Bizanslılarla Sasaniler arasında sık sık el değiştirdi. Daha sonra İS 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hâkimiyeti altına girdi. Ardından Eyyubiler ve Selçuklular arasında el değiştirdi. Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır Seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı.
Rumkale, Halfeti’nin en önemli tarihsel varlığı. Asur kralı III. Salmanassar tarafından İÖ. 855 yılında zapt edildiği zaman Şitamrat adını taşıyordu. Antik Grekçede Urima adını aldı. Süryaniler ise Kal’a Rhomeyta ve Hesna d’Romaye adlarını kullandı. Şehir Arapların eline geçtikten sonra Kal’at-ül Rum adını, II. yüzyılda Bizanslıların eline geçince ise Romaion Koyla adını aldı.
Bir yarımada üzerine kurulmuş olan Rumkale, 1293’te Memlukların eline geçene kadar, 90 yıl boyunca Birleşik Ermeni Kilisesi’nin merkeziydi. Rumkale’de, Ermeniler açısından kutsal sayılan Aziz Nerses Kilisesi, Süryaniler açısından kutsal sayılan bir manastır bulunuyor. Ermeni tarihine ait pek çok dini eser bu kalede kaleme alınıp resimlendi. Ortaçağ Ermeni dini resminin ustalarından kabul edilen Toros Roslin bunlardan biri. Ressam, Bugün Erivan Müzesi’nde bulunan 1256 tarihli “Zeytun İncili” ile ABD’de Walters Art Museum’da sergilenen “Sebastia İncili”ni 13. yüzyılda bu kalede yaşarken resimledi.
Savaşan, Halfeti’nin terk edilmiş köylerinden biri. Etekleri suyun altına gömülmüş, sadece minaresi görünen camisiyle Halfeti’nin bir simgesi. Eski Memluk yerleşimi Çekem Mahallesi, Norhut Kilisesi, Kanterma Mezrası Hanı, Kanneci Konağı Halfeti’nin kültürel varlıkları arasında. Değirmendere kanyonu ve kanyon girişindeki “Halfeti’nin gerdanı” denilen asma köprü de Halfeti’nin kültürel ve doğal değerlerinden.
Şehir ayrıca siyah gülün yetiştiği tek yer olarak kabul edilir. Söylenceye göre birbirlerine kavuşamayan iki âşık kendilerini Fırat’ın sularına bırakır ve bunun üzerine Halfeti’deki bütün kırmızı güller siyah açar. Kendini sulara atan bu iki âşık gibi, bir kısmını sulara bırakan şehir, bir ayağı su altında hikâyeleriyle yaşamaya devam ediyor.
Şavşat / Artvin
Artvin il merkezinin 71 kilometre doğusunda bulunan Şavşat, yüksekliği 3 bin metreyi aşan dağ sıralarıyla çevrili, dar ve derin vadilerin arasında eşsiz bir coğrafyada yer alır. Şehrin isminin Gürcüce “kara orman” anlamına geldiği söylenir. Şavşat civarında İÖ 900-650 yılları arasında Urartu ve Kimer kabileleri yaşamışlardı. Bölge daha sonraları sırasıyla Saka, Roma ve Sasanilerin eline geçti. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı’nın yönetimine girdi ve Gürcistan Vilayeti olarak adlandırıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslara geçen bölge 1921’de Türkiye sınırlarına dahil edildi.
Sahara Milli Parkı içerisinde bulunan korumaya alınmış bölgede ladin, çam ve köknar ağaçlarının ortasında yer alan Karagöl, Şavşat’taki çok sayıda göllerden en büyüğüdür. Bunun yanı sıra Pınarlı köyü yakınlarında Balık Gölü, Arsiyan yaylasında ise Kız Gölü, Boğa Gölü ve Koyun Gölü de ilçe sınırları içinde. Arsiyan, Sahara ve Bilbilan yaylalarında Karadeniz’in puslu yeşilliklerinin arasına serpiştirilmiş, genellikle iki katlı olan, üç tarafı ayvan denilen balkonla çevrili, tamamen ahşaptan yapılmış geleneksel Şavşat evlerine rastlamak mümkün.
Şavşat’ın kültürel varlıkları arasında Cevizli köyündeki 10. yüzyıldan kaldığı düşünülen Tibet Kilisesi, Köprülü köyündeki Köprülü Kilise, Zor Mustafa Bey Camisi sayılabilir. Söğütlü Mahallesi’nde 950 rakımda yüksek bir kayalığın üzerine oturan, içinde sarnıç ve şapel kalıntılarına rastlanan Şavşat Kalesi de şehrin önemli kültürel varlıklarından.
Şavşat, bünyesinde birçok endemik türleri de barındıran oldukça zengin bir bitki çeşitliliğine sahip. İlçede yükselti artışına bağlı olarak farklı vejetasyon kuşaklarının meydana geldiği görülüyor. Şavşat’ın dağlık coğrafyası sadece farklı bitkilere değil farklı manzaralara da olanak tanır.
Şavşat’ta öğretmenlik yapan Fakir Baykurt’un, “Türkiye’nin uzak köşelerinden birinde, Şavşat’ta bir tepe vardır. Bu tepeden bakınca bütün Türkiye resim gibi insanın önüne serilir” dediği Efkâr Tepesi, Şavşat’ın büyülü coğrafyasının ayağınızın altına serildiği yelerden sadece biridir.
Türkiye’nin ilk sakin şehri olan Seferihisar, İzmir’e 45 kilometre uzaklıkta. Buraya 17. yüzyılda gelen Evliya Çelebi, o sıralarda Sivrihisar olarak anılan yerleşmeden ürünleri bol, halkı zengin bir kasaba diye bahseder; bir hisarı olmadığını ama bağların arasında yükselen kayalıkların hisarı andırdığını söyler. İngiliz seyyah Richard Chandler da 18. yüzyılda Seferihisar izlenimlerini yazmış. Burada üzümlerin taze yendiğini ya da kurutulduğunu söyleyip Dionysos’a adanmış bu şehirde şarap üretiminin yaygın olmamasına şaşırdığını belirtmiş.
Seyyahların ayak izlerini taşıyan Seferihisar, gezginlere bugün de pek çok zenginlik sunuyor. Lezzetli Satsuma mandalinalarının yetiştiği meyve bahçelerinden ve zeytinliklerden salınan kokular Ege Denizi’nin iyotlu kokusuna karışıyor. Geçmiş uygarlıkların nefesi Sığacık Mahallesi’nin alçak katlı evlerinin avlularında, antikçağlardan beri denizcileri ağırlayan limanında, sahil kenarında dizilen balıkçı lokantalarında dolaşıyor.
Seferihisar’ın tarihi, Teos antik şehriyle birlikte 3000 yıl gerilere gidiyor. 12 İonia kent devletinden biri olan Teos, antik tiyatrosunun yanı sıra Dionysos adına yapılmış en büyük tapınağı barındırıyor. Teos’un kimi asırlık taşları ve kitabeleri 16. yüzyıla tarihlenen Sığacık surlarında yeniden hayat bulmuş. Evliya Çelebi’nin bir tılsımı fısıldadığını söylediği, antik taş ve mermer ocağının bulunduğu Karagöl de Seferihisar’ın hem doğal hem de kültürel hazinelerinden biri.
Özenle korunan yerel lezzetleriyle Seferihisar ziyaretçilere farklı tatlar da sunar. Ekmek dolması, enginar dolması, nohutlu mantı, tatlı tarhana, yuvalaça, samsades tatlısı yörenin başlıca yemekleri. Seferihisar’da biri organik olmak üzere her hafta dört pazar kuruluyor. Her yıl düzenlenen Tohum Takas Şenliği’nde yerli tohumlar yaygınlaştırılmakta, çoğaltılarak çiftçilere dağıtılmaktadır. Bunun yanı sıra 49 kilometrelik uzun sahil şeridine serpiştirilmiş mavi bayraklı plajları, güneş enerjisiyle çalışan sokak lambaları, bisikletin teşvik edildiği yollarıyla bir sakin şehir olma vasfını hakkıyla taşıyor.
Perşembe / Ordu
Ordu il merkezine 13 kilometre uzaklıktaki ilçe, Kordontepe denilen dik bir tepenin eteğine kurulu. Tarihi İÖ 8. yüzyıla kadar uzanan, daha önce Vona adıyla anılan kentin ismi 1945’te Perşembe olarak değiştirildi. Yemyeşil tepelerin denize dik olarak indiği coğrafyada iki büyük kara parçası denize doğru uzanır. Bunlardan biri kuzeydeki Yason Burnu, diğeri ise Çam Burnu’dur. Perşembe, Evliya Çelebi’nin, “burası büyük bir limandır. Gemilerin demir bırakmadan yatması mümkündür” dediği, Karadeniz’in hırçın sularının dinlendiği, bir zamanlar Fenikeli, Miletoslu, Cenevizli denizcilerin sığındığı, korunaklı bir doğal limana sahiptir. Cenevizlilerden kalma sikkelere rastlanan kentte Vona Limanı’nın kuzey tarafında, bugünkü Kalekaya Mahallesi yakınlarındaki kalenin Cenevizliler tarafından inşa edildiği düşünülüyor.
Yason Burnu, Yunan mitolojisinde Aison’un oğlu Yason (Iason) tarafından aranan, altın postun kaybolduğu yer olarak bilinir. Üzerinde küçük bir deniz feneri ve Rumlar tarafından tekrar inşa edilen Yason Kilisesi bulunan Yason Burnu’nun kıyılarında İÖ 1. yüzyıldan kalma antik balık havuzları, 2400 yıl öncesine ait değirmentaşı şeklinde yapılmış iskele tabanları mevcut. Çam Burnu’ndaki fener de 1880 yılında Fransızlar tarafından yapıldı.
Perşembe’nin 40 kilometre uzunluğundaki sahilinde sualtı mağaraları, göz alıcı kaya formasyonları, bakir koylar, Aktaş, Belicesu, Efirli ve ince, beyaz kumuyla tropik plajları andıran Çaka gibi birbirinden güzel kumsallar yer alıyor.
İlçenin bir diğer doğal zenginliği de Hoynat Adası. Eski gemicilerin depo ve sığınak olarak kullandıkları, üzerinde sur kalıntılarına rastlanan ada, başta çift tepeli karabataklar olmak üzere pek çok kuşa mesken olmuştur. Bunu yanı sıra başta Perşembe olmak üzere derelerin çağladığı yaylaları ve Selimiye köyü sınırları içindeki Kurşunçal şelaleleri de ilçenin doğal zenginliklerindendir.
Anadolu’nun gözlerden uzak bir köşesinde kendi zamanını yaşayan Perşembe’den, meşhur tekne helvasından yemeden ve o tenha kıyılara hâkim Kordontepe’nin yeşillikleri arasından bu sakin şehre son bir kere bakmadan ayrılmamak gerekir.
Yalvaç / Isparta
Yalvaç, Sultan Dağları’nın eteklerinde, Hoyran Gölü kıyısında kurulmuş 1096 metre yükseklikte bir yerleşim. Yörede, Tokmacık yakınlarında sekiz milyon yıl öncesine ait hayvan fosilleri bulunur. Neolitik dönemde de birtakım yerleşimlere rastlanır.
Sultan Dağları’nın güney yamaçları boyunca uzanan düzlüklerde kurulan Antiokheia’nın ise kuruluş tarihi kesin bilinmiyor. Antiokheia, Selevkos kolonisiydi. En parlak zamanını İS. 25 yılından sonra başlayan Roma İmparatorluğu döneminde yaşadı. Augustus döneminde (İÖ 27-İS 14) Pisidia bölgesinde sekiz koloni kurulmuş olmasına rağmen sadece Antiokheia’ya Colonia Caesareia (Sezar’ın Şehri) unvanı verildi. En yoğun imar faaliyetleri Roma dönemine rastlayan kent, aynı Roma’daki gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş yedi mahalleye bölünmüştü. Kent bu dönemde önemli bir Roma kolonisi oldu. Bugüne gelmiş pek çok tarihi kalıntı bu döneme ait.
Kent, Bizans döneminde de önemli bir yerleşim olmayı sürdürdü. Arap akınlarının ardından kent 8. yüzyıldan itibaren tarihteki önemini kaybetmeye başladı. Daha sonra Selçuklu ve ardından Osmanlı’nın hâkimiyetine girerek yeniden güç kazandı.
Antiokheia antik kenti, bir tepe üzerine kurulu. Uzunluğu 3 bin metreyi bulan surlarla çevrili. Kentin en yüksek yerine inşa edilen Augustus Tapınağı, su kemerleri, stadium, Roma hamamı, Tiberius alanı, Ay Tanrısı Men adına yapılan Men Kutsal Alanı, Yalvaç’ın önemli kültürel varlıkları. Hoyran Gölü’nde bulunan Limenia Adası da tarihi eserlere ev sahipliği yapıyor. İçinde bir tapınağın olduğu adanın yamaçlarında ise kaya mezarları var.
Yalvaç’ta cami, han, hamam ve sivil mimari örneklerine de rastlamak mümkün. Hamitoğlu Beyliği zamanında yapılan Devlethan Camisi (Ulu Cami), Osmanlı döneminde yapılan Heydanoğlu Camisi, Emir Ahmet Türbesi önemli tarihi eserler arasında.
Topraklarında geçmiş uygarlıkların izlerini taşıyan Yalvaç’ın doğal zenginlikleri arasında kıyısına kurulduğu Hoyran Gölü, Gemen Korusu, Gazniri Bölgesi, Düzkır Orman Alanı, Akar Donar Mağarası, Ayı İni Mağarası ve Değirmen Önü Mağarası sayılabilir. Ayı İni Mağarası’nda yer alan su sarnıçları burasının Bizans döneminde de kullanıldığını düşündürüyor.
Gazniri Bölgesi kaya mezarlarına ve antik kalıntılara sahip. Antik Antiokheia’ya beş kilometre mesafedeki Gemen Korusu, içinde aynı zamanda Men Kutsal Alanı’nı barındırıyor. Bu coğrafyada doğa ile tarih iç içe yaşıyor.
Taraklı / Sakarya
Sakarya il merkezine 65 kilometre uzaklıkta olan Taraklı, etrafı dağlarla çevrili dar bir vadide kurulmuş. Kente hâkim Hisar Tepesi’ndeki iki su sarnıcı İÖ 2000-1000 yılları arasına tarihleniyor. Taraklı, Osmanlı’nın ilk yerleşim yerlerinden biri ve tarihi evleri, çarsısı, çeşme ve hamamlarıyla Osmanlı şehir dokusunun ve sivil mimarisinin çok iyi korunduğu yerlerden. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Taraklı için, “kalesi viran bir biçimde olup; bağlı bahçeli, akarsulu, bir dere içinde 500 kadar hanlı, evli, tahta ve kiremit örtülü şirin bir kasabadır” der. İlçede halkın şimşir kaşık ve tarak yapması nedeniyle isminin Yenice Taraklı olarak anıldığını belirtir. Bu isim zamanla halk dilinde Taraklı olarak değişmiştir.
Mimar Sinan tarafından 1517 yılında yapılan, kurşun kubbesinden dolayı Kurşunlu Cami olarak da anılan alttan ısıtmalı Yunus Paşa Camisi kentin en önemli kültürel varlıklarından biri. Başta Kadirler Konağı, Çakırlar Konağı ve tüm Taraklı’ya hâkim cihannümasıyla bilinen Haşim Ağa Konağı (Fenerli Ev) olmak üzere yüzü aşkın tescil edilmiş ev ve konak Osmanlı sivil mimari örneklerini sergiliyor. Şu anda Ulucami Mahallesi’nde bulunan ahşap Hacı Atıf Han da İpek Yolu üzerindeki kervanların konakladığı tarihi bir han. Taraklı’ya bağlı Hacıyakup Paşalar köyündeki Bizans döneminden kalma kil hamamı kaplıcaları günümüzde de işlevini sürdürüyor.
Taraklı, coğrafyasıyla da gezginleri büyüleyecek güzellikler taşıyor. Evliya Çelebi’nin “ağaç denizi” dediği ormanlarla çevrilidir. Mendereslerle bölünen coğrafyada, şehre 20 kilometre uzaklıkta, çam, kayın, köknar, meşe ve şimşir ağaçlarıyla kaplı Kapıorman Dağları’nın tepesindeki Karagöl Yaylası, Tuzla köyünden başlayan Hark Kanyonu ve Mağarası, Güngörmez Şelalesi, Kemer Köprüsü, Acısu, Hıdırlık Tepesi, Gürleyik Suyu ilçenin doğal zenginliklerinden. Taraklı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında dolaşıp bir fetih nişanesi olarak dikildiği düşünülen 700 yıllık çınar ağacını görmeden, gölgesindeki çeşmenin 277 yıldır akan suyundan içmeden ve şehrin 19. yüzyıl çehresinin bir görünüp bir kaybolduğuna tanıklık etmeden buradan ayrılmamak gerekir.
Gökçeada / Çanakkale
Ege’nin maviliklerinin ortasında yer alan Türkiye’nin en büyük adası Gökçeada, büyülü bir coğrafya sahip. Çanakkale’ye bağlı adanın, zengin su kaynakları nedeniyle biyolojik çeşitlilik sunan doğal bir yaşamı var. 1970’den önce “İmroz” adıyla bilinen adanın isminin Luwi dilinde “yüce ana tanrıça” anlamına gelen “İmaura” sözcüğünün Helen ağzında önce İmuros, daha sonra da çorak topraklardaki Bereket Tanrısı anlamına gelen İmbros’a dönüştüğü söylenir.
Denizin diplerinde, uçurumlarda,
Tenedos’la kayalık İmroz arasında
Bir mağara vardır; geniş, kocaman.
Dinlendirirdi orada atlarını
Poseidon; yeri sarsan.
İlyada destanında Gökçeada hep kayalık olarak anılır ve onunla Bozcaada arası Poseidon’un atlarının soluklandığı yer olduğu anlatılır. Aslında sunduğu doğal yaşamla ada, pek çok canlı için eşsiz bir habitat sunar. Topraklarında özgürce gezinen keçilerin, atların yanı sıra suları da pek çok deniz sakinine kucak açar. Gökçeada, Türkiye’nin tek sualtı milli parkına sahip. Geçiş yolu üzerinde olduğundan birçok deniz canlısı bu bölgede üreme ve yumurtlama dönemlerini geçirir. Gökçeada’nın sualtında denizçayırları, yunusları, denizkaplumbağaları ve şanslıysanız Akdeniz fokuyla karşılaşmanız mümkün. Adanın Aydıncık ve Kefalos plajlarının ortasında yer alan, tamamen deniz suyu ve yağmurlarla oluşan Tuz Gölü, ada halkının ve kuşların tuz ihtiyacını karşıladığı gibi, pek çok kuş türüne de ev sahipliği yapıyor.
Adada Bademli, Zeytinli, Tepeköy ve Dereköy gibi Rum köyleri kentsel sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmış durumda. Kaleköy ise bu kapsama dışında.
Zeytincilik, arıcılık, bağcılık, balıkçılık ve organik tarım ile öne çıkan adada 2009 yılından beri Gökçeada Organik Tarım Festivali yapılıyor. Ayrıca yerel ürünlerin, tüketiciye en kısa gıda zinciriyle ulaştırılmasını hedefleyen “yeryüzü pazarı” kuruluyor. Tepeköy’de ise Meryem Ana Şenlikleri yapılıyor.
Genellikle taş yapılardan oluşan köylerde, suyun akmadığı zamanlardan kalma, içlerinde yekpare taşların, su kanallarının ve ocakların bulunduğu çamaşırhanelere rastlanıyor. Adaya yayılmış Ortodoks kiliselerle birlikte bu çamaşırhaneler Gökçeada’nın kültürel mirası. Bunun yanı sıra çınar ağaçları altındaki eski köy kahveleri ve Rum evleri, üzerlerinde hâlâ geçmiş yüzyılın izlerini taşıyor. Efibadem kurabiyeleri Madam Efi’nin geleneğini sürdürmeye devam ediyor. Hiç dinmeyen ada yeli Gökçeada’nın denizini dalgalandırarak hâlâ aynı zeytin ağaçlarının arasında geziniyor.
Vize / Kırklareli
Kırklareli’nin bir ilçesi olan Vize, İstanbul’a 138 kilometre uzaklıkta, Yıldız (Istranca) Dağları’nın alüvyonlarıyla zenginleşmiş, derelerle beslenen sulak bir ovada yer alır. Bu bereketli ova, İÖ 4000 yılında buraya yerleşen Trakyalı Astailerden bu yana başta Persler, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar olmak üzere çeşitli uygarlıklara kucak açmış. Tarihte Bizye, Bizya, Bida, Biza, Vissa, Vizilli gibi isimlerle anılan ilçe merkezinin adının, zengin su kaynaklarından dolayı Yunan mitolojisinde kaynak perisi “Byzia”dan geldiği düşünülüyor. Dünyanın en büyük tarihi su yolunun Vize ile İstanbul arasında geç Roma dönemine ait 242 kilometrelik su yolu olduğu söylenir. Kızılağaç köyü yakınındaki Cehennem Şelaleleri; Kıyıköy’ün Karadeniz kıyısındaki bakir koyları; başta Yenesu Mağarası olmak üzere karstik oluşumların gözlendiği mağaralar; meşe, kayın, gürgen ormanları; hepsi Vize ilçesinin coğrafi güzelliklerinin bir parçasıdır.
Vize’de dünyaya gelmiş Yunan edebiyatçı Vizyenos’un, “Trakya’da birçok kasaba vardır fakat Vize kadar güzeli yoktur” demesi boşuna değil. Vize, doğal güzelliklerinin yanı sıra kültürel zenginlikleriyle de öne çıkar. Trakya’nın bilinen tek antik tiyatrosu geç Roma dönemine aittir ve Vize sınırları içinde yer alır. Bunun yanı sıra Trak tümülüsleri, İÖ 1. yüzyıla tarihlenen kale surları, bugün Gazi Süleyman Paşa Camisi olan Küçük Ayasofya Kilisesi, Bizans dönemine ait pek çok mağara manastırı ve sarnıç Vize’nin kültürel mirasının nadide eserlerinden.
Bu zenginliğin bir uzantısı olarak 2006’dan bu yana her yıl Vize Tarih ve Kültür Festivali düzenleniyor. Sokaklarında ıhlamur kokulu gezintiler vaat eden ve bu şifalı bitkiyle simgeleşen bu sakin şehrin gölgeli sokaklarında dolaşıp Çakıllı kasabasının sekiz asırlık çınarının altında bir ıhlamur çayı içmek, yerel lezzetlerden olan ısırgan otu çorbasından ve ıhlamur çiçeği balından tatmak gerekir.
Akyaka / Muğla
Muğla ilinin Ula ilçesine bağlı bir belde Akyaka. Sırtını kızılçamlarla kaplı Sakartepe’ye yaslamış. Halikarnas Balıkçısı’nın “Roma’yı gör de öl derler, Gökova’yı gör de yaşa” dediği Gökova Körfezi’nin doğu ucunda, yemyeşil ormanlarla mavi suların iç içe geçtiği bir yeryüzü cennetinde yer alıyor. Alaylı mimar Nail Çakırhan’ın geleneksel Muğla mimarisine çağdaş bir yorum getirerek tasarladığı, Ağa Han Mimarlık Ödüllü Çakırhan Evi, daha sonra Akyaka’nın yapı geleneğine yön vermiş. Kentin mimari çehresini, bir dil birliği içinde tasarlanan, ahşap kullanımının öne çıktığı, doğal malzemelerle inşa edilen, bir ya da iki katlı, çevreye saygılı yapılar oluşturuyor.
Akyaka’nın tarihi, Karia uygarlığına ait İdima kentine dek uzanır. Kozlukuyu ve İnişdibi Mahallesi civarında bu döneme ait kaya mezarları bulunuyor. Kent, İÖ 3. yüzyılda “Rodos’un karşısı” anlamına gelen Rhodeian ismini aldı ve daha sonra Rodos’a bağlandı; 1. yüzyıl sonunda da bir Roma kenti oldu. İnişdibi’nde yapılan kazılarda bu döneme ait mozaikler bulunmuştur. Roma İmparatoru Julius Caesar ile Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Akyaka’ya izlerini bırakmış tarihi kişiliklerden olduğu söylenir. İmparatorluğun 3. yüzyıl ortalarında zayıflaması ve art arda gelen salgın ve depremlerle belde karanlığa gömüldü, etraftaki suyolları, sarnıçlar ve tapınaklar kimsesiz kaldı. Kent 13. yüzyıl sonlarında Menteşe Beyliği’ne bağlanarak tekrar canlandı.
Körfeze adını veren Gökova ise değişik bitki örtüsünün yanı sıra iki azmağın denize döküldüğü bir ovadır, bu nedenle biyolojik çeşitlilik açısından Türkiye’nin önemli bölgelerinden. Barındırdığı koruma altındaki türler sebebiyle Önemli Kuş Alanı ilan edilmiştir.
Çam ormanlarının kokusu, Ege’nin derin mavilikleri, Azmak Çayı’nın soğuk suları ve kenarındaki kıyı kahveleri, narenciye kokularını taşıyan deli rüzgârları, ince kumlu plajları ve begonvillerle bezenmiş cumbalı evleriyle Akyaka bütün duyulara hitap eden bir sakin şehirdir.
Yenipazar / Aydın
Aydın il merkezinin 41 kilometre güneydoğusunda bulunan Yenipazar, Büyük Menderes Havzası’nın ortasında yer alır. Kentin bir kısmı Madran Baba Dağları’nın ormanlarla kaplı yamaçlarında, bir kısmı da ovalık düz alanda. Yenipazar’ın başlangıçta çevresi için bir pazar yeri konumunda olmasından dolayı bu ismi aldığı söylenir.
Yenipazar’ın ilk yerleşim yerinin, beş kilometre mesafedeki Donduran köyü yakınlarındaki, tarihi İÖ 2000’li yıllara dayanan Orthosia olduğu düşünülüyor. Strabon buradan Karia yerleşmesi olarak söz eder. İÖ 7. yüzyılda Kimmerlerin saldırısına uğrayan kent, Lydia kralının Kimmerleri yenmesinden dolayı Lydialıların eline geçmiş, İÖ 6. yüzyılda ise İonia Birliği’ne katılmış ve birçok Anadolu kenti gibi Perslerin egemenliğine girmişti.
Yenipazar ilçesinin bir idari birim olarak kuruluşu 1700’lü yılların sonuna rastlar. Bu zamana kadar az sayıda nüfusu olan küçük bir yerleşme birimi olarak varlığını sürdürür. Evliya Çelebi 17. yüzyıldaki seyahatinde Donduran köyünden şöyle bahseder:
“…Doğu tarafındaki vadi içinde Menderes Nehri’ni atlarla geçip, güney taraf*taki Donduran Dağı dibinde yer alan Donduran kazasına geldik. Üzüm pekmezi, Antep pekmezi gibi donduğu için “Donduran” derler; kutular ile pekmezi çok ün*lüdür. Aydın Sancağı toprağında hastır ve yüz elli akçe kazadır.”
Yenipazar’a ilk gelenler Donduran köyü ve çevresine 1455’li yıllarda yerleşir. Buradan 17. yüzyıl sonunda çıkan bir salgından kaçıp kurtulanların Cihanoğulları adında bir aşiret beyinin etrafında, Yenipazar’ın bugünkü yerine yerleştiği ve Yenipazar’ın ilk halkını oluşturduğu söylenir.
Çıplak bir tepenin altında gömülü olan Orthosia antik kenti, Yenipazar’ın en önemli kültür varlığı. Kent geniş bir alana yayılıyor. Kalıntıların büyük bir kısmı toprak altında. Yapılan kazılarda çıkarılan mozaiklerin bir kısmı Aydın Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Orthosia’dan günümüze bir ortaçağ kalesi gelebilmiş. Nekropol üzerinde ise iyi korunmuş durumda lahitlere ve oda mezarlarına rastlanıyor. Yenipazar’ın doğal güzellikleri denince akla ilk Dip Gölü Tabiat Parkı gelir. Nehrin yatak değiştirmesi ile oluşan bu gölde, kuş ve balık türleri koruma altında.
Halfeti / Şanlıurfa
Şanlıurfa’nın bir ilçesi olan Halfeti, Fırat Nehri kıyısında sarp kayalıkların eteğine kurulmuş. Halfeti’nin mimari dokusunu kesme taştan, iki katlı ve bahçeli, yüzünü Fırat’a dönmüş evler oluşturur. Ancak Halfeti’nin yapılarının bir kısmı Birecik Baraj Gölü’nün suları altında kaldı.
Kent, pek çok medeniyete ev sahipliği yaptı. Halfeti’nin bilinen tarihi, Romalılar tarafından Ekamia adı ile kurulduğu dönemle başladı. Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra da Bizanslılarla Sasaniler arasında sık sık el değiştirdi. Daha sonra İS 661 yılında Emevilerin, 750’de Abbasilerin hâkimiyeti altına girdi. Ardından Eyyubiler ve Selçuklular arasında el değiştirdi. Yavuz Sultan Selim’in 1517’deki Mısır Seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı.
Rumkale, Halfeti’nin en önemli tarihsel varlığı. Asur kralı III. Salmanassar tarafından İÖ. 855 yılında zapt edildiği zaman Şitamrat adını taşıyordu. Antik Grekçede Urima adını aldı. Süryaniler ise Kal’a Rhomeyta ve Hesna d’Romaye adlarını kullandı. Şehir Arapların eline geçtikten sonra Kal’at-ül Rum adını, II. yüzyılda Bizanslıların eline geçince ise Romaion Koyla adını aldı.
Bir yarımada üzerine kurulmuş olan Rumkale, 1293’te Memlukların eline geçene kadar, 90 yıl boyunca Birleşik Ermeni Kilisesi’nin merkeziydi. Rumkale’de, Ermeniler açısından kutsal sayılan Aziz Nerses Kilisesi, Süryaniler açısından kutsal sayılan bir manastır bulunuyor. Ermeni tarihine ait pek çok dini eser bu kalede kaleme alınıp resimlendi. Ortaçağ Ermeni dini resminin ustalarından kabul edilen Toros Roslin bunlardan biri. Ressam, Bugün Erivan Müzesi’nde bulunan 1256 tarihli “Zeytun İncili” ile ABD’de Walters Art Museum’da sergilenen “Sebastia İncili”ni 13. yüzyılda bu kalede yaşarken resimledi.
Savaşan, Halfeti’nin terk edilmiş köylerinden biri. Etekleri suyun altına gömülmüş, sadece minaresi görünen camisiyle Halfeti’nin bir simgesi. Eski Memluk yerleşimi Çekem Mahallesi, Norhut Kilisesi, Kanterma Mezrası Hanı, Kanneci Konağı Halfeti’nin kültürel varlıkları arasında. Değirmendere kanyonu ve kanyon girişindeki “Halfeti’nin gerdanı” denilen asma köprü de Halfeti’nin kültürel ve doğal değerlerinden.
Şehir ayrıca siyah gülün yetiştiği tek yer olarak kabul edilir. Söylenceye göre birbirlerine kavuşamayan iki âşık kendilerini Fırat’ın sularına bırakır ve bunun üzerine Halfeti’deki bütün kırmızı güller siyah açar. Kendini sulara atan bu iki âşık gibi, bir kısmını sulara bırakan şehir, bir ayağı su altında hikâyeleriyle yaşamaya devam ediyor.
Şavşat / Artvin
Artvin il merkezinin 71 kilometre doğusunda bulunan Şavşat, yüksekliği 3 bin metreyi aşan dağ sıralarıyla çevrili, dar ve derin vadilerin arasında eşsiz bir coğrafyada yer alır. Şehrin isminin Gürcüce “kara orman” anlamına geldiği söylenir. Şavşat civarında İÖ 900-650 yılları arasında Urartu ve Kimer kabileleri yaşamışlardı. Bölge daha sonraları sırasıyla Saka, Roma ve Sasanilerin eline geçti. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı’nın yönetimine girdi ve Gürcistan Vilayeti olarak adlandırıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslara geçen bölge 1921’de Türkiye sınırlarına dahil edildi.
Sahara Milli Parkı içerisinde bulunan korumaya alınmış bölgede ladin, çam ve köknar ağaçlarının ortasında yer alan Karagöl, Şavşat’taki çok sayıda göllerden en büyüğüdür. Bunun yanı sıra Pınarlı köyü yakınlarında Balık Gölü, Arsiyan yaylasında ise Kız Gölü, Boğa Gölü ve Koyun Gölü de ilçe sınırları içinde. Arsiyan, Sahara ve Bilbilan yaylalarında Karadeniz’in puslu yeşilliklerinin arasına serpiştirilmiş, genellikle iki katlı olan, üç tarafı ayvan denilen balkonla çevrili, tamamen ahşaptan yapılmış geleneksel Şavşat evlerine rastlamak mümkün.
Şavşat’ın kültürel varlıkları arasında Cevizli köyündeki 10. yüzyıldan kaldığı düşünülen Tibet Kilisesi, Köprülü köyündeki Köprülü Kilise, Zor Mustafa Bey Camisi sayılabilir. Söğütlü Mahallesi’nde 950 rakımda yüksek bir kayalığın üzerine oturan, içinde sarnıç ve şapel kalıntılarına rastlanan Şavşat Kalesi de şehrin önemli kültürel varlıklarından.
Şavşat, bünyesinde birçok endemik türleri de barındıran oldukça zengin bir bitki çeşitliliğine sahip. İlçede yükselti artışına bağlı olarak farklı vejetasyon kuşaklarının meydana geldiği görülüyor. Şavşat’ın dağlık coğrafyası sadece farklı bitkilere değil farklı manzaralara da olanak tanır.
Şavşat’ta öğretmenlik yapan Fakir Baykurt’un, “Türkiye’nin uzak köşelerinden birinde, Şavşat’ta bir tepe vardır. Bu tepeden bakınca bütün Türkiye resim gibi insanın önüne serilir” dediği Efkâr Tepesi, Şavşat’ın büyülü coğrafyasının ayağınızın altına serildiği yelerden sadece biridir.