Konuşan:Metin Fındıkçı

Asıl adı Ali Ahmet Sait Eşber olan Adonis, 1930 yılında Suriye'de Lazkiye'nin Kassabin köyünde doğdu. Ondört yaşına kadar burada yaşadıktan sonra üç yıl Tartus kentinde bir Fransız lisesinde okudu. Lazkiye'deki devlet okulunu bitirerek 1950 yılında Şam Üniversitesi'ne girdi; Baudelaire ve Rilke'nin şiiriyle tanıştı, 1954'te buradan edebiyat ve felsefe lisansı aldı. 1960 yılında Lübnan uyruğuna geçti. Beyrut iç savaşını yaşadıktan sonra, halen yaşadığı Paris'e yerleşti.
23. İstanbul Kitap Fuarı konuğu olarak İstanbul'a gelen Adonis ile aşk, kadın ve şiir üstüne bir konuşma gerçekleştirdim. Doğrusu, konuşmanın başlığı Adonis'in hoşuna gitmedi değil.

“Nereden başlayalım?” dedim, “Aşktan” dedi.

Aşk, büyük ve kutsal bir şeydir birey için. İnsanı hayata bağlayan ve gözardı edilmeyecek nedenlerden bir tanesidir. Bir kere büyüklüğünü nereden anlıyoruz, bireyde kendi kendini var etmesinden. İnsan şu veya bu çeşit kalıntılarla doğar, belirli bir süre sonra nesneleri tanır, dokunur, ağzına götürür, emer; ama aşkı içten gelen bir büyüyle tanır. Bu büyü bir duygudur; acı verir, mutlu eder ve kişiyi durumdan duruma sokar, ayaklarını yerden keser, yerin dibine batırır. Aşk bireyin çelik ve demir zincirlerini kırar, meyvesini kuşatır, kişinin “Elif”ini bile unutturur. İnsan yaşlandıkça aşk, bir ırmağın buharı gibi kalır onda, sıcak bir buhar, ısıtan, saran geçmişiyle ve geleceğiyle kollayan. Ama güçlü akıntısı insanı dinlemeyen. Aşk, kısacası insanı güçlü kıldığı gibi, akıntısı her zaman değişken ve daha güçlüdür bireyden.



Peki, ya kadın? Kadın derken, kitaptaki ve Araplardaki kadının yerini demek istiyorum.

Evet, Kadın kutsaldır (benim gözümde). Onun eksik olduğu bir yerde hiçlik hüküm sürer. Onun olmadığı bir duyguda erkek, ölüme daha yakın durur, hayatın tadı olmaz. Araplarda “kadının yeri”ne gelince, Araplarda kadının yeri yoktur, hiç yoktur, görünmeyen bir nesne gibidir. Dolaşıyor, hizmet ediyor, en büyük çileyi o çekiyor ama bir türlü olamıyor, yoktur. Erkeğin hizmetindedir, hizmetçisidir, sadece ev işlerini yapan hizmetçiden söz etmiyorum; söz hakkı olmayan bir kadının hizmetçiliğinden söz ediyorum.

Bir düşün, insanın neslini doğuran sürdüren çoğaltan kadındır veya bir yüzüdür. Araplar erkekleri kadını sırf neslini sürdürsün diye menisini döl yatağına vahşice bırakıyor. Son şiirlerimden birinde söylemişim: “Günbatımı bedenini süsler/Bedeni ise geceyi.” Arap erkeği, kadını yatakta seviyor gibi davranıyor ama kadın sabah uyandığında bedeni morluklarla dolu olmaktan kurtulmuyor. Arap erkeği kadının bedenini tanımıyor, çünkü erkek kendi bedenini tanımıyor. Sırf kitapta yaşadığı için tanımıyor, bir kadın ona yetmediği, yetmeyeceği duygusuyla yaşadığı için tanımıyor. Bu da kadını mutlak ve mutlak ikinci sınıf bir yaratık konumuna düşmekten kurtaramıyor.

Arap erkeğinde, kadının isteğini sormak bile günahtır. Kız çocuğu doğurdu diye boşanma nedeni olabiliyor, düzgün oturmuyor diye boşama nedeni olabiliyor. Bunun gerçek nedeni ise erkeğin o kadından bıkmasıdır. Zevki varsa zevkidir; zevki varsa diyorum, demin kadının bedenini tanımadığını söyledim. Diyelim ki, kadının bedeninde, kadının uyarılacağı uyarılabileceği onlarca nokta olduğunu biliyoruz, okşanacak, dokunulacak ve öpülecek; Arap erkeğin bundan haberi olmadığı gibi, ayrımında olma şansı da olmuyor. Böylece kadın yaşamda yeri ve kişiliği olmadığı gibi, yataktaki yeri bir ihtiyaçtan ibarettir. Buna rağmen Arap erkekleri kadının yatağından çıkarken lanetleyerek çıkar. Kısacası kadın, Arap erkeğinde hayatın biliminde değil de, feleğin ilminde yaşar.

Demin “kadının kız çocuğu doğurduğu için, erkeğin ikinci bir kadınla evlenmesi bir neden olabiliyor” dediniz, bu Türkiye'nin bazı kesimlerinde de böyledir.

Doğrudur. İstanbul'da, bu güzelim şehirde geziyoruz ya şimdi, kendimi Kahire'de sanıyorum. Tüccarları, sokaklarda dolaşan insan yüzleri, birçok kadının giyim tarzı aynı. Türkiye'de kadının birçok kazanılmış hakkı olmasına karşın, öyle sanıyorum ki, belirli bir zümrenin, cemaatin yaşam tarzı bu söz ettiğim Araplardan farklı değildir.

Doğru.

Araplarda, gizli harflere, suskunluğa süzülen adı kalıyor kadının. Hem de onlara göre kitaptan alınan ve kutsal sayılan adlardır bunlar. Kıvırcık saçları altındaki tenden gizi alınmış sönük bir yıldız gibi.

Peki senin şiirindeki kadına adanmış o güzelim dizelerden Araplar hiç mi bir şeyler edinmiyor, kendine pay çıkarmıyor mu?

Hangi Arapları sorduğunu anladım. Okumuyor tabi ki, okusaydı benim şiirime bile gerek kalmadan aşkın ve kadının hakkını verirdi. Onların yürüdüğü yol daha bizlere ulaşmadı. Giysilerimiz birbirimize uygun değil, sanırım olmayacak.

Oysa “Aşk Dönüşümleri” şiirinde hani “Bedenim sana gemi yangını” diye bir bölüm var…

Evet,

“Bedenim sana gemi yangını
İşaretlerle ve tılsımlarla örterim bu acımı
Gemine gizle ve salla beni, ateşin ve dövmenle,
Benliğimi dalga bilirim kıyı sanarak seni:
Sırtın karanın bir yarısı, memelerin altı benim için dört yol ağzı.
Dönüşümünde ağaç olurum …”

Harika! Şiir okurken kimyan değişiyor, bir Adonis gidiyor yerine başka bir Adonis geliyor, bunun nedeni ne?

Aşk, şiir aşkı, kadın aşkı, mekân aşkı, mesafe aşkı. Aşkı konuşacağız dedik ya. (Gülüyoruz)

Aşkın ve kadının Adonis'in şiirindeki yeri ne?

Biliyorsun. Şiirimde kadının yeri, kitaptaki yeri ve anılış biçimi değil kuşkusuz, bütün bu konuştuklarımızın tam tersidir bende ve şiirimde. Aşk ve kadın, şiir coğrafyamda çok büyük bir yer tutuyor. Bunu sen de biliyorsun. Kadın bende ve şiirimde sonsuz özgürlüktür ve de özgürdür.

Ama bu özgürlüğe sonsuz bir acı bulaşmış gibi, şiirinde en mutlu dizeleri okurken bile mutlaka bir mutsuzluk, bir acı var diye düşünüyorum, öyle mi?

Evet, aşkı ve kadını, gerçeğin yanı sıra mekânımda, mekânımın içindeki ateşle dolu bir kuyunun içine bakarak, bakmak zorunda kalarak düşleyip yazıyorum, bu da beni çok etkiliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de avlumun içindeki kuyunun ateşi hâlâ fokurduyor.

Biraz konumuzun seyrini değiştirip; İslamiyet öncesi ve sonrası diye ayrı ayrı baktığımızda, Arap şiirinde aşkın ve kadının yeri nasıl gelişti veya gelişip değişti mi?

Tabii her şey zamanın yatağında akıp değişime uğradığı kesin, insan ve hayatın biçimi, dolayısıyla şiir de. İslamiyet öncesi şiirde kadının yeri daha bir özgürdü. Aşk daha bir güzel sunulur, işlenirdi. Şair bir olayı anlatıp süsleyerek mecliste ilan ederdi aşkını, o dönemde şiir daha mutluydu, içtendi. İslamiyet sonrasında ise, malum şairler için yazılan ayetler şiirin lanetlenmesi vs. İslamiyet sonrası şiir onlarca yıl boşlukta sallantıda kaldı. Ve sonra sonra, o yüzyıllarda şiirin nasıl eriyip gittiğine tarihten okuyarak öğrendik.

Çok teşekkür.

Aman efendim ne demek.