Mukaddime
Birkaç işâretle başka yerlerde, yâni Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde îzah edilen birkaç mes'eleye işâret ederiz.
BİRİNCİ İŞARET: Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, “Üç Hakîkatları” var.
Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.
İkincisi: Felsefe şâkirdleriyle, Kur'an-ı Hakîm tilmizleridir.
Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiyye ile millet-i küfriyyedir.
Felsefe şâkirdleri ve millet-i küfriyye ve nefs-i emmârenin en müdhiş dâlâleti, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtipsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:
Nasılki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış. Her harfi içinde ince kalem ile muntâzam bir kaside yazılmış. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zîra bu kâinat öyle bir kitabdır ki; her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitab içinde var... Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır… Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı Celâl ve Cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâl'in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhûdiyle bu imân lâzım gelir. İllâ ki, dalâletten sarhoş olmuş ola...
Hem nasılki bir hâne ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hâne ki; hârika san'atlarla, acîb nakışlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiş. Hattâ herbir taşında, bir saray kadar san'at dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabûl edemez, gayet mâhir bir san'atkâr ister.
Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemâl-i intizâmla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddit küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni’ ister. Çünki: Şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki; Ay, Güneş lâmbaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni’-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntâzam sûretlerini tecdîd ediyor. Kemâl-i intizâmla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i ni’met yapmış ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva’-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez enva-ı ihsanatıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et... Nasıl, böyle bir sarayın Sâni’inden gaflet edilebilir?
Hem nasılki bulutsuz, gündüz ortasında, Güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve kar’ın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde Güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divânelik hezeyanıdır. Çünki; o vakit birtek Güneşi inkâr ve kabûl etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar mikdarınca, parçalar adedince, hakikî ve bil’asâle güneşcikleri kabûl etmek lâzımgeliyor. Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir Güneşin hakîkatını içinde kabûl etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de: Şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntâzam kâinatı görüp, Hâlîk-ı Zülcelâl’i evsaf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir Ulûhiyyet-i Mutlaka kabûl etmek lâzımdır. Çünki; meselâ: Havanın herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve sûretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır. Tâ içinde işleyebilsin. Demek, muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki, böyle yapsın.
Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medâr ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki: Otlar ve ağaçlar adedince ma’nevî cihazât ve makineleri tazammun etsin. Veyahut, onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen sûretleri tanır, dikebilir bir san’at ve kudret vermek lâzımgelir. Daha sâir mevcûdâtı da kıyas et. Tâ anlayacaksın ki: Her şey’de âşîkâre, Vahdâniyyetin çok delilleri var.
Evet bir şeyden her şey’i yapmak ve herşey’i birtek şey yapmak, herşey’in hâlıkına has bir iştir.
fermân-ı zîşânına dikkat et. Demek; Vâhid-i Ehadı kabûl etmemek ile, mevcûdat adedince ilâhları kabûl etmek lâzımgelir.
İKİNCİ İŞARET: Hikâyede bir Yaver-i Ekrem’den bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes O’nun nişanlarını görmekle anlar ki: O Zât, pâdişahın emriyle hareket eder ve O’nun has bendesidir. İşte O Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki; nasıl Güneş, ziyâ vermeksizin mümkün değildir. Öyle de Ulûhiyyet de, Peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl; gösterici ve târif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bir Rubûbiyyet-i âmmenin saltanat-ı külliyyesi, kesret ve cüz’iyyat tabakatında vahdâniyyet ve samedâniyyetini, zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yâni O Zât, ubûdiyyet-i külliyye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhiyye elçisi olduğu gibi, kurbiyyet ve Risâlet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.
Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yâni bir habib resûl vasıtasıyla ki; hem habibdir; ubûdiyyetiyle kendini O’na sevdirir, âyinedârlık eder. Hem resuldür; O’nu mahlûkatına sevdirir, Cemâl-i Esmâsını gösterir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir târif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzâr-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyân etmek irade etmesin ve istemesin?
Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tâyin etmesin?
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlâkını, hem mevcûdâtın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç suâl-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuât ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli ni’metler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelâl; onun mukabilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin!
Hem hiç mümkün olur mu ki; nev-i insânı, şuurca kesrete mübtelâ, istidadça ubûdiyyet-i külliyyeye müheyya sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i Nübüvvet var ki, herbiri bir bürhân-ı kat’îdir ki: Ulûhiyyet, Risâletsiz olamaz...
Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan (beyân olunan evsaf ve vezaife) daha ehil ve daha câmi’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i Risâlete ve vazife-i tebliğe O’ndan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â!.. Belki O, bütün Resullerin seyyididir, bütün Enbiyanın imamıdır, bütün Asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi, bine bâliğ mu’cizâtından had ve hesaba gelmez delâil-i Nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-ı hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübrâ, Güneş gibi Risâletini göstermeğe kâfidir. Başka risâlelerde ve bilhassa Yirmibeşinci Söz’de Kur’anın kırka karîb vücûh-u i’câzından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Hatıra gelmesin ki; bu küçücük insânın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünki; Bu küçücük insân, câmiiyyet-i fıtrat itibariyle şu mevcûdat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiyye ve bir ubudiyyet-i külliyyeye mazhar olduğundan büyük ehemmiyeti vardır.
Hem, hatıra gelmesin ki; kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektûbât-ı Sâmedâniyye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcûdâtta cilveleri, nakışları görünen bütün Esmâ-i Kudsiyye-i İlâhiyyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakk’ın hakkaniyyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinâyettir. Nihayetsiz cinâyet ise, nihayetsiz azabı îcab eder...
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Nasılki, hikâyede Oniki Sûretle gördük ki: Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir pâdişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medâr diğer daimî bir memleketi bulunmasın... Öyle de, hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu îcad etsin de, bâki bir âlemi îcad etmesin? Hem mümkün değil; şu bedi’ ve zâil kâinatın Sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? Hem mümkün değil; Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan Dâr-ı Âhireti halk etmesin? Bu hakîkata “Oniki kapı” ile girilir. “ONİKİ HAKÎKAT” ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız:
BİRİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Rububiyyet ve Saltanattır ki, İsm-i Rabb’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki; şe’n-i Rububiyyet ve saltanat-ı Ulûhiyyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile îcâd etsin, O’nun gayât ve makasıdına karşı îman ve ubudiyyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzât etmesin!..
İKİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzâtta bulunmasın.
Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, en zaîften tut (Hâşiye-1) tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misâl libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatiyle süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en Mûsannâ meyveleri bize takdim etmek; hem, zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem, en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem, rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil bir kerem, ne kadar lâtif bir rahmet eseri olduğu bedâheten anlaşılır. Hem, insân ve bâzı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz’dan tut, tâ en küçük mahlûka kadar herşey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celâl ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor. Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insânî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle (Hâşiye-2) ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedâheten anlaşılır. Bu âlemin mutasarrıfının mâdem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin te’dibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecelli eder.
Hâşiye-1: Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î; İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücûtça zaîfliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâ’kûsen mütenâsibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtelâ olur.
Hâşiye-2: Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi; hem, korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması; hem, incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedâhe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir Zât’ın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar. Evet nebâtat ve behimiyyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki; gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, O’nun namıyla işliyorlar...
Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücûdunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücûdunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki; bir daha dönmemek üzere zevâl ise; şefkati, musibete; muhabbeti, hırkate; ve ni’meti, nıkmete; ve aklı, meş’um bir âlete; ve lezzeti, eleme kalbettirmekle hakîkat-ı rahmetin intifası lâzımgelir. Hem o Celâl ve İzzete uygun bir dâr-ı mücazât olacaktır. Çünki; ekseriyâ zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki; insân başı boş değil. Bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcûdât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da; insânın Rabbi de insâna bu kadar muntâzam masnûâtıyla kendini tanıttırsa; mukabilinde insân îman ile O’nu tanımazsa… Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insân ibâdetle kendini O’na sevdirmese... Hem bu kadar bu türlü ni’metleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insân şükür ve hamdle O’na hürmet etmese; cezasız kalsın! Başı boş bırakılsın! O izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dâr-ı mücâzât hâzırlamasın! Hem hiç mümkün müdür ki; O Rahmân-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil; îman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukâbil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyyeyi vermesin!
ÜÇÜNCÜ HAKîKAT: Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, İsm-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki; (Hâşiye) Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizâm, adâlet ve mizanla Rubûbiyyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adâlete îman ve ubûdiyyetle tevfîk-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin!
Hâşiye: Evet, “Hiç mümkün müdür ki”: Şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki, mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib’addan ileri gelir. Yâni akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyyen gösterilmiştir ki; hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suûbet, hattâ imtina’ derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalâletin mesleğindedir. Ve hakikî imkân ve hakikî makuliyyet, hattâ vücûb derecesinde sühulet; îman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir.
Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tâbir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.
Ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri tedib etmesin!.. Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adâlete lâyık binden biri, insânda icra edilmiyor, te’hir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saâdet-i uzmâya bırakılıyor.
Evet, görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhân mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsânda bütün âza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizâm bulunması gösterir ki; nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.
Evet güzel bir çiçeğin dakik programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını küçücük bir çekirdekte ma’nevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.
Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet şu küçücük insân bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün Esmâlarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir. Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rubûbiyyette hâkim bir hikmet; o rubûbiyyetin kanadına iltica eden ve îman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin!
Hem adâlet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhân mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücûd vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak; nihayetsiz bir adâlet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir.
Hem, her hak sahibine istidâdı nisbetinde hakkını vermek, yâni vücûdunun bütün levâzımâtını, bekâsının bütün cihâzâtını en münâsib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adâlet elini gösterir.
Hem, istidâd lisanıyla, ihtiyâc-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.
Şimdi hiç mümkün müdür ki; böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının imdadına koşan bir adâlet ve hikmet; insân gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın! En büyük istimdâdını ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rubûbiyyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin! Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insân, öyle bir adâletin hakîkatına mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir Mahkeme-i Kübrâya bırakılıyor. Zira hakikî adâlet ister ki; şu küçücük insân, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin âzameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem şu fâni, geçici Dünya; ebed için halk olunan insân hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyyetten çok uzaktır… Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemâl’in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelâl’in daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i bulunacaktır.
EbruLi
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-"
30 Ağustos 2015
- Paylaş
- Share this post on
- Digg
- Del.icio.us
- Technorati