Günün Sözü DamlaPenia.
Her şey neye layıksa ona dönüşür. -Mevlana
Etiket Listesi

  • Sayfa 1 Toplam 3 Sayfadan
  • 1
  • 2
  • 3
Seçenekler
Seçenekler
Stil
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz

Standart "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"

01 Eylül 2015
1

"-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"



Birinci Mektup

Dört Suâlin Muhtasar CevabıdırBİRİNCİ SUÂL: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin ba’zı mühim ulemâ hayatını kabûl etmiyorlar?
Elcevab: Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten ba’zı ulemâ hayatında şübhe etmişler.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatiyle dâimî mukayyed değillerdir. Ba’zan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbûr değillerdir.

Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
2
Tevatür derecesinde ehl-i şuhûd ve keşif olan evliyânın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makâmât-ı velâyette bir makam vardır ki, “Makâm-ı Hızır” ta’bir edilir. O makâma gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat ba’zan o makam sâhibi yanlış olarak, ayn-ı Hızır telakki olunur.
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levâzımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nurânî bir letâfet kesbeder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nurânîyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şerîat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı İsevîlik dîni tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâb edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı ma’nevîsi, vahy-i semâvî kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı ma’nevîsini öldürür; öyle de: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı ma’nevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı ma’nevîsini temsil eden deccalı öldürür.. yâni inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.
Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemâl-i saâdetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rü’yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü’yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rü’yada olduğunu bilmiyor. Hakîki lezzet ile hakîki saâdete mazhar olur.
İşte Âlem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sâbit ve kat’idir. Hatta Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza Radıyallahü Anh, mükerrer vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat edilmiş. Hatta -ben kendim- Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı.
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
3
Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rü’ya-yı sâdıkada, taht-el Arz bir menzil sûretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat, Rus’un istilâsından çekindiği için, yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rü’ya, ba’zı şerâit ve emârâtla, geçen hakîkata, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.
Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhânîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlâk-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vâkıatla ervah-ı evliyânın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri.. ve sâir ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vâkıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmi Dokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delâil-i kat’iyye ile isbat etmiştir.
İKİNCİ SUÂL: Furkan-ı Hakîm’de



gibi âyetlerde: “Mevt dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir ni’mettir.” diye ifham ediliyor. Halbuki zâhiren mevt; inhilâldir, ademdir, tefessühdür, hayatın sönmesidir, hâdimüllezzattır.. nasıl mahlûk ve ni’met olabilir?
Elcevab: “Birinci Suâl”in cevabının âhirinde denildiği gibi: Mevt; vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücûddur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatiyle tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
4
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mîde-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan; “o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahlûk” denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, Âlem-i Berzahta, elbette bir hayat-ı bâkiye sünbülü verecektir.
Amma mevt, ni’met olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan “dört vech”ine işâret ederiz.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir.
İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle.. Mahbûb-u Bâkinin dâire-i rahmetine girmektir.
Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet.. ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
Dördüncüsü: Nevm, nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belâlarla mübtelâ olanlar için ayn-ı ni’met ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için müteaddid Sözlerde kat’i isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azab içinde azabdır. O, bahisten hariçtir.
ÜÇÜNCÜ SUÂL: Cehennem nerededir?
Elcevab:
Cehennemin yeri, ba’zı rivayatla “Taht-el Arz” denilmiştir. Başka yerlerde beyân ettiğimiz gibi; Küre-i Arz, hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir dâire çiziyor.
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
5
Cehennem ise, Arzın o medâr-ı senevîsi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücûdunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.
Cehennem ikidir: Biri suğrâ, biri kübrâdır. İleride suğrâ, kübrâya inkılâb edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ yerin altında, yâni merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i Tabakat-ül Arzca ma’lûmdur ki: Ekseriya her otuz üç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. Demek merkeze kadar nısf-ı kutr-u Arz, altı bin küsur kilometre olduğundan, iki yüz bin derece-i harareti câmi’, yâni iki yüz def’a ateş-i dünyevîden şedid ve rivayet-i hadîse muvafık bir ateş bulunuyor. Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâ’ya âid çok vezaifi, dünyada ve Âlem-i Berzahta görmüş ve ehâdislerle işâret edilmiştir. Âlem-i Âhiret’te, Küre-i Arz nasılki sekenesini medâr-ı senevîsindeki meydan-ı haşre döker; öyle de: İçindeki Cehennem-i Suğrâ’yı dahi Cehennem-i Kübrâ’ya, emr-i İlâhî ile teslim eder. Ehl-i İ’tizâlin ba’zı imamları: “Cehennem sonradan halkedilecektir” demeleri, hâl-i hazırda tamamiyle inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münâsip bir tarzda inkişaf etmediğinden, galattır ve gabavettir. Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete âid menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tâyin edelim.

Âhiret Âlemi’ne âid menziller, bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat ba’zı rivâyâtın işârâtiyle, âhiretteki Cehennem, bu dünyamızla münasebetdardır. Yaz’ın şiddet-i hararetine

denilmiştir. Demek bu dünyevî küçücük ve sönük akıl gözüyle, o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîm’in nuriyle bakabiliriz. Şöyle ki:
Arzın medâr-ı senevîsi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ; yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrâ’yı güya tevkil ederek ba’zı vezaifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâl’in mülkü pek çok geniştir, hikmet-i İlâhîyye nereyi göstermiş ise Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl ve emr-i
e
mâlik bir Hakîm-i Zülkemâl,gözümüzün önünde kemâl-i hikmet ve intizam ile Kamer’i
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
6
Arz’a bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile Arz’ı Güneş’e rabtetmiş ve Güneş’i seyyârâtiyle beraber Arz’ın sür’at-i seneviyesine yakın bir sür’at ile ve haşmet-i rubûbiyetiyle, bir ihtimale göre Şemsüşşümûs tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lambaları gibi yıldızları, saltanat-ı rubûbiyetine nurânî şâhidler yapmış; onunla saltanat-ı rubûbiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâl’in kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rubûbiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâ’yı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş’al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yâni, âlem-i nur olan Cennet’ten yıldızlara nur verip, Cehennem’den nâr ve hararet göndersin. Aynı halde o Cehennem’in bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın. Hem bir Fâtır-ı Hakîm ki: Dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zât-ı Zülcelâl’in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki; Küre-i Arz’ın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâ’yı saklasın.
Elhâsıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakili aşağı tarafında; nurânîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsûlât-ı ma’nevîye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsûlâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcûdât-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu’ ettiği yerdedir. Yâni habîsatı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve safiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhar-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar.
Amma Cennet ve Cehennem’in vücûdları ise, Onuncu ve Yirmi sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözler’de gayet kat’i bir sûrette isbat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücûdu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücûdları kadar kat’i ve yakîndir.
DÖRDÜNCÜ SUÂL: Mahbublara olan aşk-ı mecâzî aşk-ı hakîkiye inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecâzî dahi bir aşk-ı hakîkiye inkılâb edebilir mi?
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
7
Elcevab: Evet, dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecâzî, eğer âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâkî bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i Esma-i İlâhîye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-i meşrû’ mecâzî aşk, o vakit, aşk-ı hakîkiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatiyle bağlı kararsız dünyasını, hâricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umûmî dünyayı husûsi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakîkatı tenvir için şu temsile bak. Meselâ:
Şu güzel zînetli odanın dört duvarında, dördümüze âid dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakîki ve umûmî, dördü misâlî ve husûsi... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasiyle, husûsi odamızın şeklini, hey’etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkezâ.. âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umûmî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Husûsi oda ile umûmî oda hakîkatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.
İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o husûsi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona âid muhabbetimiz, o husûsi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukûş-u Esma-i İlâhîyeye döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o husûsi dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedid hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecâzî aşk, hakîki aşka inkılâb eder. Yoksa

sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevalini düşünmeyerek, husûsi kararsız dünyasını, aynı umûmî dünya gibi sâbit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedid hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır.
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
8
Çünkü o muhabbetten yetîmane bir şefkat, me’yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır; hattâ güzel ve zevâle ma’rûz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedid şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı Bâkî’nin bâkî esmasının dâimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâkî görür; şefkati, bir sürûra inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya ma’rûz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san’at ve tezyîn ve ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyîd-i hüsn ve tecdîd-i lezzet ve teşhîr-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyâdeleştirir.


Said Nursi
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
9
Risale-i Nur 2.ci Mektup

Risale-i Nur 2.ci Mektup
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.)
Sâlisen: Bana bir hediye gönderdin. Gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki "Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman'dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem." Çünki sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı. Eski Said'in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder.
Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. "İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar" deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.
İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ { اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yâsin'de اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ cümlesi, mes'elemiz hakkında çok mânidardır...
Üçüncüsü: Birinci Söz'de beyan edildiği gibi: ALLAH namına ver


sh: » (M: 14)
mek, ALLAH namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikî'ye ait şükrü, senayı, zâhirî esbaba verir, hata eder.
Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelâl'e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bâkiye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat'î kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me'zun değilim. Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu' ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en a'lâ baklavasını yemek, en murassa' libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.
Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi; mezhebimizce en mu'teber olan İbn-i Hacer diyor ki: "Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır."
İşte bu zamanın insanları hırs ve tama' yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a'male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî
Avatar Seçilmemiş
Üyelik tarihi
01 Nisan 2015
Mesajlar
5.764
Seslenildi
643 Mesaj
Etiketlendi
84 Konu
Ruh Hali
Ruhsuz
Standart Cevap: "-Risale-i Nur Külliyatı-Mektubat"
01 Eylül 2015
10
Risale-i Nur 3.cü Mektup

Risale-i Nur 3.cü Mektup
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.)
Hâmisen: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.
Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur'an-ı Hakîm'in فَلاَاُقْسِمُبِاْلخُنَّسَِاْلجَوَارِالْكُنَّس ِ kaseminde ulvî bir nur-u i'caz ve parlak bir sırr-ı belâğat gördüm. Evet seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âlî bir nakş-ı san'at ve âlî bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor. Evet şu seyyareler, kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semada yeni yeni nakışları ve san'atları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra vazife-i teftişiyelerini ve nakş-ı san'atta mekiklik hizmetini îfadan sonra yine dönüp sultanları olan Güneşin şaşaalı dairesine girip gizleniyorlar. Şimdi şu "Hunnes, Künnes" tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemal-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zât'ın haşmet-i Rububiyetini ve şaşaa-i saltanat-ı Ulûhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar. Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar
(Orjinal Sayfa16)
bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat'eden sür'attedir.
İşte böyle bir sultana ubûdiyet ve îmanla intisab etmek ve şu dünyada Ona misafir olmak ne kadar âlî bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.
Sonra Kamer'e baktım. وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ âyetinin gayet parlak bir nur-u i'cazı ifade ettiğini gördüm. Evet Kamer'in takdîri ve tedvîri ve tedbîr ve tenvîri ve zemine ve Güneş'e karşı gayet dakik bir hesabla vaziyetleri, o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki, onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr'e hiçbir şey ağır gelmez. "Onu öyle yapan her şey'i yapabilir" fikrini, temaşa eden herbir zîşuura ders verir. Hem öyle bir tarzda Güneş'i takib ediyor ki; bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana: سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor. Hususan Mayıs'ın âhirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belâğatını gör.
Sonra هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا âyeti hatırıma geldi ki; zemin müsahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-yı kâinatta sür'atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman kıraeti sünnet olan سُبْحَانَ الَّذِى سَخَّرَ لَنَا هذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ âyetini okudum.
(Orjinal Sayfa17)
Hem gördüm ki: Küre-i Arz şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makina vaziyetini aldı; bütün semavatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, ehl-i fikri mest ü hayran eder. "Fesübhanallah!" dedim; ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib, âlî ve gâlî işler görülüyor. Bu noktadan iki nükte-i îmaniye hatıra geldi:
Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şüpheli sualin esası şudur: Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi ehl-i Cennet, lütf-u İlâhî ile berk ve burak gibi uçarak Haşirden geçerler, Cennet'e giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?
İşte hatıra gelen şudur: Nasılki meselâ Amerika'da, bütün milletler umumî bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de: Bahr-i muhît-i kâinatta, bir senede yirmibeş bin senelik uzun bir seyahata alışan Küre-i Arz; ahalisini alır, gider mahşer meydanına boşaltır. Hem her otuzüç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i Arz'da bulunan Cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık ikiyüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadîsin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük Cehennem'in bazı vazifelerini gören ateşini Cehennem'e döker; sonra emr-i İlahî ile daha güzel ve bâki bir surete tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.
Hatıra gelen ikinci nükte: Sâni'-i Kadîr, Fâtır-ı Hakîm, Vâhid-i Ehad kemâl-i kudretini ve cemâl-i hikmetini ve delil-i vahdetini göstermek için, pek az birşeyle çok işleri görmek; pek küçük birşeyle, pek büyük vazifeleri gördürmeyi âdet etmiştir. Bazı Sözlerde demiştim ki: Eğer bütün eşya bir tek zâta isnad edilse, vücub derecesinde bir sühûlet, bir kolaylık peyda eder. Eğer eşya müteaddid sâni'lere, esbablara isnad edilse; imtina' derecesinde bir suûbet, bir müşkilât ortaya düşer. Çünki bir zabit gibi veya usta gibi bir tek zât, kesretli efrada ve kesretli taşlara bir fiil ile, bir hareket ile ve sühuletle bir vaziyet verip bir netice hasıl eder ki, eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal etmesi, o ordudaki efrada ve o direksiz kubbedeki taşlara havale edilse; pek çok fiillerle, pek çok müşkilâtla, pek çok karışıklıklarla ancak yapılabilir.
İşte şu kâinattaki raks u deveran, seyr ü cevelan ve temâşâ-i
(Orjinal Sayfa18)
tesbihfeşan ve fusûl-i erbaa ve gece-gündüzdeki seyeran gibi ef'al, eğer vahdete verilse; birtek zât, birtek emirle, birtek küreyi tahrik ile mevsimlerin değişmesindeki acâib-i san'atı ve gece gündüzün deveranındaki garâib-i hikmeti ve yıldızların ve Şems ve Kamer'in sûrî hareketlerinde şirin temâşâ levhalarını göstermek gibi o âlî vaziyetleri ve gâlî neticeleri istihsal eder. Çünki umum mevcudat ordusu Onundur. İstese, Arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan tayin eder; koca Güneş'i, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lâmba ve elvah-ı nukuş-u kudret olan fusûl-i erbaayı da bir mekik ve sahâif-i kitabet-i hikmet olan gece gündüzü de bir yay yapar. Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir Kamer'i göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır.. ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden rakseden melâikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nazenin misbahlar suretini vermek gibi, Arz'a ait çok hikmetlerini gösterir. Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata hükmü ve nizamı ve kanunu ve tedbiri müteveccih olan bir zâttan istenilmezse, o vakit umum güneşler, yıldızlar, hakikî hareket ile ve hadsiz bir sür'atle hadsiz bir mesafeyi her gün kat'etmeleri lâzım gelir.
İşte vahdette nihayetsiz sühûlet ve kesrette nihayetsiz suûbet bulunduğundandır ki; ehl-i san'at ve ticaret, kesrete bir vahdet verir, tâ sühûlet ve kolaylık olsun, yani şirketler teşkil ederler.
Elhasıl: Dalalet yolunda nihayetsiz müşkilât var, hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz sühûlet var.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
  • Sayfa 1 Toplam 3 Sayfadan
  • 1
  • 2
  • 3
Konuyu 1 kişi okuyor. (0 üye ve 1 ziyaretçi)
 
Seçenekler
Stil

Benzer Konular
Konu
Konuyu Başlatan
Forum
Cevaplar
Son Mesaj