Milliyetçilik Üzerine

Milliyetçilik meselesi geçmişte olduğu gibi bugün de gündemdeki yerini koruyor. Tarih boyunca insanlar mensup oldukları ırkları ya da milletleri birer üstünlük vesilesi olarak görmek ve göstermek eğiliminde olmuşlardır.

Aslında bu meselenin özü Hz.Adem’in yaratılışına kadar uzanıyor.

“Allah, “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi.

İblis, “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.” Sad / 75-76

Kendini bir şekilde diğerlerinden üstün görmek ve üstün olma ihtiyacı hissetmek aslında bir kibir ve aynı zamanda aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Bunu ilk başlatan da İblis yani bildiğimiz Şeytan’dır.Bu nedenle bu tür bir üstünlük anlayışını ileri sürenleri, hangi milletten olursa olsun iyi niyetli olarak görmemiz mümkün değildir.Kaldı ki “Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” düstur-u ilahisi varken günümüz insanlarının, özellikle de Müslümanlar arasında menfi milliyetçilik anlayışının ( yani kendi milletini üstün görme, diğer milletleri aşağılama, hatta hizmetçi gibi görme-Yahudilerde olduğu gibi-) var olması kabul edilemez bir durumdur.Müsbet anlamda milliyetçilik yani kendi milletini sevmek, onun yararına çalışmak elbette ki takdir edilen bir durumdur ve bunun kimseye de bir zararı yoktur.

Tarihe baktığımızda, hangi milletten olursa olsun, insana değer veren, onu yücelten devletler uzun süreli yaşadıkları gibi, kültür ve medeniyet alanında da önemli eserler vermişlerdir.Abbasiler ve Osmanlılar buna en güzel örneklerdir.Diğer taraftan sadece kendi milletini önemseyip, insana değer vermeyen devletler, kalıcı olamadıkları gibi daha çok yanlış uygulamalar ve zulümle anılmışlardır.Emeviler ve Moğollar gibi.

Osmanlı Devletini burada bir örnek olması açısından ele alacak olursak; 600 yıl ayakta kalmasını sağlayan tek unsurun aslında bu olduğunu, (insana verdiği değer) göreceğiz. Yoksa birilerinin iddia etiği gibi, bu iş askeri ve cebri sebeplerle olsaydı Moğolların Osmanlılardan çok daha uzun süreli olması ve daha geniş alanlarda hakimiyet sürmesi gerekirdi.

Bir çok farklı milletten ve dinden insanı asırlarca kardeşçe bir arada tutan Osmanlı Devleti, bunu İslam’ın özünde olan adalet, sevgi,hoşgörü kavramları sayesinde başarmıştır.Gayr-i Müslimlerin temel hak ve özgürlüklerine dokunmamış, onları dinlerinde,dillerinde serbest bırakmış, karşılığında devlete bağlılıklarını istemiştir.(Bunu Fatih’in ve Kanuni’nin bir çok fermanında görüyoruz.) Gayr-i Müslimler de buna olumlu cevap vermiş, 19. yy. başlarına kadar ayrılıkçı azınlık isyanları çıkmamıştır.

Gayr-i Müslimler açısından durum böyle iken, Müslümanlar açısından da durum pek farklı değildir. İran’daki Şii Safevi devletinin fitne faaliyetleri hariç, dahilde herhangi bir olumsuzluk yaşanmamıştır.Gerek Araplar gerekse diğer unsurlar ( Kürtler,Abhazlar,Çerkezler gibi ) milliyetçi anlamda ayrılık hareketlerine girişmemişlerdir.Her ne kadar yönetici hatalarından kaynaklanan olumsuzluklar ve hoşnutsuzluklar yaşanmışsa da bu durum İslam kardeşliğini zedeleyecek bir hale gelmemiştir.

Ancak menfi manada milliyetçilik, yani kendi milletini üstün görme, diğerine hükmetme anlayışı nasıl ki gayr-i Müslimleri olumsuz olarak etkilemiş ise, Müslüman unsurları da, -onlar kadar olmasa da- etkilemiştir. Başta Araplar içinde olmak üzere bazı hoşnutsuzluklar ortaya çıkmıştır. Fakat burada da asıl sorun yerel yöneticilerin keyfi ve İslam kardeşliğini hiçe sayan, kendini üstün gören, ötekini ezen uygulamalarından kaynaklanmıştır. İttihad Ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa’nın Suriye’deki uygulamaları buna örnektir.

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” Hucurat-10

Gerek tarih kitaplarında gerekse, halkın nazarında Arapların Osmanlıya ihanet ettiği, bizi arkadan vurduğu gibi yaygın bir kanı vardır. Dolayısıyla Ümmetçilik politikasının uygulanamaz olduğu vurgulanarak, milliyetçiliğe dönüşün kaçınılmaz olduğu ileri sürülür. Fakat bunun gerçek olup olmadığı ya da gerçekse Arapları buna iten sebeplerin neler olduğu üzerinde pek durulmaz.


Özellikle İngilizlerin, Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırtarak örgütlemesi, bunu yaparken de milliyetçilik unsurunu kullanması tabi ki görmezden gelinemez. Fakat Arapların ayrılıkçı hareketlere girişmesi ile, Yunan ve Sırpların ayrılık hareketleri aynı kefeye konulamaz.Çünkü Araplar müslümandır. Müslüman bir milletin, bağlı olduğu bir İslam devletinden ayrılmak istemesinin mutlaka çeşitli sebepleri olmalıdır. İşte bu sebepler özellikle ve başta İttihad ve Terakki yönetiminin yanlış uygulamalarından kaynaklanmıştır.İttihatçı Cemal Paşanın Suriye’de meydana gelen birtakım olumsuzlukları bahane ederek, suçlu olup olmadığına bakmadan bir çok kişiyi idam ettirmesi, özellikle I.Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devletinin elini zayıflatmış, fırsat kollayan İngilizlerin işini kolaylaştırmıştır.

Bu gün bile kullanılan “ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü”, gibi deyimler, siyah köpeklere Arap denilmesi, bu ayrılığı derinleştiren, o günlerden kalma hoş olmayan şeylerdir.

Dolayısıyla İttihad ve Terakki’nin önde gelen isimleri başta olmak üzere, bazı yerel yöneticilerin ısrarla uyguladığı Türkleştirme politikaları, devleti bir arada tutmaya, devlete bağlılığı arttırmaya yetmediği gibi, o güne kadar bir şekilde varlığını sürdüren müslüman teb’ayı da ötekileştirmiştir.

I.Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devletinin resmen dağılma aşamasına gelmesi ve içinde bulunduğu zor durum, çoğu İttihad ve Terakki kökenli olan zamanın yöneticilerinde, bu toprakların ikinci plana itilmesine ve ver-kurtul politikalarının izlenmesine neden olmuştur.

Misak-ı Milli kararlarında Arapların yaşadığı toprakların geleceği konusunda halk oylaması yapılması kararlaştırılmışsa da, zamanın ve şartların uygun olmaması gibi nedenlerle bu uygulanamamıştır. Aslında böyle bir uygulamanın yapılması gerektiği kararı bile, aradaki bağların zayıflamış olduğunun açık bir göstergesidir.Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan Musul ve Hatay gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerin bile Kurtuluş Savaşı sonrası İngiliz ve Fransız mandasına bırakılması, önceliğin sadece Anadolu’nun belli kısımları ile sınırlı olduğu izlenimi uyandırmıştır ki, daha sonra yaşanan gelişmeler bu izlenimin doğru olduğunu kanıtlamıştır.

Bu arada şunu da önemle ifade edelim ki; isyan eden ya da isyanlara bir şekilde destek vererek Osmanlı Devletine zarar veren Araplar da hiçbir şekilde mazur gösterilemez. İslam kardeşliği, yerel yöneticilerin keyfi uygulamalarından çok daha önde gelir. Kişilerden kaynaklanan hiç bir yanlış uygulama, bir müslümanın devletine karşı gelmesini gerektirmez. Kaldı ki Osmanlı Devleti asırlarca – ki bu yabancı tarihçilerin ve seyyahların görüşleriyle de sabittir- adaletin tam manasıyla uygulandığı bir devlet olmuştur.

Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da bağımsız, bir ve beraber yaşamak için, daha güzel yarınlar için kanlarını döken,canlarını veren insanlar savaş bittikten sonra farklı bir tablo ile karşılaştılar. Çünkü uğruna canlarını verdikleri vatanları kendilerine yabancılaşmıştı.


İçerisinde her fikirden ve inanıştan milletvekillerin bulunduğu, Kurtuluş Savaşının kazanılmasında en büyük paya sahip olan I.Meclis, yapılan seçimlerle tasfiye edilmiş, kurulan yeni meclis yapılmak istenen çalışmalar için elverişli hale getirilmişti. Buna göre yeni devlet tamamen ulus devlet temelleri üzerine inşa edilmiş, Osmanlı Devletini hatırlatan tüm unsurlar bir kenara itilmişti.


Türklerin kökeni konusunda çeşitli tezler ileri sürülmüş, bizim Eti’lerden, Sümer’lerden geldiğimiz savunulmuştu. Dolayısıyla Anadolu’da sadece bir etnik unsurun var olduğu düşünülmüş, diğer etnik unsurlar görmezden gelinmiş, hatta yok sayılmıştı.


Diğer taraftan Osmanlı’yı geri bırakan, maddi olarak ilerlememizi engelleyen etkenin din olduğu ileri sürülerek, din unsuru da ikinci plana itilmiştir. Hal böyle olunca, Osmanlıda olduğu gibi, Anadolu’daki etnik unsurları da bir arada tutan, birleştirici faktör kaybedilmiş, yüzyıllarca kardeş olarak yaşayan farklı kültürlere sahip insanlar birbirlerine yabancılaşmıştır.


Çağdaş bir toplum meydana getirmek adına yapılan birtakım çalışmalar, Anadolu insanının daha çok kendi özünden, değerlerinden, kültüründen uzaklaşmasını sağlamış, bu da kendi tarihine, kültürüne, özüne yabancı hatta onu aşağılayan nesiller yetişmesini sağlamıştır.


Ulus devlet, çağdaş toplum meydana getirme çabaları, Anadolu’da, farklı yapıda olan tüm kimliklerin aynı (Türk) görülmesine neden olmuş, kimlikler ve kültürler yok sayılmıştır. Başta Doğu ve Güneydoğudaki vatandaşlar olmak üzere, farklı yapıdaki tüm unsurları Türkleştirme politikası güdülmüş, bu uygulamaların insanların devlete bağlılıklarını arttıracağı düşünülmüştür. Fakat bu insanları bin yıl bir arada tutan temel unsur olan din faktörü devre dışı bırakıldığı için, daha işin başında birtakım olumsuzlukların yaşanmasına neden olmuştur ( Şeyh Said İsyanı gibi ). Aslında etnik nedenlerle belki de etkili olamayacak bir isyan, din faktörü devreye sokulduğu için ( Halifeliğin kaldırılması gibi ), kısa bir süre de olsa devleti zor durumda bırakmıştır.


Böyle bir sorunu daha önce hesaba katmayan dönemin devlet yetkilileri, sorunu zor kullanarak, İstiklal Mahkemelerini devreye sokarak, bölgede güvenliği sağlamıştır. Fakat sorunun temeline inmeyen çözüm arayışları, bir süre sonra ters etki yapmış, Dersim olaylarının çıkmasına neden olmuştur. Her ne kadar olayların sonunda devlet bölgede hakimiyet kurmuşsa da, bu olaylar devlet ile yöre insanı arasında bir kırılma noktası olmuştur.


Gerek Şeyh Said İsyanı, gerek Musul Sorunu, gerekse Dersim olayları devletin bölgeye bakış açısını tamamen değiştirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar da göz önünde bulundurularak refah ve kalkınma çalışmaları daha çok Batı bölgelerine kaydırılmıştır. ( İsmet İnönü’nün Batı illerinde mektep yokken Doğu’da mı mektep açalım? … şeklindeki düşüncesinde olduğu gibi ).Avrupa’ya karşı çağdaş bir toplum oluşturma özentimizin de bunda çok etkisi olduğu yadsınamaz.


Dili ve kültürü yok sayılan, ekonomik ve sosyal yatırımlar açısından da çeşitli nedenlerle ikinci plana itilen bölge insanı, toprak ağalarının insafına terk edilmiştir. Bölge insanı üzerinde etkili ve en önemli faktör olan din unsuru da sistem tarafından sakıncalı bulunduğu için, daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak olan bugünkü sorunların temeli atılmıştır.