Muhakkiklere göre sırrın tarifi şudur: Sır, şuurda gizli olan mânâya denir. Diğer yandan havastan olan kimselerin inzivaya çekilip kendilerini tecrîd ederek safâ-yı kalbe ulaşmalarına da sır denir. Zira kalp, bu durumda sırra mahal olmuştur. Ve hâlin ismini mecazî olarak ifade eden mekan mahiyetinde olduğundan, bu isimle isimlendirilmiştir.

Şeyh hazretleri Fütûhat'ında, Abdullah Tüsterî'den naklederek şöyle buyuruyor:

"Sehl bin Abdullah et-Tüsterî şöyle dedi: Muhakkak ki rubûbiyyet bir sırdır. Eğer açığa çıksaydı nübüvvet ortadan kalkardı. Nübüvvet bir sırdır. Eğer açığa çıksaydı ilim ortadan kalkardı, ilim bir sırdır. Eğer açığa çıksaydı ahkâm ortadan kalkardı."

Ey kardeşim! Cenab-ı Hak, bir hadîs-i kudsîsinde şöyle buyuruyor: "İnsan, benim sırlarımdan bir sırdır."

Rububiyyetin sırrını bilenler, Hakk'ın sırrı olanlardır. Bunun izhârı aynen setretmek gibidir. Onun için "Rubûbiyyetin izharı (açığa vurulması) küfürdür, yani kapatmak, setretmektir gerekir" demişlerdir. Bir kimse bu sırrı öğrenmek ve bu sırra ulaşmak isterse, talib-i hâzinedar-ı esrâr-ı Hak olan bir mürşide varması icâbeder. Şimdi bu bâbdan olmak üzere sâhib-i esrar (sırların sahipleri) kimlerdir ve hususiyetleri nelerdir; ona gelelim: Şu hâdis-i şerif, sır sahibi olan kimselerin hakkında vârid olmuştur. Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurdular: "Allah'a en sevgili olan kullar, Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerini insanlardan gizlediği kimselerdir. Onlar var olduklarında bilinmezler. Ortadan kaybolduklarında ise anılmazlar."

Ahfiyâ (gizli olan sevgili kullar) iki kısımdır: Birinci kısım, insanlar arasında şöhret bulmayıp isimleri ve kerametleri duyulmayan kimselerdir. Ki bu hususta Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuştur:

Bir de velîlerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler.

Peygamberlerden bir başka taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler.

Bu zahir halkına nereden meşhur olacaklar? Bunca kerametleri vardır da yine de ululuklarını kimsenin gözü görmez.

Hem uludurlar, kerametleri vardır, hem Allah hareminde gizlenmişlerdir.

Onların adlarını abdal bile işitmemiştir.

Şayet bunlardan birisi çıkıp da "ben velîyim" derse halk ona deli gözüyle bakar. Ve velîliği ona asla reva görmezler. Bu kimseleri ancak hâlden anlayabilen fazilet sahibi kimseler bilir.

Bizi, bizden olan bilir.
Başkaları küfür sayar.

İkinci kısım ise; ismi ve şöhreti halk arasında yayılmış olan kimselerdir. Bunların en önemli hususiyetleri; "İnsanların akılları miktarınca konuşunuz" hadîsinin mânâsına binaen, insanlarla akıllarının erdiği miktarda konuşmalarıdır. Bu sayede, herkesin kendilerini anlamasını sağlamışlardır. Fakat onlar bütün mertebeleri geçmişlerdir. Şaşılacak şey bunlar her şeyiyle açık iken, gayret-i Hak bunları serbestleştirmitir. Güneş gibi apaçıklarken, kemal-i zuhurları bunları perdeleyebilmiştir. Nitekim Mevlânâ hazretleri bunların hakkında şöyle buyurmuştur:

Asıl şaşılacak şeye gelince:

O ovalardan, o çöllerden yüzbinlerce adam geçiyor, gölgelik için can veriyorlar.

Başlarını kilimlerle örtüyorlardı da onların gölgesini bile görmüyorlardı.

İyi görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuh!

Allah'ın kahrı, gözleri bağlamış, yoksa gözleri bağlı adam, Ay'ı görmez de Süha'yi görür.

Halk çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar bu porsumuş meyveleri yağma etmek için birbirlerine girmekteydi.

O dallar, meyveler, yapraklarsa an be an "Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu!" diyorlardı.

Her ağaçtan "A bahtsız kişiler!

Bize gelin, bize" diye ses geliyordu.

Fakat Allah'tan da ağaçlara "Onların gözlerini bağladık; onlara sığınacak yer yok" sesi gelmekteydi.

Beyazıd hazretleri şöyle buyuruyor: "Velîler, Allah'ın gelinleri gibidir. O gelinleri muharremâttan olan kimseler görmezler." Kapımdan içeri namahrem girince harem halkı perde arkasına girer, gizlenir.

Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler yüzlerindeki peçeleri açarlar.

Allah u Teâlâ kemal-i gayretiyle bunları, sahip oldukları mertebenin dışında olanlardan setreder.

Zahir ehlinin idrâk ederek anladıkları evliya ancak ve ancak kerâmet-i sûri (gösteriş icabı keramet) sahibi kimselerdir. Bunlar (yâni halk) evliyâ-yı manevîyi anlayamazlar; idrâk edemezler. Rûy-i yarı göstermeyen, evliyâ-yı manevîyi göremez. Zira bunları bilmek Allah'ı bilmekten daha zordur.

Nitekim ib-nul Atâ hazretleri bu hususta şöyle buyuruyor, "Şeyh ibn-i Abbâs'tan işittiğime göre o, şöyle dedi: "Evliyâ-yı manevîyi bilmek, Allah'ı bilmekten daha zordur. Zira Allah u Teâlâ, kemâl ve cemâliyle müşahede edilebilir. Ancak velî olan kimse, herkes gibi beşeriyyete sahiptir. Yer, içer, oturur ve kalkar v.s. Onun için bunları normal insanlardan ayırt edip velî olduklarını anlamak çok zordur."

Netice itibariyle, Allah u Teâlâ bazı kullarını kerâmet-i sûri ile izhâr eyledi, bazılarını ise, kerâmet-i maneviyye ile gizledi. Bu gizlenenleri avam hiç bir zaman göremedi. Onları ancak hâvâs görebildi. Bazısını bidayetinde zahir, nihâyetinde setreyledi. Bazı velîleri ne avam görebildi ne havas. Bazılarını ise; Hakk'ı irşad eylesin diye, hususiyetle izhâr eyledi. Netice şu ki; bu tip mevzuların çoğu sır olarak kaldı ve öyle de kalmaya devam edecektir.

Allah herşeyin en iyisini bilir.

Alıntı.