Tasavvufta nefis terbiyesi nasıl olur? Kişi kötü alışkanlıklardan nasıl kurtulabilir?
Tasavvufi anlayışa göre insan, yaratılışında ilâhî cevher taşıyan bir mahiyet arz etmektedir. Allah insanı ahsan-i takvim üzere yaratmış, onu imtihan maksadıyla bu dünyaya göndermiştir. Bu durumda insan artı sonsuz ile eksi sonsuzluk arasında iyiye ve kötüye meyilli, hayır ve şer kapasitesine sahip yegâne varlıktır. Varlık âleminde melekler sadece hayır yapma kapasitesine sahip olup hiçbir şekilde isyanda bulunamazlar. Şeytan ise tamamen kötülük yapmak üzere programlanmış olup hiçbir surette hayırlı bir amelde bulunamaz. İşte insan nefsî itibarı ile şeytanî ve ruhu itibari ile de melekî bir varlıktır. Bu sebeple insan benliği çok boyutlu bir varlığa sahiptir. Pek çok insan kendini sadece nefisten ibaret olarak görmekte ve onun peşinden giderek ömrünü heba etmektedir. Hâlbuki nefsimizin pek çok katmanları olup bunlar dışarıdan gelen uyarıcıların durumuna göre şekil alır. Mesela birine kızınca nefs-i emmaremiz intikam almayı, vurup kırmayı emreder. Bir fakiri görünce ruhumuz ona yardım etmeyi ilham ederken, yine nefsimiz başımızı başka yöne çevirmeyi tavsiye eder. Tüm bu düşünceler bir insanda aynı anda çakıştığına göre biz hangi sese kulak vereceğiz, nefse mi yoksa ruha mı? İşte tasavvuf bize Kuran ve Sünnet çerçevesinde nefsimizi kontrol altına alarak ruhumuzu güçlendirmeyi ve onu vücut ikliminde hükümran kılmayı öğretir.[1]
Tarikat kurucusu büyük sufiler insanın terbiye edilmesinde iki ana metod izlerler, bunlardan birincisine nefsâni ikincisine de ruhâni metod ismi verilir. Genellikle nefsin olumsuz yönünü, yani hayvanî nefsi itaat altına almayı önceleyen tarikatlarda riyâzat, halvet, oruç, ağır ibadetlerle yapılan “cihad-ı ekber” sayesinde nefis zayıflatılmaya çalışılır. Bu meşrepteki sufiler nefisle muvafakat/uyum halinde olmayı Allah’la muhalefet/uyumsuz olmak olarak anladıklarından nefse muhalefeti temel ilke edinmişler ve “Nefsin arzu ettiği değil, onun zıddı olan şey doğrudur.” demişlerdir.[2]
Bir yandan yemeği, uyumayı, konuşmayı en aza indirmek ve inzivaya çekilmek, diğer yandan kendini ibadete, taate, zikre ve tefekküre vermek sûretiyle nefis zayıflatılır (bu hususlar aynı zamanda insanî rûhu güçlendirir) ve direnci kırılır. Nefse boyun eğdirmenin ve onu terbiye etmenin, disiplin altına almanın, bu suretle onu iyi bir hizmetçi haline getirmenin yolu budur.[3]
Çile çekerek, riyazat ve perhiz yaparak, nefsin mukavemetini kırarak nefsin yapısında var olan günah işleme ve kötülük yapma arzusunun (hevâ-heves) kökü kazınamaz, bunlar tümden yok edilemez. Zaten bu tür duyguların öldürülmesi ve yok edilmesi gaye de değildir. Önemli olan bu tür kötü duygu ve eğilimlerin etkisiz hale getirerek, insan üzerinde İlâhî iradenin, kalbin ve vicdanın hâkimiyetini sağlamaktır. Tasavvufta müritliğin anlamı nefsi terbiye etmek ve disiplin altına almaktır. “Ölmeden evvel ölmek” ve “fenâya erme” deyimleriyle de kastedilen budur.[4]
Nefs ile girişilen mücadelede başarıya ulaşmak kişinin tek başına elde edeceği bir netice değildir. Nefsin bilinmez, hesaba gelmez, tedbirle engellenemez ve buyruk altına girmez serkeş tabiatı ancak nefsin bu tabiatına vakıf bir kâmil insanla terbiye edilebilir.[5] Nefsi terbiye etmenin diğer metodu olan ruhâni metod konusu ise önümüzdeki sayıda ele alınacaktır.
[1] Bkz. H. Kamil Yılmaz, AnahatlarıylaTasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 262
[2] Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 21; Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 124-127.
[3] Uludağ, a.g.e., s. 22.
[4] Uludağ, a.g.e., s. 22
[5] Arpaguş, a.g.e., s. 72.
Bir önceki sayımızda nefsânî tarikatların metotları hakkında bilgi verilmiş idi, bu ayki sayımızda ise rûhânî tarikatlar hakkında bilgi verilecektir. Rûhanî tarikatlarda sâlik, vuslata “rûh” yolundan götürülür. ‘‘O’nun yaratılışını tamamlayıp tarafımdan ona rûh üfürdüğüm zaman…” (Hicr, 15/29; Sâd, 38/72) âyetinde ifade edildiği üzere Allah tarafından üflenmiş olan rûh, beden girince kesafete bürünmüştür, Hakk’ı müşahededen uzak kalmıştır. Bu kesafeti izale etmenin yolu zikir, fikir, teslimiyet, râbıta gibi nâfile ibâdetler rûhu beslemekten geçer. Bu metotta nefsâni tarikatlarda olduğu gibi uzun süreli halvet, çile, mücâhede ve mücâdele yoktur.
Nefsâni ve rûhâni metot arasındaki farkı daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz. İki pehlivanın güreşini düşünelim, bu pehlivanlardan kötülüğü temsil edenin adı nefis, iyiliği temsil edenin adı da rûh olsun: Nefsâni metotta amaç rakip hakkında her tür bilgiye sahip olmak, onun tuzak hile ve oyunlarını öğrenmektir. Mümkün olursa rakip olan nefis pehlivanı açlık ve başka eziyetlerle güçsüz bırakılmaya çalışılır, böylece bizim desteklediğimiz rûh pehlivanı rahatlıkla onu alt eder. Bu metoda göre önemli olan rakibin tanınması ve onun zayıflatılmasıdır. Rûhani metotta ise rakipten çok bizzat desteklenen pehlivan merkeze alınır, yani rûh pehlivanı her tür manevi gıda ile desteklenir, rakip pehlivanın gücüne pek önem verilmez. Rûh pehlivanı çok güçlü olunca nefsin hiçbir oyunu onu kündeye getiremez.
Dolayısıyla Rûhâni tarikatlarda ‘‘çile” yoktur. Çilenin yerine rûhu saflaştırıp elest bezminde verilmiş olunan söze bağlı kalmak için gereken sâlih ameller işlenir. Bu şekilde nefs, rûhun emrine girmiş olur. Bu yolda sâlik; kalp, nefs, rûh, sır, hafî, ahfâ, letâif-i nefs, letâif-i küll, nefy ve isbât, murâkabe gibi mertebelerden geçerek sülûkünü tamamlar.
Rûhâni tarikatlarda çile olmamasının sebebine gelince, bu yolun büyükleri riyazetlerde bir tür şöhret olduğunu ve salikin bu şöhret sebebi ile maneviyattan geri kalacağını düşünmüşlerdir. Ayrıca onlar riyazetlerin çoğu zaman sadece rûhu değil nefsi de güçlendirdiğini müşahede etmişlerdir. Mesela Uzak Doğu mistisizminin dervişleri demek olan yogiler, çok ağır riyazetler yapmakta bunun sonucu ulaştıkları olağanüstü haller onlara şahsi bir tatmin verdiği için de iman ve İslam’dan mahrum kalmaktadırlar.
Rûhâni tarikatlar, salikin daima kendisini murakabe altında tutmasını, her nefes alış verişinde, yaptığı her işte kalbini denetleyerek Allah’ın rızâsını kazanmaya ve gönlünü nazargâh-ı ilâhî hâline getirmeye çalışmasını talim ederler. Bu tarikatlarda zikir “hafî”dir. Bu yöntemi kullanan tarikatların başında Nakşibendiyye tarikatı gelmektedir. Netice olarak bütün tarikatlar insanı hakka götüren yolun birer şubesidir. Herkes kendi meşrebine göre bunlardan istifade etmeye çalışır ve böylece Hakk’a layık bir kul olur.
Nefsâni ve rûhâni metot arasındaki farkı daha iyi anlamak için şu misali verebiliriz. İki pehlivanın güreşini düşünelim, bu pehlivanlardan kötülüğü temsil edenin adı nefis, iyiliği temsil edenin adı da rûh olsun: Nefsâni metotta amaç rakip hakkında her tür bilgiye sahip olmak, onun tuzak hile ve oyunlarını öğrenmektir. Mümkün olursa rakip olan nefis pehlivanı açlık ve başka eziyetlerle güçsüz bırakılmaya çalışılır, böylece bizim desteklediğimiz rûh pehlivanı rahatlıkla onu alt eder. Bu metoda göre önemli olan rakibin tanınması ve onun zayıflatılmasıdır. Rûhani metotta ise rakipten çok bizzat desteklenen pehlivan merkeze alınır, yani rûh pehlivanı her tür manevi gıda ile desteklenir, rakip pehlivanın gücüne pek önem verilmez. Rûh pehlivanı çok güçlü olunca nefsin hiçbir oyunu onu kündeye getiremez.
Dolayısıyla Rûhâni tarikatlarda ‘‘çile” yoktur. Çilenin yerine rûhu saflaştırıp elest bezminde verilmiş olunan söze bağlı kalmak için gereken sâlih ameller işlenir. Bu şekilde nefs, rûhun emrine girmiş olur. Bu yolda sâlik; kalp, nefs, rûh, sır, hafî, ahfâ, letâif-i nefs, letâif-i küll, nefy ve isbât, murâkabe gibi mertebelerden geçerek sülûkünü tamamlar.
Rûhâni tarikatlarda çile olmamasının sebebine gelince, bu yolun büyükleri riyazetlerde bir tür şöhret olduğunu ve salikin bu şöhret sebebi ile maneviyattan geri kalacağını düşünmüşlerdir. Ayrıca onlar riyazetlerin çoğu zaman sadece rûhu değil nefsi de güçlendirdiğini müşahede etmişlerdir. Mesela Uzak Doğu mistisizminin dervişleri demek olan yogiler, çok ağır riyazetler yapmakta bunun sonucu ulaştıkları olağanüstü haller onlara şahsi bir tatmin verdiği için de iman ve İslam’dan mahrum kalmaktadırlar.
Rûhâni tarikatlar, salikin daima kendisini murakabe altında tutmasını, her nefes alış verişinde, yaptığı her işte kalbini denetleyerek Allah’ın rızâsını kazanmaya ve gönlünü nazargâh-ı ilâhî hâline getirmeye çalışmasını talim ederler. Bu tarikatlarda zikir “hafî”dir. Bu yöntemi kullanan tarikatların başında Nakşibendiyye tarikatı gelmektedir. Netice olarak bütün tarikatlar insanı hakka götüren yolun birer şubesidir. Herkes kendi meşrebine göre bunlardan istifade etmeye çalışır ve böylece Hakk’a layık bir kul olur.