Tasavvufa Dair Sorular-Yanıtlar



Tasavvuf nedir?
  • Tasavvuf, İslâmî hayatı yaşama biçimi, ruh hayatı, rabbânîlik, ihsan ve tezkiye gibi isimlerle anılan bir ilim ve müessesedir. Tasavvuf, adıyla olmasa bile,muhtevâsı ve müesseseleriyle Allah Rasûlü’nün hayatında ve Kur’an’da var olan bir kurumdur. Allah Rasûlü’nün temsil ettiği “Siyâsî, ilmî ve ma’nevî” otoriteden üçüncüsünün müessese ve ilim olarak uzantısını oluşturmaktadır
  • Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?
  • Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr u sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması söz konusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: “Kır atın yanında duran ya huyuhran, ya suyundan” sözü bu etkileşimi gösterir. Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülûk ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir.Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstâda ihtiyac vardır. Bu konuda Şeyh ve mürşide âid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.
  • Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?
  • Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğuanlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı,şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu içinbunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için birtakım ölçülere ihtiyac vardır. İşte o ölçüler şunlardır: a- Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç, b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel), c- Düzgün bir muâmelât , d- Muhammedî bir ahlâk. Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır: a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir, b- Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır, c.Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir, d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir. e-Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. f- Tasavvufi eğitime tarikat denilen özel yollarla kat’edilir. Lüma’ müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar: 1- Haramlardan kaçınmak, 2- Farzları îfâetmek, 3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak
  • Tasavvufun mertebeleri nelerdir?
  • Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma’rifet, işâret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma’nevî eğitim sayesinde ahlâk ve takvâ açısından yükselişi ve Allah’a yaklaşması sonucu kâinattaki bazı ilâhî sırlara âid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur’an’daki: “Allah’tan korkun Allah size öğretsin.” (el-Bakara, 2/282) âyeti takvânın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki: “Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onu severim. Ben onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olurum” (Buhârî, Rikak, 38) ibâreleri, kulluk ve nâfile ibâdet ile insanın kâinâttaki ilâhî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve hâlıkı Allah’tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve mâsivâ perdesi sebebiyle bunu görememektedir.Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah’tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O’dur. İnsanlar bu gerçeği nâfileibâdetlerle Hakk’ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur’an’da Allah’ın, kulların fiillerini kendine izâfe etmesi bundandır. Nitekim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.” (el-Enfâl, 8/17) “Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.” (Hilyetü’l-evliyâ, X, 15) hadisinde de aynı konuya işâret edilmektedir. Tasavvufun bu iki özellği tasavvufî hayat ve tasavvufî düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte aslolan kulluğa yardımcı tasavvufî hayattır
  • Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurâfeler karışarak bozulduğu görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor?
  • Bu konuda neler yapılabilir?
  • Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işâret edilmek istenmektedir.Aslında İslâmî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslâm dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle âhenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hâlâ yüksek hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir.Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda, birlikte yaşanmıştır. Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid’at ve hurâfeler aslında İslâm toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslâmî çevrelerde görülen bir takım bid’at ve hurâfelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir.Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar bulunmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurâfelere takılıp kalmaktadır. Hurâfe ve bid’atin tek sebebi cehâlettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehâletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurâfelerle mücâdele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye’nin Hâlidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmış; hurâfe ve bid’atlere karşı bayrak açmıştır.
Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahâbîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivâyetler, demektir. Kur’an’da geçmiş peygamberlere ve ümmetlerine âid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivâyetlerin bulunması “kıssacılık” diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara “kussâs” denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşâdda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sûfîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahâbîler ve ilk devir sûfîlerinin kıssa ve menâkıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek hâline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivâyetler de gündeme gelmiş, hattâ zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmâl eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. . Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası gibi sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı’da ruh hastalıklarının tedavisinde sûfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur. İslâmî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve rûhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha büyük önem arzetmekteve zamana ihtiyac göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klâsikleri denilen Kuşeyrî Risâlesi, İhyâ, Kutü’l-kulûb, el-Lüma’, et-Taarruf ve Keşfu’l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klâsik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgâhtarlığa vardırmayan liyâkatli ve şerîata merbût mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır.
  • Bazıları “Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır.” diyorlar. İslâm literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?
  • Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmış bir görüştür. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları bunların birbirinden alınmış olması anlayışına sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahûdî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu düşünceleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın belli ihtiyac ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, rûhî hayat ve tasavvuf da din ve insan için öyledir. İslâm’da bulunan ibâdet ve muâmelâta âid bir takım ahkâm ve âdâbın Hristiyanlık ve Yahûdîlikteki âdâb ve ahkâma benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli rûhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması meselâ bir Japon’un İslâm tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması bu ortak noktadan kaynaklanmaktadır. Bir ilmin İslâmî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevâsına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak: a- Tasavvufun adının genellikle ashâb-ı suffenin “suffe”sinden, “safvet”ten ve “sûf” kökünden geldiği kabûl edilir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak “Sofia” kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen “sûf” kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir. b- Tasavvufun iki önemli muhtevâsı vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbânîlik, mücâhede gibi esaslar ve üsve-i hasene (model şahsiyet) ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur’an’da 250’den fazla yerde geçen zikir lâfzı ve bu konudaki emirler, “nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini” haber veren âyet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuarâ, 26/88-89) ve rabbânîlik (Âlü İmrân, 3/79) riyâzat ve mücâhede konusundaki ilâhî emir ve nebevî tavsiyeler aslında tasavvufî hayatın Kur’an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir. Tasavvufun bilgi boyutu manevî eğitim, takvâ sonucu elde edilebilecek keşfî ve ledünnî bilgilerdir. c- Sûfîlerin kendilerini şeriat açısından hangi noktada gördükleri mes’elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşâyıh ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: “Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır.” Seriy Sakatî: “Tasavvuf kitap ve sünnetin zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez.” ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah’ın kitabına sarılmak, Rasûlü’nün sünnetine uymak, helâl lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riâyet.” der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes’eleye bu açıdan bakıldığında da görülen sûfîlerin İslâmî bir yapı içinde olduklarıdır.
  • Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
  • Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyâkatsizlik ve cehâlettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyâkatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı. Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve ancak hilâfet alanlara irşâd imkânı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelere yetiştirdikleri halifeleri gönderir, meydana gelebilecek şikâyetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk âsitâne tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı. İkinci otokontrol sistemi ise en geçerli sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikâyetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan “Meclis-i meşâyıh”ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz’edilerek icâzet zorunluluğu getirilmiştir.
  • Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları kerâmete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?
  • Bugünkü müslümanların hâline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülere bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifâde ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yûnus ne diyor: “Dervişlik olaydı tâc ile hırka Biz dahi alırdık otuza kırka..” Tasavvuf insanlara önce kendini sonra Rabbını tanıtma (ma’rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre mûsikîden de nazardan da istifâde etkişlerdir. Bugünün modern pedagojisinde insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmanın önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulyak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere “Elest bezmi”nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaçolarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerâmetin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen mûsikî ve ilâhînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbânîliktir. Rabbânîlik söz konusu olunca da sadece bilginin de çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel, ihlâsla, ihlâs ihsân ve îsâr ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.
  • Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitâb ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?
  • Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitâb ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyac vardır. Ancak İslâmî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış “sırf tasavvuf” diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslâmî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardan sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zâten sûfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere âid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivâyet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: “Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fâsıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zâhir ve bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir.”
  • Seyr u sülük ne demektir?
  • Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülûktür. Lügatte seyr gezmek seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.
  • Tasavvuf erbâbında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisâb edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?
  • Tasavvuf erbâbının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur.Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasını arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülûk, dînî hayatı bir model şahsiyet etrâfında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülûkte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemâat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazla olabilir. Kulluk görevleri gereği gibi yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek başına yetmez. Bâyezid’in müridlerine: “Bâyezid’in derisine girseniz onun ahlâkıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?” sözü bu anlamadır. Seyr u sülûk ve intisâb, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır.Son nefeste iman selâmeti elde etmenin yolu bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvâya ermektir. İbâdet ve muâmelâtta ihsan ve ihlâsta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Sûfîler bu duyguları seyr u sülûk ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.
  • İntisâb edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisâb eden kişi zayıf da olsa bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?
  • Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerirnin söz ve sohbetlerinde intisab edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifâdelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülûk ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisab etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah’ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak “Kişi sevdiğiyle beraberdir?” ilkesine göre manevi kazanç sağlar. Nitekim Buhârî’nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hattâ dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir (Buhârî, Deavât, 66). Bu hadis iyiler ve zikir ehli arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbâbının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.
  • Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?
  • Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlarında bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihâli öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zâhidâne hayatı yaşamak zordur. Türkçe’de kişinin gündelik hayatta lâzım olan bilgilere “ilmihal” adının verilmesi tesâdüf değildir. Bu isim dînî bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzûmunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslâm tasavvufunu yaşamak kolaylaşır.