Birinci bölümde, İslam filozoflarının ve kelâmcıların İslam metafiziğine bakışını kısaca ele aldıktan sonra yazımızı bir hadis ile bitirmiştik. Bu hadisin iki farklı rivayeti “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı” ya da “Allah, Âdem’i Rahman sûretinde yarattı” şeklindedir. İşte bu hadis tasavvufun insan anlayışının da temelini oluşturur.
“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr sûresi 29) ayetinde insanın ilâhi özü bu şekilde anlatılır. İnsan, bu ayette de belirtildiği gibi ancak Allah ile olan ilişkisinde anlam kazanabilir. Modern düşünce ve özellikle Aydınlanma ile birlikte Batı düşüncesi insanın bu ilâhi yönünü keserek, onun Allah ile bağını koparmıştır. “Tanrıyı öldüren” Batı düşüncesi onun yerine koymaya çalıştığı insanı da öldürdüğünün farkına varamamıştır maalesef.
Tasavvuf, insanın bu unutulmuş ama hakiki yönünü hatırlatmak demektir aynı zamanda. İnsan ile Allah arasındaki ilişkinin her şeyden önce ontolojik ve kutsal bir ilişki olduğunu bilmek demektir.(1)
Kelâmın ve felsefenin insanla ilişkisini kestiği, alem ve insandan uzaklaştırdığı ve mutlak bir aşkınlık olarak kurduğu Tanrı tasavvuruna karşılık, tasavvuf, insanla ilişkisi ontolojik olan bir Tanrı tasavvuru ortaya koyar. Bu yazı dizisinin sonraki bölümleri bu ontolojik ilişkinin detaylarını ele almayı amaçlıyor. Ancak öncelikle bu tasavvurun öncelediği tasavvufî anlayışı ve insanın, hakîkat arayışının ontolojik temellerini ele almak gerekiyor.
Tasavvuf öncelikle dinin üçüncü bir boyutuyla ilgilidir. İman ve İslam boyutlarına bir de “ihsan” boyutu eklenir. İslam ve İman ilkelerinin Allah’ı görürcesine yerine getirilmesi ihsan olarak değerlendirilebilir. Örnek olarak, Hz. Ali’nin “ben, görmediğim Allah’a ibadet etmem” sözünün anlamı ancak bu ihsan anlayışı ile kavranabilir. İhsan, dinin, ibadetlerin hakikâtlerini anlamaya yönelik bir kavrayış olarak da anlaşılabilir.
İhsan kavramıyla ilişkilendirilebilecek amaçların en önemlisi ise ahlâkın, dinin içindeki yerinin kuvvetlendirilmesi ve ahlâki eğitimin önemsenmesidir. Mutasavvıflara göre din, ahlâk demektir aynı zamanda. “Seyr u sülûk” işte bu ahlâki hedeflerin elde edilmesi, yani mutasavvıfların sıkça dile getirdikleri bir hadiste belirtildiği gibi “Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmak” için girilen yol demektir.
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak hadisi (hadisin aslının olmadığı ile ilgili iddialar da mevcuttur) Cüneyd-i Bağdadî’den aktarılan ve tasavvuf anlayışında “tevhîd”in ne olduğunu özlüce anlatan şu sözlerle anlam kazanıyor (2) : ” Tevhîd, kulun son hâlinin ilk hâline dönmesi ve olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır”. Yani kul, sonradan detaylarına girilecek olan fenâ ile beşeri sıfatlardan arınır ve bekâ ile ilâhi sıfatlarla tekrar hayat bulur.
Tasavvufun, insan Allah ilişkisine getirdiği ontolojik bakış ile, insanın Allah’a ibadetinde ve O’nunla ilişkisinde sevgi önem kazanır. Sevildiği için kendisinden çekinilen Allah ile bu tür bir ilişki “reca ve havf” olarak adlandırılır. (3) Allah’ın isimlerinin hepsinin kendisinde tecellî edebilme imkânına haiz olan “insan”, işte bu isimler cihetinde Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanabilir. “Rahmeti Gazabını geçmiş olan Allah”(4) isimlerinin tecellisi ile alem ve insanla ilişki kurar. Bu isimlerin en büyüğü ise Rahman ismidir sufîlere göre. Rahman ve Rahîm isimlerinin anlamı “rahmet eden” demektir. İşte bu yüzden merhamet ve “el-Cevâd” isminden dolayı da cömert olmak tasavvufta çok önemli ahlakî umdeler olarak dikkat çeker. (5)
Mutasavvıflara göre Allah’ın isimleri ve sıfatları, ahlâkın olduğu gibi bilginin de kaynağıdır. Böylece Allah- insan ilişkisi felsefe ya da kelâmda olmadığı kadar yakın ve ontolojik bir ilişki olarak kurulur.
” Biz, insanı en hayranlık uyandırıcı nispetlerde yarattık (Ahsen-i takvîm). Sonra onu basamağın en aşağı derecesine fırlattık ( esfel-i sâfilîn)” (Tîn sûresi 4-5) ayetleri de aynen üstte belirttiğimiz ayette olduğu gibi insanın ilâhi yönüne temas eder mahiyettedir. Bu ayet, modern ideolojilerin göremediği bir insan doğasına işaret eder.
“Dinle, bu ney neler hikâyet eder,ayrılıklardan nasıl şikâyet eder. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdanerkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir. İştiyâk derdini şerhedebilmem için, ayrılık acılarıyle şerha şerhâ olmuş bir kalb isterim. Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse, orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar. Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Bedhâlolanlarla da, hoşhâl olanlarla da düşüp kalktım. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. İçimdeki esrârı araştırmadı. Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onugörecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur. Beden ruhdan, ruh bedenden gizli değildir. Lâkin herkesin rûhu görmesine ruhsat yoktur. Şu neyin sesi âteşdir; havâ değildir. Her kimde bu âteş yoksa, o kimse yok olsun. Neydeki âteş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir. Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri, bizim nûrânî ve zulmânî perdelerimizi yırtmıştır. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştürNey, kanlı bir yoldan bahseder, Mecnûnâne aşkları hikâye eder. Dile kulakdan başka müşteri olmadığı gibi, mâneviyâtı idrâketmeye de bîhûş olandan başka mahrem yokturGamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrûmiyyetten veayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş olduGünler geçip gittiyse varsın geçsin. Ey pâk ve mübârek olan insân-ı kâmil; hemen sen vâr ol!.. Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasibsiz olanın da rızkı gecikti. Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlarO halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”
Mesnevînin yukarıdaki alıntıladığım ilk 18 beyiti Tîn Sûresindeki iki ayetin, koskoca Mesnevî de bu 18 beyitin şerhi gibi! “Hayranlık uyandırıcı nispetlerde” yaratılıp en alt basamağa “atılan” insanın geldiği yere tekrar ulaşması çabasıdır tasavvuf (ve elbette İslam dininin hakîkati). Hem mükemmel şekilde yaratıldığı için Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan, hem de bu “ilk örnekten” ayrılığın hüznünü taşıması açısından insan, koptuğu bu hakîkati aramaya yazgılıdır aslında. Seyyid Hüseyin Nasr’ın Kâşifî’den aktardığı gibi(6), insan ilk emanetin taşıyıcısı olması için ilâhî kutsallık tecellisinin en kapsamlı ve en evrensel alanı, en kusursuz ve en mükemmel bir tezahürü olarak yaratılmış olduğunu gösterir. İnsan kendisinde fıtrî olarak var olan bu özelliğinden dolayı da devamlı o mükemmeliyeti arar.
İnsanın bu ikili tabiâtı (ilahî ve beşerî) bir taraftan insanı ana yurduna (kopup geldiği hakîkate – ahsen-i takvîm) yönelik derin bir arayış içine sokar, diğer taraftan da maddi dünyada yaşamanın gerektirdiği çatışma içinde tutar. Tarkovsky’nin de filmlerinde ele aldığı çatışma işte böyle bir çatışmadır aslında. Mutlak hakîkatin hiyeroglifi olan insan ile, “esfel-i sâfilîn”e atılmış olan insanın çatışması! Yine Nasr’ın dediği gibi, insan sadece esfel-i sâfilîn’e ait olsaydı onun için hiçbir metafizik arayış söz konusu olmazdı. Kendisine maddi, hissi dünya tarafından sunulan sonlu ve fani olandan hoşnut olur ve sonsuzluk talebinde bulunmazdı. Ancak insan özünde bulunan ilâhi yönden dolayı (ahsen-i takvîm) bu dünyada yaşasa da bu dünyadan değildir.
Batı medeniyeti Aydınlanma’dan beri (aslında Batı felsefesi Sokrates’ten beri ) işte bu iki yönden birisini çöpe atıp, diğerini insanın tek gerçeği zannedip, onu merkeze alarak kurmaya çalıştığı “humanizm”inin çaresizliğine teslimdir. Çünkü hümanizm bu anlamıyla insanın hakikatle bağını koparan, özünden soyan ve kuru bir kabuk haline getirerek yavaş yavaş öldüren (ki Foucault öznenin ölümünden bahseder) bir işlev görmüştür. İnsan olmak, yaratılıştan gelen bu ilâhi özü aramak ve sonlu olandan sonsuza ulaşabilmek demekken (sanatı sonsuza ulaşmak olarak tanımlayan Tarkovsky’yi hatırlamamak elde değil!), hissi ve maddi dünyanın realitesine teslim olmuş ve sonluya hapsolmuş bir insan görüşü sadece Batı medeniyetinin değil dünyanın da sonunu hazırlıyor bana kalırsa.
Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’de ” Bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri Bir merdiven hep oradaydı, hasretinden ötürü” dizeleriyle bize bir merdiven sunar. İşte bu merdiven, vahyin ışığında ele alacağımız tasavvufî insan görüşü olacaktır.
Kur’an-ı Kerîm’de Allah kendisini “Zahir” ve “Batın” olarak da adlandırır. Bu anlamda vahyin, içeriye doğru katmanlanarak açılan (“Allah’ın ayetlerini denizler mürekkep olsa bitiremez…”ayeti uyarınca) batınî yönü onun zahirdeki sınırlı yönünü aşarak sonsuza ulaşır. Tasavvuf, insana bu “batın” kapılarını açarken, aynı zamanda insana “ahsen-i takvîm”olan yönünü hatırlatır. Amacı ise kopup geldiği o “en yüce nispetlere” tekrar ulaşabilmektir.
Seyyid Hüseyin Nasr’ın söylediği gibi (7) tasavvuf, insanı, onun tarafından normal bir hayat gibi algılanmakta olan ‘rüya’dan uyandırır (insanlar uykudadır ölünce uyanacaklardır hadisini tekrar düşünelim) ve insan ruhunu – din dilinde nesnel mukabili dünya olarak isimlendirilen – ben(ego)’in bu yanıltıcı hapishanesinden çıkartır. İnsanın hakiki tabiatına seslenmekle Sufîlik, beşerî tabiatın hakiki ihtiyaçlarına cevap verir; insanın içine gömülü olduğu dış dünyadan ruhun sürekli olarak almakta olduğu bu haricî sûretler duyumların sınırları içinde, kendi ihtiyaçları olduğunu sandığı şeylere değil! Tasavvuf insanı “ahsen-i takvîm”in fıtrî mükemmelliğine kavuşturmak için onu “esfel-i sâfilîn”in aşağı durumundan çekip almayı amaçlar. ” Pek çok yıllar boyuncaİstedi bizden kalbimizCemşid’in tasınıDışarda arıyordu oysa ki,(kendisinde) zaten sahip olduğu şeyi.”(Hafız’dan..)
Modern insanın problemlerinin temelinde aşkın olanla kopan bağın olduğunu söylemiştik. Yani insan bir taraftan “Tanrı’yı öldürüp”, öte taraftan insan kalmak istiyor. Bu da onda önünün nasıl alınabileceğini bilmediği bir çelişki yaratıyor. Tasavvuf bu anlamda insanı bu çelişkiden alıp, sonsuzluğa ulaşabileceği yolları sunuyor. Modern insanın psikolojik problemlerinin de kökeni bu tip bir çatışmaya dayanıyor. İnsanda içkin olan hakîkati arama isteğiyle, hakîkate ulaşacak yolların tümüyle kapalı olmasının getirdiği çatışmaya…tasavufun bu anlamda modern dünyanın hastalıklarının tümüne çareler de içerdiğini söylemekle yetinelim.
Tasavvufun insan anlayışına kısaca değindikten sonra bir önceki yazıda kaldığımız yere geri dönebiliriz. İslam tasavvufunun ontolojisi nasıl bir varlık görüşü öngörür? İnsan bu ontoloji ekseninde nasıl bir “seyr ü sülûk”dan geçerek nasıl bir hedefe ulaşmaya çalışır?
Tasavvufu, gelenekselci ekolden (Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Ananda Coomaraswamy vesaire…) gelenlerin analiz etmeye çalıştıkları gibi tüm dinlerin özünde bulunan bir “ezelî hikmet (philosophia perennis)” kavrayışı ile beraber ele almak mümkündür. Tasavvuf bu ezelî hikmetin İslam dini vahyine dayanan (ki İslam dini İbn Arabî’yi ele alırken de belirteceğimiz gibi bu ezelî hikmetin en kâmil formunun görüldüğü dindir.)
Bu ezelî hikmet kavrayışı ontoloji konusunda da çok önemli tespitleri beraberinde getirir. İslam tasavvufu için bu ontoloji “vahdetu’l-vucûd” (varlığın ya da ‘varoluşun’aşkın birliği) olarak adlandırılır. Bu ontolojiye bağlı olarak erişilmesi gereken hedef de “el-insânu’l-kâmil” (insan- kâmil) olarak adlandırılır. Bir sonraki yazıda detaylarına da girilecek olan bu konulara kısa bir girizgâh yapmakta fayda var.
Bütün eşya, Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri olup, varlıklarını hakîki anlamda sadece O “var olan” O biricik varlıktan almaktadırlar. İnsana gelince o, merkezî ve odaksal olarak bu dünyaya yerleştirilmiş biricik yaratıktır; öyle ki o, bütünüyle ve bilinçli olarak Allah’ın isimleri ve sıfatlarının aynasıdır. İslam’da veli olmak demek, insanî durumun bütün imkânlarını gerçekleştirmek ve “evrensel insan” olmak demektir…(8)
Bir önceki yazıda İbn Sinâ’nın varlık ile ilgili görüşlerini ele alırken, önemli bir noktaya temas etmiştik.
“Vahdetu’l-vucûd” anlayışına sahip olan mutasavvıflar için, mesela dış dünyadaki gerçeklik alanında, “Masa varlıktır” önermesi cevher-araz ilişkisi şeklinde anlaşılacak olursa anlamsız hale gelir. Çünkü, dış dünyada masa olarak adlandırılan ve kendi başına var olan bir cevher yoktur. Ayrıca “varlık” diye adlandırılan ve böyle bir cevherde olması gereken bir araz da yoktur. Yani “varlık” diye nitelenen bir masa fenomeni tümüyle bir gölge-resim gibi bir şey- tamamiyle ilüzyon değil fakat ilüzyonun mahiyetine yakın bir şey- haline gelmektedir. Böyle bir bakışa göre hem masa, hem de onun “araz”ı olan “varlık” rüyada görülen şeylere benzemektedir. (9)
Yani gerçek özne “varlık”tır ve “masa” ise özneyi belli bir şey olma yönünde belirleyen bir “araz”dan ibarettir. Aslında masa olma, çiçek olma gibi sözde “öz” ya da mahiyetlerin hepsi “varlık” adı verilen tek ve yegâne gerçekliği sınırlandırıp farklı görünümlere sokarak sayısız şeyler haline getiren “araz”lardan başka bir şey değildir. Bu, aslında Batı düşüncesinde, Heidegger’in “varlık”tan “varoluş”a devrimci bir kırılma yarattığını iddia ettiği düşüncenin bin yıl önce Müslüman mutasavvıflar tarafından dile getirilişi demektir. (10)
Bu ontolojinin temeli ise “Mutlak” olan Allah’tır. Bir hadis- kudsî mutasavvıflar için bu konunun en temeline oturtulur: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi ‘sevdim’. halkı da bilinmek için yarattım…”
Bu ontolojinin tecrübe edilmesi, günlük hayattaki tecrübelerimize ters düşen bir bilinç durumu gerektirir. İşte bu bilinç durumu, bir sonraki yazıda detaylı olarak ele alacağımız “fenâ” ve “bekâ” olarak adlandırılan durumlara işaret eder. Bir sonraki yazıda fenâ ve bekâ ile birlikte sözü edilen ontolojinin ele alınmasına başlanacaktır.
Yunus’tan bir hikmet kıvılcımı ile bitirmek en doğru bitiriş olacaktır. (Niyazi Mısrî’nin bu şiiri şerhi bile kendi başına bir tasavvuf başyapıtıdır)
Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu
Uğruluk yaptı bana
Bühtan eyledim ona
Çerçi de geldi aydır
Hani aldın gözgünü
Kerpiç koydum kazana
Poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana
Bandım verdim özünü
İplik verdim cullaha
Sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar
Gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın
Kırk katıra yüklettim
Çift dahi çekemedi
Şöyle kaldı kazını
Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim
Elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım
Gövündürdü özümü
Kafdağı’ndan bir taşı
Şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü
Bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış
Zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş
Baka şunun sözünü
Gözsüze fısıldadım
Sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler
Dilimdeki sözümü
Bir öküz boğazladım
Kakladım sere kodum
Öküz ıssı geldi der
Boğazladım kazımı
Bundan da kurtulmadım
Nideyim bilemedim
Bir çerçi de geldi der
Kanı aldın gözgümü
Tosbağaya sataştım
Gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer nereye
Kayseri’ye âzimi
Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden
Örter mâ’na yüzünü
Damla



Üyelik tarihi
15 Aralık 2014
Bulunduğu yer
İzmir.
Mesajlar
45.990
Seslenildi
8367 Mesaj
Etiketlendi
235 Konu
İslam Metafiziği| Tasavvuf ve İbn-i Arabî Bölüm 2
13 Kasım 2016
İslam Metafiziği| Tasavvuf ve İbn-i Arabî Bölüm 2
- Paylaş
- Share this post on
Digg
Del.icio.us
Technorati
Twitter
Penia bunu beğendi.
To view links or images in signatures your post count must be 10 or greater. You currently have 0 posts.
Years and years.