Spinoza, ölümünden dört yıl önce Heidelberg’ten aldığı felsefe profesörlüğü teklifini, bu durumun yerleşik değerleri eleştirmesini ve felsefe yapma özgürlüğünü engelleyeceğini ifade ederek reddeder. Ve yaşamını sürdürebilmek için mercek perdahlamaya devam eder. Muhtemeldir ki cam tozlarının da etkisiyle daha 45 yaşında (21 Şubat 1677) felsefeye adanmış bir ömrü sonlandırır. Spinoza için felsefeye adanmış olmak insan doğasının gerçekleşme koşullarını yani özgürlüğün koşullarını araştırmakla aynı şeydir. Rasyonalist olduğu, her şeyi zorunluluk ilkesine tabi kıldığı, iradeyi yok saydığı gibi nedenlerle eleştirilen Spinoza’nın yaşamı bu eleştirilerin hepsini göğüsleyebilecek bir felsefe arzusuyla doludur. Bu arzu Spinoza’nın akıl, zorunluluk, irade gibi kavramları aşkın ve öznel göndermelerden kurtarıp doğayla ortak varoluşları üzerinden açıklama çabasıyla birleşir.
Spinoza daha 24 yaşındayken doğa ile Tanrıyı özdeş saydığı ve bu nedenle Tanrıyı reddettiği, yaşam tarzı ve öğrettikleri gerekçesiyle suçlanır ve sapkın ilan edilir:

“uyguladığı ve öğrettiği iğrenç sapkınlıklar ve gerçekleştirdiği korkunç edimler… Gün içinde kahrolsun, akşam kahrolsun; yattığında kahrolsun, kalktığında kahrolsun. Dışarı çıktığında kahrolsun, içeri girdiğinde kahrolsun. Tanrı onu hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrının gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın üzerinde tütsün; Yasa kitabında yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin … Bilesiniz ki, kimse onunla sözlü ya da yazılı iletişim kurmamalı, kimse ona hizmet etmemeli, kimse onunla aynı çatı altında bulunmamalı, kimse ona dört arıştan fazla yaklaşmamalı…” (Sinagog’da okunan ihraç kararından; çev: Alber Nahum)

Spinoza din ve devlet açısından tehlikeli addedilir. Çünkü bunların doğal değil tarihsel varoluşlara sahip olduğunu ve doğasına uygun olmayacak biçimde insanların insanlar üzerinde itaatine neden olduğunu felsefe ve tarih aracılığıyla açığa çıkarır. Spinoza şeylerin doğası ile itaat ilişkilerini birbirinden ayırırken ulus, sınıf, mezhep gibi birçok toplumsal kategorinin insan doğasına uygun olmayışını gözler önüne serer. Bu nedenle Hegel başlarda övgüyle bahsettiği Spinoza’dan bir süre sonra vazgeçmek zorunda kalır. Zira bu felsefe ne doğadan ve akıldan bağımsız bir iradeye ne devletin mutlak varlığına ne de bir insanın başka bir insan üzerinde itaat hakkına temel oluşturmak için uygun değildir. Bilakis bu felsefe her şeyi doğayla aynı ontolojik düzlemde tanımlayarak hiçbir insanın doğal hakkı gereği başka bir insan tarafından itaat ettirilemeyeceğini savunur. Öyleyse devlet, din, sınıflar ve bunlara bağlı tüm toplumsal unsurlar insan doğasına aykırıdır ve özgürlüğün önündeki en büyük engeller bunlardır. Spinoza bu kavrayış biçimiyle felsefeyle gerçeklik arasındaki ilişkiyi yeniden tesis eder ve bunu yaparken felsefenin güncelliğini yeniden yaratır. Bu nedenle Spinoza’nın kavrayışı hâlâ canlılığını ve güncelliğini muhafaza eder ve yine bu nedenle yeniden keşfedilmeyi ve geliştirilmeyi bekler.

Şimdide olduğu gibi 17. yüzyılda da devletin ve dinin doğasını araştırmak ve bu araştırmayı felsefe aracılığıyla yürütmek oldukça radikal bir tutumdur. Marx genç yaşta Spinoza’daki bu radikal tutumu fark eder ve “devletin yerçekimi yasasını keşfeden” olarak bahseder Spinoza’dan. Spinoza bu keşfi yaparken din ve devlet arasındaki ilişkiyi derinlemesine ele alır: “günah ancak bir Devlet içinde düşünülebilir; yani topluluğa ait olan yönetme hakkı uyarınca neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verilir ve hiç kimsenin ortak bir karar ya da ortak bir rıza olmaksızın herhangi bir şey yapmaya hakkı yoktur. Günah gerçekte yasaya göre yapılmaması gereken ya da yasa tarafından yasaklanan bir şeyi yapmaktan ibarettir.” (Tractatus Politicus). Günah ile yasa arasındaki bu bağıntı tarihsel olarak tesis edilir. Oysa özgür bir toplumun kuruluşu “insanın ortak doğasından” hareketle düşünülmelidir. Bu nedenle tarihsel olanla doğal olan arasındaki ayrımı göz ardı ettiğimiz sürece içinde olduğumuz tarihsel koşulları gerçek bir zorunlulukmuş gibi yaşarız. Toplumsal ve doğal bir birlik içinde yaşamak zorunda olduğumuz bir hakikattir. Ne var ki bu birliğin din, devlet, sermaye, hukuk ya da başka bir otoriter güç aracılığıyla temin edileceği iddiası hiçbir nesnellik taşımaz. Zira şeylerin gerçek doğasının araştırılması olarak felsefe özgürlüğün inşası ile meşgulken din ve devlet bilakis itaat ilişkilerinin gelişmesi ile meşguldür. Toplumsal itaatin geliştirilmesi ise bedenden duyguya, dinden devletin kuruluşuna değin derin bir araştırmayı gerektiren oldukça karmaşık bir süreçtir. Bu süreç, toplumdan ve tüm kurumsal ilişkilerden dışlanmak, yoksul olmak ve yaşamının çoğunu bir odada yalnızca geçirmek pahasına Spinoza’nın felsefesinde oldukça güçlü bir çabayla açığa çıkar. Spinoza bu yaşam tarzıyla irade ile neyi kastettiğini ete kemiğe büründürmüş olur. Ve bu yalınlık tarihe de derin izler bırakır.

“Spinoza
Yahudi’nin saydamlaşmış elleri
Alacakaranlıkta billuru işler
Ve yalnızca korkuyla soğuktur sona eren gün.
(Her yeni akşam diğer akşamlara benzer)
Eller ve yemen taşından alan
ki gettonun sınırlarında solar gider,
hiç varolmaz bu sakin insan için;
o berrak bir labirenti hayal eder.
Ne umursar şöhreti, belli belirsiz yansıması
rüyaların, bir başka aynanın rüyasında,
ne de genç hanımların ürkek aşklarını.
Mecazdan ve efsaneden arınmış,
direnen biçimini verir billura: Sonsuz Haritası
tüm Yıldızlarından başka şey Olmayanın” Borges – Öteki, Aynısı
(çev: Hüsam Turşucu – Sevin Aksoy Hancı)

Spinoza’nın kavrayışından yola çıktığımızda özel olarak Spinoza’nın felsefesi ya da bilgelik diye hiçbir ayrıcalıklı atfın yapılamayacağını fark ederiz. Birçok felsefede filozof öznel olarak metnin içinde gezinirken Spinoza’nın metinlerinde bu öznellik insanın ortak doğasıyla ikame edilir. Bu felsefede hakikatin kavranmasına dönük arzu ve sahip olduğumuz ortak doğa mevcuttur. Spinoza aslında geometrik yöntemi kullanarak bize şunu fısıldar: Nasıl ki insanın doğayla işbirliği içinde yarattığı her şey aslında herkesin ise felsefe ve bilgi de herkesindir. Şeylerin doğası ile ilişkilerin tarihsel kuruluşu arasındaki bağın kavranması bize bu hakikati gösterir. Bu nedenle din ve devletin itaati canlı tutmak için bütün kurucu unsurlarıyla en çok ihtiyaç duyduğu şey hurafe, nefret, korku, melankoli, umut, ya da kederin yeniden ve yeniden üretilmesidir. Çünkü tüm itaat ilişkilerinde şu hakikatten hareket edilir: “Avam korkmazsa korkutucu olur” (Ethica).

Korkunun yerine çabayı, hurafenin yerine gerçekliği, kederin yerine neşeyi, itaatin yerine özgürlüğü yaratabilmenin koşulu ise ortak varoluşun ve ortak gücün yaratılması arzusundan geçer ki bu arzu yaratılmadan itaat ettirenin varoluşunun ve itaat ilişkilerinin köklerine korku salınabilir gözükmemektedir.
Sevinç Türkmen