Dön Dünya - Aylin Parakos


Bazılarına garip gelecek ama çıplak uyuyorum ben. Ellerim hariç. Her gece siyah eldivenlerimi giyip öyle giriyorum yatağa. Göğsümü saçlarımla örtüp sırtüstü uzanarak, ellerimi göğsümün üzerinde birleştiriyorum; sağ ayağımı sol ayağımın üzerine atıyorum sonra. Başucumdaki sokak lambasına benzeyen ayaklı lambayı kısıp öylece uyuyorum. Psikolojide buna obsesif kompülsif bozukluk diyorlar sanırım. Yani kafanızdaki takıntılı durumu eyleme çevirdiğiniz anda artık siz de müdahale edilmesi gereken bir vaka oluyorsunuz. Umurumda bile değil ne dedikleri. Hem o eldivenlerin kime ait olduğunu bilmiyorlar ki.
Ama dün gece ilk kez eldivensiz uyudum; istemeden, bilmeden. Ve ilk kez eldivensiz bir düş gördüm.
Yazlık bir sinemadaydım. Muhtemelen adadaki Lale Sineması'nda.

Zaten orada tek bir sinema var. Geceydi, iklimsiz bir gece.
Film arasıydı ama nedense tüm seyirciler birbirleriyle sözleşmişçesine eve dönmeye karar vermişti.

Öyle söylüyorlardı. Nitekim yavaş yavaş, sırayla kalkıp gittiler. Bense, tahta sandalyelerin birinde ayaklarımı öndeki sandalyenin arkasına dayamış vaziyette, öylece kala kalmıştım. Nasılsa birileri gelir, beni de kaldırır diye düşünüyordum.
Film bitmiş miydi yoksa?
Ama hayır.
Ara verilmişti.
Gerçeğe dönüş molasıydı.
Yoksa tam tersi miydi?
Sandalyenin sırtımı dayadığım sert arkalığına boynumu yerleştirip, başımı göğe doğru uzattım.
O an, orada, çok uzaklarda bir yerlerde, o göğün üstünde, gecenin kahraman yüzünde, bir sürü oyun içinde, ama dik, ama gururlu bir bakışla onun da (Eldivenlerin sahibi) yeryüzüne baktığını düşledim. Küçük prens demiştim ya ona yıllar önce, "Exupery beni affetsin" diye ekleyerek. Ama sanırım affetmedi.
Gitmeli dedim.
Kafamı salladım gülümseyerek.
Şimdi bu düş müydü, gerçek mi diye sormadan edemedim o an.
Ahh o yaz gecesi dedim.
O yaz gecesi ve üçüncü sınıf bir otel yalnızlığındaki finali.
Ben bunları söylerken beyaz perde aydınlandı birden bire. Ne olduğunu anlayamadım.
Kalkacaktım oysa.
Onlarca, yüzlerce gölge belirdi sahnede. Sağa sola doğru, bir yürüyüp bir duruyorlardı.
Ama ürkütücü filan değildiler.
Yani hiç korkutmadılar, korkmadım.
Yine de gitmeliyim diyordum. Tam ayağa kalktığım an, arkamdan iki el, omuzlarıma usulca dokunarak sandalyeye tekrar oturttu beni. İtiraz etmedim nedense. Aynı eller, saçlarımı enseme topladı bu sefer. Usulca fısıldadı kulağıma:
"Dünya senin oyun bahçen."
Ve kulakları sağır edebilecek bir tonda bir şarkı yükseldi beyaz perdeden. Gölgelerin hepsi kenara çekildiler. Uğultulu sesler, el kaldırmalar, yere çökmeler, zıplamalar, kol kola girmeler. Perdede dönen bir plak görüntüsüyle, hepsi birbirine karıştı.
Kalkacaktım oysa.
Ama film yeniden başlıyordu.
Ama bu film o film değildi ki.
Tavan arasında, mışıl mışıl uyuyan küçük bir kız çocuğu belirdi perdede. Sayıklıyordu: "Uyusam yüzyıl, yüzyıl uyusam" diye.
Sonra. Uyudu, uyudu, uyudu.
Yüz yıl geçti aradan. Yüz birinci gün kendiliğinden uyandı.
Akşamüzeriydi, yağmur yağmıştı o uyanmadan önce.
Pencereden üzerine sızan güneşin sonuna vardı gözleri.
Yatağından doğrulup, dışarıya baktı. Ve terk etti tavan arasını. Kapıyı çarptığı an, duvardaki guguklu saatin kuşu, pencereden dışarıya uçtu. Kız bu sahneyi göremedi.
Bu esnada, perdenin önündeki tüm gölgeler sustu nedense. Susmakla kalmadılar. Yüzsüz gölgeler topluluğu bedenlerini sahneye çevirdiler. Onlar da izlemeye başladılar filmi.
Kocaman bir bahçedeydi kız. Devasa büyüklükte, onlarca resim vardı yürüdüğü bahçede.
Her tabloda başka başka yüzler, sokaklar, caddeler, şehirler. Başka başka günler, geceler.
Kızın bir seçim yapması gerekiyordu.
Ünlem işaretli bir göç resmi seçti.
Öyle yazıyordu üzerinde: "Göç!"
Oysa resimlerin üzerine ismi yazılmazdı ki.
Boyundan en az üç kat büyük olan bu resmin önünde bir süre bekledi kız.
Filmi izleyen gölgelerden biri, bir alkış patlattı bu görüntüye. Arkasından diğer gölgeler.
Bu toplu alkış gürültüsüyle ortalık tekrar karıştı.
Kız, resmin içine adım atmadan önce kafasını çevirip bana baktı. Ardından gölgeler. Onlar da varlığımı yeni fark etmişçesine bana döndüler.
Herkes, her şey, tüm evren bana bakıyordu sanki.
Oturduğum sandalyeden ayağa kalktım bunun üzerine.
Gitmeli dedim. Çıkmalı bu düşten.
Ve kısa süren bir sessizlik.
Sessizliği bozan bahçede aniden ortaya çıkan, cıvıldayan çocuk sesleri.
Görünmeyen, sayılarını tahmin edemediğim, sadece oyun oynadıklarını düşündüğüm onlarca çocuk sesi.
Gitmekten vazgeçtim o an.
Hem, geride kalanları merak ettikten sonra, terk etmenin ne anlamı kalıyordu da?
Gülümsedi o an kız. Daha fazla beklemeden, sırtını dönüp ilk adımını atıverdi göç resminin içine.
Böğürtlenlerin, çalılıkların, eğrelti otlarının içindeydi artık.
Sisten görünmüyordu bir kaç adım ötesi.
Görünen sadece, ayaklarının dibindeki adını bilmediğim, bembeyaz, tüy yapraklı çiçekler.
Fakat kız aniden durdu.
Eski zaman elbiselerini, usulca çıkarıp ıslak toprağın üzerine bıraktı.
Çıplaktı artık.
Bu esnada gölgelerin birinden bir ıslık yükseldi. Ardından yine toplu bir alkış. Çığlıklar, el ele vurmalar. Sanki bir karnaval şenliği. Hatta birisi durumu iyice abartıp, sahneye doğru iyice yaklaştı. Diğerleri de, yüzsüz gölgeler topluluğu olmanın avuntusuyla peşinden gitti.
Ama…
Ama sırtında hiç elenmemiş, sık dokunmamış bir zamanın izleriyle, kan içindeydi bu küçük beden.
Yüz yıllık bir uyku, onulmaz yaralara el sürmemişti meğer.
Dayanamayıp çöküverdim sandalyeye.
Artık izlemek istemiyordum.
Gözlerimi kapatıp, sadece sesleri dinledim.
Uyanıkken de yapmıyor muydum bunu?
Yani sesler, geçmiş, gelecek ve olmazsa olmaz o an dinletisini. Arada yapıyordum, herkes gibi.
Ve o şarkı.
Kulakları sağır eden o şarkı tekrar başladı.
Sanırım film bitiyordu. Bir son yakalamanın umuduyla gözlerimi açıverdim.
Dönüyordu kız.
Ayaklarının dibinden topladığı o beyaz çiçekleri avuç avuç basıp yaralarına, kendi etrafında hızla dönüyordu.
İhtiraslı bir sevişmeydi kan ve çiçeğinki.
Yüzsüz gölgeler topluluğu hep bir ağızdan, alkışla ritim tutarak haykırıyorlardı:
"Dön, dön, dön!"
Şarkı dönüyordu bir daha, bir daha.
Kız dönüyordu, dünya dönüyordu, bir daha, bir daha.
"Dön dünya. Dön de…" diye ağzımdan yarım bir cümle çıkıverdi.
Uyandım sonra. Ter kokuyordu, ıslaktı, yapış yapıştı ellerim. Eldivensiz görülen ilk düşümden tek soru düştü dilime:
Acaba kimlerin adı geçmişti jenerikte?