El değmemiş topraklar, tepelerin arasındaki sulak doğal yol boyunca göçerler konaklamışlardı. Belki yemek hazırlığındaydılar. Bir iki taş yan yana konup ocak biçimi verilmiş, cılız ateşler yakılmış, tencereler, toprak tavalar ocaklara vurulmuştu.

İkisi orada, göçerlerin gözü önünde karşılaştığında her şey, herkes donuklaştı, silik bir resme dönüştü.

İkisi mi? Yalnız orada mı?.. Binlerce yüzle, kim bilir kaç kez… pazar yerlerinde, asansörlerde, antenlerde, o filmlerin bazı karelerinde, sık sık kitaplarda, hep kavşaklarda…

Birbirlerinin kim olduğunu bilmiyorlardı; nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Yine de tanışıyorlardı.

Kadın üşüyordu. O tanımadığı ama iyi bildiği adamı görmeyi gizli gizli ummuş, bu karşılaşmanın olacağına inanmıştı. Yine de üşüyordu… Bakışlarını yumuşak eğimlerle birbirine yaslanan tepelere çevirdi, sınırsız bir sarılıkla karşılaştı. İki adım ötesindeki göçerler dürbünün tersiyle bakılıyormuşçasına uzaklaşmış, ufalmışlardı. Sesleri, alacakaranlığın hafif yankılanan uzaklık sesiydi. Kentlerden yükselen uğultular vardı artık. Adamla yüz yüze duruyorlardı. Daha tek söz söylenmemişti. Çok yakındılar, ama nefeslerinin ılıklığını yüzlerinde duyamadılar. Her yana yayılan sarı yalnızlık katmanları aralarındaki bir karışlık boşluğu da kaplamıştı. Çevrelerinde dönenen rüzgâr, üzerine bastıkları toprak parçasını şişirdi, şişirdi, ağaç boyu yükseldiler. Adamın gözlerindeki kızılımsı sarılıklar tepelerin rengine karıştı. Karıştıkça bir yaklaştı, bir uzaklaştı, yaklaştıkça uzaklaştı, ne olduklarını anlayamadan uzaklık gitgide büyüdü. Korkuyorlardı. Bütün güçlerini gözlerinde toplamaya, birbirlerini gözden yitirmemeye çabalıyorlardı. Olmadı. Sonunda noktalaştılar. Kadın o zaman duyabildi adamın sıcaklığını. Duyabileceğini umduğu sıcaklığı kendince biçimlendiriyordu belki.

Adam, kadını ne zaman tanıdığını çıkaramadı. Hayatın coşkusu aralarından akmıştı hep. Ve onlar akışın dışında kalmışlardı. Taze somunların buğusuyla, ovulmuş ahşap merdivenlerin kokusuyla, söylenmemiş sözcüklerle doluydu bu akış. İkisi bu koca nehrin iki yakasına oturmuş, laf yetiştirmişlerdi birbirlerine, yalnızca laf… Binlerce dokunuş nehrin içinde kaldı. Yaratılmış, yaratılacak, yaşanmış, yaşanacak, her şey gümbür gümbür dönerek gitti aralarından.

Adam, mavi damarlar boyunca yürüyen sütün basıncını bir başkasında yokladı. Küçücük, pembecik ağızlar yaşamak için yapıştığında süzülen gözler gördü, ama sütün fışkırmasındaki mucizeyi sözcüklerle yolladılar birbirlerine. Birlikte yaşamadılar, sözcüklerle yaşadılar. Tanışıklıkları buradandı. Tanışıklıkları bütün sarılıklarla baş edecek boydaydı, yine de güç yetiremediler. Yağmur patlamalarından önceki elektrikli, oynak havaları cumba önündeki kerevette diz dize karşılayamadılar, tanışıklıkları buradandı.

Adam, neyin altında ne var, demekten alamazdı kendini. Kadın da öyle. Aradıkları aynıydı, buldukları başka başka… İkisinin de aradığı bulunması son derece güç bir ışıktı.

Birlikte hiç köprü kurmadılar, ne halattan, ne taştan, ne de çelik… Köprülerin resimlerine baktılar, köprüleri düşlediler, köprülere yakılan türküleri dinlediler ayrı ayrı. Tanışıklıkları buradandı.

Birlikte türkü söylemediler. Seslerini alabildiğine bırakmadılar, komadılar ki geçitler yankılansın, meydanlar sedalansın… Sesler dönendi durdu kafa boşluklarında… deli sesler, zehirli sızılar… garip ezgiler…

Sabahın bir seherinde binip bir trene –Haydarpaşa-Kurtalan– oturup karşı karşıya, biri solgun ay tenli, biri çakır ela, cebi köstekli… önce ayaktan elden, gözleye gözleye, sonra gözden kulaktan hafif hafif yoklaya yoklaya girişmediler sohbete. Yolculuk nereye? Demek öyle üç gün üç gece… Birinin seferberlik öyküsü, halasının büyük göçte ak göğsünden koparılan beşibirliği; birinin veremden ölmüş gencecik ninesi… mırıl mırıl anlatılıp, pencereden bozkır yeline bırakıla bırakıla, dumanla savrula saçıla, uyum içinde tıkır tıkır gidilmedi hiç.

Yeni mezun bir ebe ya da nakil olmuş bir öğretmen, bir polis olup ev taşımadılar birlikte, kamyon kasasında denklerin üstünde… yürekleri daralarak. Ne derler? Biz böyle… sürgün… kimseyle içli dışlı olmaya gelmez… bakkalları borca verir mi? Kaç köyü var ki… yolu, elektriği?.. Gece karanlığında, at arabasında yollarda tipiye yakalanmadılar hiç.

Kalabalık içinde, kalabalıkla birlik, zeytine, pamuğa gitmediler. Dudakları çatlamadı, elleri kabuk bağlamadı.

Tepeleri, vadileri gümüşe boyayan zeytin ağaçlarında secde etmediler birlikte. Böylesine güzeldir diye, nimetlerin nimetidir diye…

Dans etmediler hiç. Ama hiçbir türünden. Şöyle geniş bir meydan, bıyıklar burma, etekler kırma, kucaklar geniş mi geniş, sekişler serçe mi serçe… Ya bir sahne? Olmadı hiç. Müziği müzik, ışığı ışık, dans içinde bedenden renge, renkten biçime, biçimden öze akmadılar hiç.

İnmediler maden ocaklarına dizi dizi, peş peşe. Grizu mu patlar, sel mi basar?.. Korkuyu insan mı üretir, acı nasıl tükenir?.. Kara elmas kimden can alır, kime can verir?

Bir vapura binip gitmediler Girit'e. Knossos'u görmediler, Atlantis'i sormadılar, Aynaroz'u, Murat Çayı'nı, Harran Ovası'nı, Pampaları, Muson yağmurlarını, Valparaiso'nun denize inen merdiven sokaklarını, dünyanın kuzeyini güneyini, Tibet'ini Lutunu, hiç ama hiçbir yerini görmediler yan yana.

Sözcükler… Sözcükler dolandı, sözcükler resim oldu, sözcükler ses oldu. Sözcükler yaşam oldu dolandı, sözcüklerle sarmalandılar. Sözcüklerle yiğit oldular, sözcüklerle serseri, aşık, bilge, kamil, devrimci, yürekli, korkak, pısırık…

Alanlarda insanlar vurulurken el ele değildiler. Birlikte vurulup, birlikte tatmadılar ağır yaraların ılık uyuşukluğunu, sonra keskin acılarını…
Birlikte ölmediler hiç.
Ölüm aralarında kaldı,
Öylece…
Orta yerde…
Beğenen seçti aldı,
Tek bir sözcük etmeden.


alıntı