Bu akla sahip olanlar Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kullardır.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûra: 13)

Onu kurbiyete nâil buyurur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denktir.” (K. Hafâ)

Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.

O kadar ince bir mevzu ki, bunu size temsille arz edeyim.

Farz-ı muhal ki bir kimse Kâbe yoluna çıkmış yürüyerek gidiyor, diğeri ise teyyare ile gidiyor. Seyr-ü süluk yolunda da bu böyledir. Kimisi nasibi kadar yürüyerek yola çıkar. Kimisi daha çok nasip almıştır, daha ileriye gider. Allah-u Teâlâ’nın keramet bahşettiği kimseler ise; kimisi uçarak gider, kuş gibi istediği yere konar. Sonra yürür, meclise varır. Kimisi de tayy-i mekân gider. Allah-u Teâlâ onlara yeri yürütür, bir adımda dilediği yere ulaşır.

Gönül yolcuları ise bir anda varır.

Bir anda nasıl vardığını size Âyet-i kerime ile ispat edeyim.

Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getirebileceğini sorduğu zaman cinlerden bir ifrit; “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm.” dedi. Hızır Aleyhisselâm ise bir anda getirebileceğini söyledi.

Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan buyurulmaktadır:

“Yanında kitaptan ilim bulunan kimse (Hızır) ise: ‘Gözünü açıp kapatmadan ben onu sana getiririm.’ dedi. Süleyman, tahtı yanıbaşına yerleşivermiş görünce dedi ki: ‘Bu, Rabb’imin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.’” (Neml: 40)

Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki taht bir anda bir memleketten bir memlekete geldi. Allah-u Teâlâ tahtı da bir anda, kâinâtı da bir anda bir yerden bir yere nakletmeye kâdirdir, değil insanı!

Demek ki Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği kulunu kendisine çektiği zaman bir anda varıyor. Değil Kâbe-i muazzama’ya, itimat edin huzur-u ilâhi’ye bir anda varır. Sevdi de seçti, seçtiği için çekti.

Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına çeker. Aklını kullanan bu sevgili kullar üç yoldan Hakk’a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)

Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü açarak, onları mârifet nûruna ulaştırmış, rızây-ı Bâri’sine kavuşturmuş.

Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir, bunu bilin. Çünkü bir kulun Hakk’a ulaşması, Hakk’ın o kulunu kendi tarafına çekmesi ile mümkündür. Hiçbir kimse kendi kendiliğiyle Hakk’a ulaşamaz.

Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası, Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz. Hakk’tan geldiği için Hakk’a ulaştırır.

Mahviyyet de öyle bir lütf-u ihsandır ki Allah-u Teâlâ’ya kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları, dilekleri kül eder.

Aşk ateştir, aşk lezzettir, Hakk’a ulaşmak için güç kaynağıdır.

Mevlânâ Câmi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;

“Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vazgeçme, zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür.”

Aşık olanın elem ve mihnete alışması lâzımdır. Çünkü sevilen, sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık bunları hoş karşılamalıdır.

“Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir.”

Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O’na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.



Bunlar akıl yolu ile Hakk’a varan hakikat yolcularıdır. İnsan-ı kâmil’in makamıdır. O Hakk’a varmış ve Hakk’ta kül olmuştur. Bunlara “Hakk’a varmış.” denir. Kelime-i Tevhid’in sırrına mazhar olmuştur. O zamana kadar kendisinin de kâinatın da yokluğunu düşünüp, Allah-u Teâlâ’nın varlığını tesbih ederken; bu makama geldiğinde, kendisinin de kâinâtın da hakikatını görür. Meğer hep O imiş. Başka bir şey yok.

Müminlerin kalp gözlerini açarak, onları mârifetin nuru ile rızâ-i Bâri’sine eriştiren Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.

Allah-u Teâlâ tecelli edince, her şey helâk olucudur. Zât-ı ilâhi’nin nurları tecelli edince, beşeri vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Bu öyle bir tecelliyâttır ki kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“O’nun varlığından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas: 88)

Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman artık Hakk vardır. Ne kendisi ne de aklı kalır. O var, başka bir şey yok.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:

“Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar.” (Râd: 39)

Bu halden sonra kudsi ruh bâki kalır. Allah-u Teâlâ’nın nuru ile nazar eder. O’na bakar, O’ndan bakar, O’nunla bakar.

Demek ki Allah-u Teâlâ bir kula neler bahşediyormuş! Bir kula yapıyor bunu, bir lütf-u ihsan olarak.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır. İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)

Akl-ı kül’de olanların ilmi:

Bunlar hakikata alınmıştır, hiçbir şey olmadığını görür, gayesi vâsıl-ı Hakk’tır ve fakat o daha asıl akl-ı kül’e ermemiştir. Orası ilk basamağın tırnağıdır. Bu nokta daha evvel şöyle izah edilmişti: Çalışır çalışır çalışır, teyyare meydanına kadar gelir, amma vâsıl-ı Hakk olmak murakaba ile kaimdir.

Akl-ı kül’ün kalpteki durumu:

Kelime-i Tevhid’i sır gözü ile söylemek gerekir. Bu söylendikten sonra sır gözü ile tevhid nuruna nazar etme imkânı hâsıl olur. Zât-ı ilâhî’nin nurları tecelli edince, beşerî vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Burası “İstihlâk” makamıdır. Yokluğun da ötesinde bir yokluktur. Bu tecellide kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.

Bu âlem “Tecrid” âlemidir. Allah-u Teâlâ’dan gayri her şeyden soyunulur. Bunun da sonu vuslattır.

ÖMER ÖNGÜT